AJDA makyAJDA!

SEDAT YILDIRIM SARICI / LONDRA – Bilmem duydunuz mu, bazı usta edebiyatçılar der ki “şiirin değil şairliğin peşinden koşmalı”. Bu sözden sanki şunu anlarız; iyi bir şair olmayı hedefleyip şair gibi yaşamaya başladığında ardından iyi şiir doğacaktır.

Doğru olabilir. İyi ama o kadar çok şair gibi yaşayan kimse var ki saymakla bitiremeyiz. Boynunda parlak fuları, top sakalı, at kuyruğu ya da mavi saçlarıyla dolaşan, revaçtaki kelamları ezberlemiş ve ilgi görmemiş de olsa birkaç kitabı bulunan “şair” sayısı son yarım asırda akılda kalan şiir sayısının kırk katı kadardır. Aziz Nesin özetlemesiyle “Her üç kişiden beşi şairdir”.

Yani “şair” çok, şiir yoktur. Ya da yok denecek kadar nadirdir. Müzikte de durum benzer seyirdedir. Müzisyen, besteci, “sanatçı”nın sürüsüne bereket, kalıcı eser kıttır. Bu günahta son 20 yıllık ruhsal, sanatsal, yargısal ve mangırsal çöküntünün payı büyük olmakla beraber yine de bu evre hadisenin tamamını kapsamaz.

Dönüm noktası 2002 değil, 1980’dir. 12 Eylül İhtilali ve peşi sıra gelen çarpık&ihraç liberal iktidarların toplum mühendisliği sonunda meclisinden eğitimine, sağlığından sanatsal yapılanmasına tam bir ucube yurt doğurmuştur.

Biz gelelim cerrah neşteriyle olmasa da sünnetçi makasıyla tedavi önermesine! Üç Nokta edebiyat dergisi editörleri Ekim 2012’deki Evrensel Gazetesi ile söyleşilerinde genç şairlerin şiir hakkındaki yazıları okumadıklarını belirtiyorlar. Şiirin ne olması gerektiği hakkında bilgi sahibi olmadan şiir yazılınca “şiir” zannedilen şey şiir olmuyor.

Gençlik (ergenlik-acemilik) özgürlüğe bayılır. Şiirimizin en özgür ve en özgün şairlerinin başında anılacak ilk isim muhtemelen Orhan Veli KANIK’tır. (1914–1950). Bu büyük dehayı 36 yaşındayken kaybetmişiz.

Orhan Veli Kanık

Eski olan her şeye sırt çeviren Orhan Veli, hece ve aruz ölçülerini kullanmayı reddetmiş, kafiyeyi ilkel; mecaz, teşbih, mübalağa gibi edebi sanatları gereksiz bulmuş, Nazım Hikmet’in başını çektiği toplumcu-gerçekçi şiire karşı gelmiştir.

Derine nüfus etmiş bütün bir külliyatı cesurca reddedip sokak dilinin yalınlığıyla dev bir varlık inşa etmiş, zannedilebilir. Oysa araştırıldığında görülecektir ki, Orhan Veli çıraklık ve kalfalık yıllarında hocası Ahmet Hamdi TANPINAR’ın (1901-1962) öğütleriyle şekillenmiş, aruz ahengiyle yetişmiştir. Her duyarlı şair gibi (Bedava şiirinde olduğu gibi) toplumcu-gerçekçi kavrayışa kendisi de ermiştir.

“Bedava yaşıyoruz, bedava; Hava bedava, bulut bedava; Dere tepe bedava; Yağmur çamur bedava; Otomobillerin dışı, Sinemaların kapısı, Camekanlar bedava; Peynir ekmek değil ama Acı su bedava; Kelle fiyatına hürriyet, Esirlik bedava; Bedava yaşıyoruz, bedava.”

Özgürlüğe zindandan çıkılır. Zindanla hak edilmemiş “özgürlük” başı boşluktur. Bilinçten yoksundur. Şuursuzluktur. Bebek gibi bebek beziyle altı bağlanmalıdır. Değiştirilmezse tahriş eder. Mikrop ve bakteri üretir. Sadece edebiyatta değil, sanatsal ve toplumsal tüm alanlarda serbestlik derttir. Seri mest eder, bedeni derbeder.

Zindan” dört duvardır. Halk edebiyatımız dörtlüklerin şaheserleriyle doludur. Hece (sabit sayısıyla) ölçüsüyle kurulmuş dört mısraya dörtlük diyoruz. Karaca Oğlan’ı dinleyelim: “Nice sultanları tahttan indirdi, Nicesinin gül benzini soldurdu, Nicelerin gelmez yola gönderdi, Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.”

Aşık Veysel (1894 -1973) geçirdiği çiçek hastalığı sebebiyle çocukluğunda itibaren “göz hapsi”ndeydi. Nazım Hikmet de (1902 –1963), Ahmet Arif de (1927-1991) düşüncelerinden dolayı “zindan” mezunuydular. Nazım, serbest nazım kadar “Kız Çocuğu” şiirinde olduğu gibi hece ve kafiye ustasıdır.

Orhan Veli’nin hocası Ahmet Hamdi TANPINAR “Şiir bir biçim sorunudur. Biçim her şeyden önce dilin ölçü ve uyakla yoğrulmasıdır.” der. Aruz vezni mısra biçimin yeryüzündeki ulaştığı zirvedir.

Aruzu, Arap icadı diye küçümseyecek olanlara Orta Asya kökenli aşık atışmaları ikram ederiz. Aşık atışmalarındaki “Leb değmez” kuralı insanı “insanüstü”lüğe açıkça davettir.

Lebdeğmez’de (dudak değmez) iki dudak arasına iğne konur. Konuşma esnasında “b, m, f, p, v” harfleri dudak tam kapanmadan telafuz edilemez. Bu harfler kullanılacak olduğuda iğne batar, dudağınız kanar ve elenirsiniz.

Birkaç saniye içinde bir yandan ortada dönen melodiye uyacak, kafiyeyi kollayacak, eksik kalmadan fazlalığa kaçmadan hece sayısını tutturacak, sizinle atışan aşığın yergisine ezilmeden, mümkünse bilgece bir hicivle cevap dökeceksiniz. Yetmezmiş gibi dudak kanatacak harflerin geçtiği yüzlerce kelimeyi kullanmadan yola devam edeceksiniz. 

Bunları göze alamıyorsan senin için en güzel yol “özgürlük”tür: Öz sesin gür çıkar. Serbest vezin. “Keyifle” keyfi takılırsın. Zaten öğütülmüş söz de günümüzde geçer akçe değildir. Yine de muhteviyat zuladadır. “Yağdı yağmur, çaktı şimşek sen de mi şair oldun ey özgürlük” dedirtmemeye çalışmalı.

Genç yaşta kaybettiğimiz davulcumuz Hamit Kartarı’nın babası UNICEF ödüllü Merkez Halk Eğitimi Müdürü, eğitmen, yazar Hasan Kartarı’nın Aşık Atışmaları hakkındaki kitabı köklerin hatırlanmasına dair saklanması gereken bir belgedir. Newyork Üniversitesi’nden Türkiye’ye gelip Hacettepe Üniversitesi – Caz Bölümü’nün kuran çocuk, torun Emre Kartarı’dır. Emanet yetkin ellerde.

Öğrenmek amacıyla Ahmet Telli’ye 33 yıl önce Londra’da (Union Chapel – Islington) düzenlenen bir söyleşide sormuştum; şiiri şiir yapan evrensel temel ilkeler var mıdır? Yoktur, demişti. Ben aksini düşünüyorum. Gelenek temel olmamakla birlikte nabız, ahenk, sadelik, akıcılık, akılda kalıcılık hatta kafiye (uyak) gibi kaideler şiiri şiir yapar. Hangi lisanda olursa olsun şiiri tanımlayabilmemiz gerekir.

DÜNYAYA AÇILIYOR MUYUZ?

Yazılı çizili olmasa da müzikte de evrensel kriterlere; küresel ölçekte müşterek duyuma, algıya, paylaşıma ulaşmış durumdayız. Koreli bir çocuğun çalışması “Gangnam Style” dinlenme oranının yüksekliğiyle Guinness Rekorlar Kitabı’na girebiliyor.

Halka (pop-popüler-popular) ulaşmada formül olduğu gibi formüllerin evliliğiyle bileşik formüller bile doğabilir. Bu formülerle dünyayı salladıkları birkaç yılın ardından artık dünyanın hiç mi hiç sallamadığı Spice Girls (Baharat Kızlar), tarihe en fazla beste armağan etmiş Beatles’tan daha fazla satışa ulaşmış, rekor düzeyde para kazanabilmişlerdi. Sıfır yaratıcılıkla yanlış mecrada dolandıkları için azarlanacak çocukları “pazarlama” nerelere taşıyabiliyor!

Peppino Di Capri – Ajda Pekkan – Ertan Anapa 1965 (Ölümsüz Türk Orkestraları arşivinden)

Elalemin kızlarını bırakalım yurda bakalım. Ajda Pekkan, konser vermenin bir irtifa meselesi sayıldığı Olympia Music Hall’de (Paris) 1976 yılında sahneye çıkmıştı. 1979 yılında ise efsanevi rock topluluklarının mabedi London – The Rainbow Theatre Cem Karaca sesiyle yankılanır. Aynı konser salonunda  Pink Floyd, King Crimson, Jimi Hendrix, Santana, Deep Purple da sahneye çıkmıştı.

Peşi sıra yıldızlarımızın sayısız konseri oldu ama neredeyse tamamı tanıtımı ve katılanıyla Türkiyeli izleyiciye yönelik sunumlardı. Yurtdışına uzun erimli açılamadık, mevsimlik saçıldık. Biz gelelim dünya çapında yıldızlarla rahatlıkla boy ölçüşebilecek Ajda Pekkan ve Cem Karaca gibi şan sanatçılarımızı nasıl erittiğimize.

Radyo/televizyon program yapımcısı ve sunucu Beyazıt Öztürk 18 Nisan 1998’de Ajda Pekkan’a sorar: “Dünya çapına yayılmış neden fazla sanatçımız yok”. Sezen Cumhur Önal’ın askerliğini memleketimizde yapmış, İzmir doğumlu Dario Moreno’nun (1921 -1968) dünya çapında adını ilk duyuran sanatçımız olduğunu hatırlatması ardından Ajda Pekkan söz alır; özetle nakledeyim:

Dario Moreno, musevi asıllı ve musevi misyonu olduğu için öyle oldu. Paris’te oturduğu ve orada lobisi olduğu için. Bu mevzuyu burada konuşmak istemiyorum ama yeri geldiği için söylemek mecburiyetindeyim. 

Dario Moreno (Ölümsüz Türk Orkestraları arşivinden)

Yıllar önce Amerika’da (Atlantik Records’un sahibi) Ahmet Ertegün ile görüşmüştük. Çok iyi dostuz ama hiçbir zaman Amerika’da ya da dünyada bizi evrenselleştirmedi. Dedi ki ‘bugün kriter olarak baktığımız zaman Nana Mouskouri veya Mireille Mathieu gibi Avrupa’da tanınmış  sanatçıların Amerika’da yani Anglo Saxon dünyada bir şey olamamalarının sebebi mantalite (anlayış) farkıdır. Sen 17-18 yaşlarında buraya gelseydin, çok daha farklı olurdu.’ Ben o zaman 24-25 yaşlarındaydım. Büyük bir yaş farkı yoktu. Hiçbir zaman bir efor sarf edilmedi bu konuda. Onun için üzgünüm. Halbuki Nana Mouskouri, Julia Iglesias, Celine Dion gibi Anglo Saxon köklerden gelmeyen birçok sanatçı imkanı olmayan şeyi imkanlı yaptılar. Ve yapanlar da var. Araplar da bugün evrene yetişmiş durumdalar. Bu camiayı feth ediyorlar”.

Beyazıt Öztürk, benim de yetişmiş olduğum Ankara-Yenimahalleli. Programın ev sahibi olarak söz sahibi de olup mevzuya bir şey ekleyemiyor. Yenimahalle dar gelirli birçok ailenin de yaşadığı bir semt. Söyleyeceğimiz çok şey olmalı. Söyleyelim.

Ajda Pekkan bugün 76 yaşında. Hala hiçbir şey için geç değil. Barbara Streisand ve Paul McCartney 78, Bob Dylan 79, Ringo Star 80, Buddy Guy 84, Tony Bennett 94 yaşlarında kayıt ve konserlerini sürdürüyorlar.

Robert Plant, Freddie Mercury, Ian Gillan, Ronnie James Dio benzeri bir daha zor gelecek efsanevi şan virtüözleri düzeyindeki vatan evladımız Cem Karaca değerlendirilemeden göçüp gitti. Cem Karaca misali yoktan yoğurduğu ozanlığı, beste ve şarkı sözlerindeki yaratıcılığı, has edası ve eşsiz sedasıyla Şebnem Ferah uluslararası arenada anılmayı fazlasıyla hak ediyor. Kendi jenerasyonu sayılabilecek Björk, PJ Harvey, Beth Gibbons (Portishead) gibi gençlerden eksiği değil fazlası var.

Cem Karaca – Bakırköy Lisesi 1964 (Ölümsüz Türk Orkestraları arşivinden)

Rock topluluklarımızdan öncesi olmayan takipçisi ganimet Pentagram da Şebo gibi buz kıran gemiler misali kendi yolunu kendi açıp yol alanlardan. Kurulduğu dönem (1986-87) olmayacak iş deyip güldüğümüz topluluk, kararlılıklarıyla arınma ve yalınlaşmayla kendi tarzlarında yoğurdukları besteleriyle büyük bir dinleyici kesimi yarattılar.

Akılda kalıcı şarkılarının yanı sıra Nick Cave veya David Bowie gibi kendi kubbesini yaratan Teoman aynı hikayelerini İngilizce anlatsaydı çok daha başka yerlerde olabilirdi.

Şebo, Teoman ve Pentagram çekirdekten yetişme oldukları için mesleki donanımları onları her koşulda, her sahnede ayakta kalmaya muktedir kılar.

Pentagram

Bir de akademik alt yapıdan gelen Sertab Erener’imiz var. 2003 Eurovision Şarkı Yarışması’nda elde ettiği birincilikle “bir milletin makus talihi”ni bir anlamda tersine çevirmişti. Mevsimlik kaygıları öncellemeyip Demir Demirkan gibi yetkin müzisyenlerimizle çalışmaya devam ederse şan tekniği, enerjisi, sahne hakimiyetiyle uzun solukla sınırları aşacak potansiyele haiz.

Yetkin müzisyenimiz denilince akla QUEEN, David BOWIE, Tina TURNER, Iggy POP, Freddie MERCURY, Roger TAYLOR, Brian ENO ile çalışmış Erdal Kızılçay geliyor. Erdal ustamız gitar, bas, keman, ud, trompet, korno, vurmalı ve tuşlu çalgıları çalabiliyor.

İstersen Richie Blackmore gibi gitar çal, mutlak iyi bir soliste ihtiyacın olacaktır. Zaten Blackmore bir anlamda Ian Gillan, Ronie James Dio, David Coverdale, Joe Lynn Turner, Glenn Hughes, Graham Bonnet, Doogie White gibi öykülerini yazmaya mürekkep yetmez solist mektebi değil midir!

Yani formüllerden biri şan erbabı olmadan nişan alınamayacağı olabilir. Erdal Kızılçay (1950 – ) yanına Zerrin Özer’i alarak “Ve Böyle Birşey” (2005) albümünde ölümsüz türkülerimizle “dünyaya açılmayı” hedefler. Olağanüstü güzel düzenlemelerle Zerrin Özer’in zor bulunabilecek içli yorumu birleşince memleket arşivimize tarihi bir armağan doğar.

Tamam ama sesimiz neden Balkanlar’dan bile duyulmaz. Zerin Özer cumhurbaşkanının “değere değer verdiğini” zannediyor. Sanatın nefes alamadığı bir dönemi böyle tarif, arif olamayacağının beyanıdır. Formüllerden bir diğeri dünyaya açılmanın yolu dünyadan haberdar olmak olabilir.

Dünyadan da haberdar olabilirsek geriye son dokunuşu yapacak yapımcı kalıyor. Bu yapımcı ya Pink Floyd, Deep Purple, Peter Gabriel, Lou Reed, U2, Alice Cooper, Kiss,The Kings, Taylor Swift, David Gilmour, Rod Stewart, Kansas ve Joe Bonamassa’ya da el atmış  Bob Ezrin (1949 -) olacak.

Ya da Ella Fitzgerald, Michael Jackson, Nana Mouskouri, Celine Dion, Diana Ross, Frank Sinatra, Sarah Vaughan, Miles Davis, Jacob Collier ve buraya sığdıramayacağımız kadar yıldızı parlatan adam Quincy Jones (1933 -) olmalı. Bakın Ajda Pekkan’ın adını andığı Nana Mouskouri ve Celine Dion’un arkasında kim çıktı?

Peki Quincy Jones kim? Ete kemiğe bürünmüş siyah bir ilah. 1960’larda Martin Luther King Jr.‘ın desteğiyle başladığı toplum kavgasına Siyahi Sanatlar Festivali‘ni kurarak devam etmiş. 1970’lerde gençlerin müzisyenlik, oyunculuk ve şarkı yazarlığı becerilerini eğitmek üzere Quincy Jones Atölyeleri’ni düzenlemiş. 2000’lerde kar amacı gütmeden Güney Afrika’da 100’den fazla ev inşa edip imkanları kısıtlı gençleri teknoloji, eğitim, kültür ve müzikle buluşturmayı amaçlayan Quincy Jones Listen Up Vakfı’nı kurmuş. 2004 yılında çatışmaların hüküm sürdüğü yoksul bölgelerdeki çocuklara yaşama ve umut duygusu geliştirmeyi hedefleyen We Are the Future (WAF) projesinin başlatılmasına yardımcı olmuş. Proje, Roma’da yarım milyon seyirci önündeki bir konserle başlamış.

Biz de bir meydanda yarım milyon seyirciye ulaşmanın formülünü yıldızların efendisi Quincy Jones’dan öğreniriz. Dünyayla hemhal olmak.

Quincy Jones’ın son bebesi 1994 doğumlu Jacob Collier. Bizim kızın gittiği Kraliyet Müzik Akademisi’nden mezun. Neredeyse her enstrümanı çalıyor. Anne de, anneanne de aynı akademide hocalık yapacak düzeyde kemancı. Anne diyor ki “bizim oğlan bütün gün odasından çıkmayıp müzik çalışıyor (dört duvar-zindan!). Bazen yemek yemeyi bile unutuyor.”

Şimdi beleşten 22. yüzyılda 7 dakika geçirmek istiyorsanız, kulaklığınızı takın, sesi sonuna kadar açın ve aşağıdaki linki tıklayın.

https://www.youtube.com/watch?v=nspqYGz-Z1s

Anne son sırrı deşifre etmişti. Bazen yemek yemeyi bile unutuyor”.

___________________

* Müzisyen de olan yazarımızın diğer çalışmalarına https://sedatsarici.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.

2653050cookie-checkAJDA makyAJDA!

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.