Ana Tanrıça’dan İlk Hıristiyan “Sapkın”lara Frigya’da Direniş…

 

Ne olursa olsun, “uslu çocuk” olmamakta direnen
Frigya Bölgesi halklarının anısına…

 

Ah şu bizim Bizans yok mu! Hani kahpe olan. Yeme-içme kültüründen, otoriter devlet yapısına; musiki makamlarından, Avrupalılara tanıdığı imtiyazlara kadar mirasçısı olduğumuz Doğu Roma İmparatorluğu. Bir türlü barışamadığımız tarihsel “gölge”miz. İstenmeyen bir akrabanın silik hayali gibi görmezden geldiğimiz, unutup gittiğimiz. Belki 1087’de Selçuklu Süleyman Şah İznik’e yerleştiği zaman Bizans’ın çağrısıyla başlatılan Haçlı seferleri … belki Osmanlı’yla Anadolu ve Rumeli’deki egemenlik mücadeleleri… belki Bizans’ı tekrar diriltmeyi değişmez bir milli politika olarak izleyen Yunan Devleti ya da belki Yunanlılar’ı öne sürerek Anadolu’yu paylaşmaya kalkışan Avrupa emperyalistleri… hatta belki Cumhuriyet’in kimlik inşasında dozu kaçan Helen alerjisi… hepsi kolektif bilinçaltımızda yer etti. Tarihin tortuları üzerine sistematik cehalet inşası ile Bizans’a karşı ilgisiz, bilgisiz ve önyargılıyız şimdi.

Ama tarih inkar edilemiyor maalesef. Her şekilde Doğu Roma İmparatorluğu’nun varisleriyiz. Ve bu gerçek hiç değişmeyecek. Türkler bu topraklara “Roma ülkesi” manasında Diyar-ı Rum demişler. Balkanlara geçtikten sonra bu sefer de oralara Rumeli demeye başlamışlar. Hatta, İlber Ortaylı’ya göre Osmanlı, “son Roma İmparatorluğu”dur. Tarihçi, üç farklı Roma İmparatorluğu’ndan söz eder. Birincisi: Klasik Roma’dır. Pagandır. Muhteşemdir. Çağlar içerisinde en kalıcı olanıdır. İkincisi: Batılıların sonradan “Bizans” dedikleri Hıristiyan Roma’dır. En azından Doğu Avrupa ve Balkanlar bu uygarlığın izlerini taşır. Üçüncüsü ise: Osmanlı İmparatorluğu’dur. Ve zannedilenin aksine İstanbul’un fethinden sonra kurulan yeni yapı, hiç de Asyalı bir devlet görünümünde değildi. Derhal Roma İmparatorluğu’nun müesseseleri benimsendi . Hatta ve hatta, Kayser-i Rum (“Roma İmparatoru”) unvanını taşıyan Fatih’in düşü, Roma’yı da alarak, kadim Roma İmparatorluğu’nu bütünüyle kendi hükmü altında ihya etmekti.

Peki biz ‘Anadolu toprağındaki Roma’yı nasıl biliriz? Kimliğimize nasıl katarız? Aya Sofya bilet gişesi dışında bu zengin kültürel mirası ne kadar değerlendiririz? Oysa Bizans İmparatorluğu uzandığı topraklar üzerinde en fazla eseri Anadolu’da bırakmış. Özellikle de İstanbullular için bu medeniyet adeta günlük hayatın bir parçası. Her gün bir sürü Bizans eseriyle karşı karşıyayız. Binaları, sokak ağları, kara ve deniz surları, camiye çevrilmiş kiliseleri, Bozdoğan Kemeri, İstinye, Tarabya, Marmara, Üsküdar, Pendik gibi yer adlarıyla, Bizans’tan miras aldığımız bir şehir burası. Fakat sokaktaki insan çoğu zaman bunların farkında bile değil. Yağmalarla, yangınlarla, depremlerle ve zamanla aşınmış, üzerlerine tabelalar asılmış, delinmiş, sarılmış, yeni inşaatlar arasında kaynatılmış bu tarihi eserlere bakar ama görmeyiz.

Sadece sokaktaki insan mı? Geçenlerde, ‘Cahiliye Dönemi’nin Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, 1932 yılından beri protokol cenazelerinde çalınan Chopin’in “Opus 35, 2 numaralı Sibemol Minör Piyano Sonatı”nı eleştirerek, “Cenaze törenlerinde Polonyalı müzisyenin Cenaze Marşı adını verdiği bir müziğinin çalınması doğru değil. Bizim kendimize ait değerlerimiz, kültürümüz var. Itri’nin Tekbir’i var ki, muhteşem bir bestesidir” dedi. Peki… “Bizim kültürümüz” diye önerdiği Klasik Türk Musikisi özünde Bizans (Rum Ortodoks Hıristiyan) kilise müziği değil midir? Elbette! Ancak bizim dinciler, Osmanlı’yı idealleştirip hayallerinin istediği oranda tarih yazarlar! Klasik Türk Musikisi’nde, Bizans (Rum Ortodoks Hıristiyan) etkisini kabul etmezler. Oysa kazara, kiliseye gidip Rum Ortodoks ilahilerini dinleseler şaşırıp kalacaklar. Görmez’in “Cenazelerde çalınsın” diye önerdiği “Itri’nin Tekbir’i” segah makamındadır ve segah Ortodoks kilise makamıdır! Cehalet zor zanaat… Şimdi sorsun bakalım Sönmez, şehitler cenazelerini Bizans kilise müziği ile uğurlamak isterler mi? Sistematik olarak “ötekileştirdikleri”, hiçbir şey olmazsa 29 Mayıs’larda tekrar tekrar fethetmelere doyamadıkları İstanbul üzerinden mütemadiyen itip kaktıkları, dışladıkları, yabancılaştırdıkları Bizans’ın müziğini kabul eder mi bu insanlar artık?

Velhasıl, Bizans tarihi ve kültürüne dair bu derin cehalet kimlik bunalımlarımızda cepheyi genişletiyor. Zira tarihi benimsemediğiniz zaman coğrafyayı da benimseyemiyorsunuz. Kimliğin oturmadığı, iyi tarif edilmediği, kabul edilmediği ve eksik teşekkül ettiği yerde “ortaya sadece karnını doyurmaya kalkan ve mütemadiyen bunu tekrarlayan garip bir toplum çıkıyor”. Tabii sahiplenmek için sevmek, sevmek için bilmek gerek. Bizans’ın sadece entrikalardan ibaret olmadığını, dünya tarihine, Batı’ya damgasını vurmuş çok yönlü bir medeniyet olduğunu ve bizi derinden etkilediğini insanlara bir şekilde anlatabilmeli. Akademik bilgi, artık bir zahmet fildişi kulelerinden inip toplumu beslemeli. Ama nasıl?

Halka açık sempozyumlar bir başlangıç olabilir. Bu bağlamda, dünyanın dört bir yanından gelen Bizans hocalarının kendi ihtisas dallarında bildiriler sunduğu Uluslararası Sevgi Gönül Bizans Araştırmaları Sempozyumu iyi niyetli bir çağrı. Geçen hafta sonu, ‘İstanbul’da yaşayıp bu şehri kuranları tanımamak ayıptır’ diyerek davete icabet ettim. Bizans’a dair yıllardır hasretle beklediğim bir buluşma. Aman pek heyecanlıyım. Erkenden gidip en ön sırada yerimi aldım hemen. Öyle ki, protokolde İlber Ortaylı’yla dirsek dirseğe oturuyoruz. Elimde program akışı, evire çevire okuyorum. Ve fakat ufak bir sıkıntı var; uluslararası standartlarda, prestijli bir sempozyum olmanın gereği bütün sunumlar İngilizce. Hem de öyle böyle değil; teknik, akademik, iç bunaltıcı bir İngilizce. Eyvah.

İngilizce ile ilgili bir problemim yok, çok şükür. Ama arkama dönüp baktığımda, salonun yarısından fazlası kulaklıklarını takmış, simültane çeviriden medet ummakta. Bu kadar teknik konularda simültane çeviri ne derece işe yarar, bilemedim. Düşünsenize Mr. Redford elindeki kağıttan haldır haldır İngilizce okuyor, sen arkada kan-ter içinde Türkçe’ye çevirmeye çalışıyorsun. Ne anlamlar kayar, ne cümleler düşer, ne kelimeler yutulur o karambolde. Zaten simültane çeviri deyince hep aklıma, cümleleri çekiştire çekiştire bize gece/gündüz I. Körfez Savaşı’nı anlatan TRT spikerleri gelir. Tüylerim diken diken.

Evet sempozyum “uluslararası” ve ne güzel. Dolayısıyla da İngilizce kullanımı da anlaşılır. Ama eğer “amaç”, ya da en azından “amaçlardan biri”, Bizans medeniyetini olabildiğince geniş kitlelere tanıştırmak ise, “araç” dil değilse nedir? Diğer türlü “Bizans tarihi ötekileştiriliyor, dışlanıyor” diye dövünmenin ötesine nasıl geçilir? Akademik camianın ‘körler’ ve ‘sağırlar’ olarak birbirini ağırlaması halkı karanlıkta bırakmaz mı? Üstelik Bizans medeniyetinin merkezi Anadolu. Dolayısıyla bu konuda çalışan yabancı akademisyenlerin çoğu Türkçe öğrenmiş. Yani Türkçe sunumları takip edebilecek altyapıları var. Ve fakat tüm bunlara rağmen, bu toprağın akademisyenleri de meramlarını İngilizce anlatmaya soyununca, İsmet Zeki Eyüboğlu düştü aklıma: “Kendi dilini beğenmemiş, sevmemiş Anadolu bilginleri. Anadolu’da çıkan buluntuları yabancı dillerde yayımlamayı, yapıtlarını yabancılara satmayı bilimsel bir başarı sanmışlar. Böylece bilimi yabancıların tekeline verenler bilmeden kendi toprağına kötülük edenlerdir”. Sonra Oktay Sinanoğlu’nun sesi çınladı kulaklarımda: “Türkiye’de önemli bir sorun var: 200 senedir milletin içine adım adım işletilmiş, kılcal damarlara kadar inmiş ve İngilizce eğitim sistemiyle körüklenen bir aşağılık duygusu. İngilizce eğitimle hiçbir şey öğrenilemez. Bir insanın az bildiği bir dilde bir şey öğrenmesi mümkün değildir. Varsayalım ki size fiziğin temel kavramlarını öğretecek kişinin de yarım yamalak bir İngilizcesi var. Yahu, bunu kendi dilinde anlatsa zor anlarsın zaten ”.

Bizimkisi de o hesap. Bizans medeniyeti; Yunan, Roma, Hıristiyan ve Yahudi kültürel unsurlarının kompleks bir birleşimini yansıtır. Ve burada oturmuş, adamların 1.000 küsür yıllık çetrefil tarihinden bahsediyoruz. Türkçe bile anlamamız zorken, gün boyu ağır, ağdalı, akademik İngilizce ile sunum dinlemekten beyin haşlama olmuşuz. Diğer taraftan verilen bilgiler inanılmaz değerli. Dinlemesen olmaz, dinlemeye çalışsan anlamak namümkün. İşte böyle bir ahval-i perişan içerisinde, sempozyumun ikinci günü öğleden sonraya doğru, Ordu Üniversitesi’nden bir öğretim görevlisi çıktı sahneye. Işıklar, ses düzeni, sunum…vs. hepsi ayarlandıktan sonra Dr. Seçkin Evcim mikrofonu hafifçe kendisine doğru çekerek başladı konuşmasına. Ama Türkçe! Salonda kocaman bir şaşkınlık. İnanamadık. Söylediği her kelimeyi anlıyoruz. Ne büyük rahatlık, ne büyük kolaylık Tanrım. Hem anlatan, hem dinleyenler için. Uluslararası akademik camianın gözünün içine baka baka, “ulusalcılık” safsatalarından ürkmeden ‘Türkçe bilim yapmak’ cesaret istese de, Dr. Evcim’in bu duruşu izleyicide de karşılık buldu. Zira üç günlük sempozyum boyunca diğer tüm hocalar ayıp olmasın diye cılızca geçiştirilirken, Evcim noktayı koyar koymaz dakikalarca alkışlandı. Çay molasında tebrik için yanına gidip, Türkçe vurgusunun bilinçli olup olmadığını sordum. “Türkçe sunum yapmak bilinçli bir tercihti. Böylece hem biraz daha fazla insana ulaşmak hem de ‘Türkçe bilim yapmayı da unutmayalım’ mesajını vermek istedik. Türkçe olması da konuya ilgiyi arttırdı zaten” dediğinde bilimi halka indirebilme çabasını okudum gözlerinde.

Elbette ki onca alkışın sebebi sadece dil tercihi değildi. Ordu Üniversitesi’nden Öğretim Görevlisi Dr. Seçkin Evcim’in, Eskişehir Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölüm Başkanı Prof. Dr. B. Yelda Uçkan ile birlikte hazırladığı “Da Vinci’nin Şifresi” tadındaki sunumunda, Frigya Bölgesi’nde (Eskişehir, Afyonkarahisar, Kütahya üçgeni arasında yer alan coğrafya) kayalara oyulmuş Erken Hıristiyan Dönemi kiliselerindeki sembollerden yola çıkarak Avrupa’daki Gnostiklere kadar uzanan bir gelenekten bahsetti bize. Nefes almadan dinledik. Öyle bir hikaye ki, içinde hem Anadolu, hem onun baş tacı olmuş “Ana Tanrıça”, hem Bizans, hem de Bizans’ın resmi dini Ortodoks Hıristiyanlıkla uyuşmadıkları için “heretik”, “din-dışı”, “sapkın” ve “öteki” ilan edilen Gnostik Hıristiyan cemaatlerin yaşadığı Frigya Vadisi var. Daha ne olsun? Şimdi bu “beş-benzemez” kahraman arasındaki akıl almaz bağlantıları inceleyelim…

Anadolu’nun baş tacı: “Ana Tanrıça”
Bilindiği gibi, ilk tanrısal tasvirler içerisinde en ünlüsü MÖ. 30.000’lere tarihlenen Willendorf Venüsü’dür. Bu çıplak kadın heykelciği, Paleolitik Çağ insanının düşüncesinde tasarlanan ilk tanrıçaydı. Aynı zamanda o dönem insanının doğayla kadın arasında kurduğu ilişkinin de bir göstergesi. Doğurgan, besleyici ve anaç olan doğa elbette ki kadın olmalıydı. İlk tanrı doğaydı, doğa da kadın. Kadının ve doğanın yaratma kabiliyeti, eski toplumlar için vazgeçilmez bir gereklilikti. Çünkü ölümün karşısında durabilen tek güç doğurganlıktı. Kadın, bedensel özellikleri ile erkek karşısında son derece üstün durumdaydı. Besin kaynaklarının zor elde edildiği bu dönemde, göğüslerinden akan süt ile mucizevi bir şekilde hazır besin üretebiliyor ve bununla dünyaya getirdiği insanı besleyip büyütebiliyordu. İşte, insanlığı yaratanın “Ana”, yani doğuran kadın, olduğuna dair düşünce bu üstünlükler çerçevesinde gelişerek “Ana Tanrıça” ile ilgili inanç sistemini oluşturdu.

venusofwillendorfŞekil 1 – Willendorf Venüsü

Samuel Noah Kramer, Mezopotamya’daki tanrıça için “Dünyanın hiçbir yerinde kadın bu kadar uzun süre ve bu kadar güçlü olmamıştır” diye yazar. Özgür, güçlü, yaratıcı ve üretken kadınların erkeklere egemen olduğu matriyarkal sistem ile idare edilen Anadolu’nun Ana Tanrıçası da, Mezopotamya’daki kız kardeşlerinden hiç de geri kalmıyordu. Anadolu’da baba Tanrıdan çok önce Ana Tanrıçaya tapınıldı. Her ne kadar MÖ. 10.000’lere dayanan Göbeklitepe ikonografisinde erkek figürler ön plana çıksa da, aynı dönemde Anadolu’nun başkaca yerlerinde; kadının doğanın hakimi, sorumlusu ve çözüm üreteni olarak görüldüğü toplumlar ağırlıktaydı. Neolitik Çağ’da, Şanlıurfa Nevaliçori ve Diyarbakır Çayönü gibi merkezlerde bereket kültünün ana ögesi olan kadın temsilleri ya da MÖ. 7.000’lerde dünyanın en büyük Neolitik yerleşim merkezlerinden biri sayılan Çatalhöyük’te Willendorf Venüsü’nü andıran iri göğüslü, koca kalçalı ve göbekli kadın heykelcikleri bu inancın Anadolu topraklarındaki devamlılığına işaretti. Çatalhöyük’ün leoparla tasvir edilen Ana Tanrıçası, varlığını binlerce yıl sürdürerek Kibele, Artemis ve Hekate gibi Ana Tanrıça kültlerinde de etkisini devam ettirdi. Mezopotamya ya da Anadolu… Ana’ya yöneltilen hep aynı bakış, aynı sevgi, aynı içtenlikti…

MÖ. 2.000’lerde Anadolu’da yazılan ilk yazıyla, bu toprağın en eski tanrıçasının adlarından birinin “Kubaba” olduğunu öğrendik. “Dağ Tanrıçası” diye de çağırılıyordu. Çünkü dağlar O’nun tahtıydı. “Diriye ve ölüye hükmeden” Tanrıça oralarda algılanırdı. Gücü kayalarda gizliydi. Tanrıça’nın tapınağı kayanın özünden özümlenmişti. Doğaldır ki bugün hala eskinin bir çok dağında, kayasında O’nun hükmünün izleri vardır. İşte bu yerli Anadolu düşüncesi, Erken Demir Çağı’nda, genellikle duvarda küçük girintiler şeklinde yapılan “mihrap”larla, Frigyalılara, Urartulara ve tüm diğer Anadolu halklarına mal oldu. Mihraplar, kayanın derinliklerinde “var olduğu” düşünülen “Tanrıçanın Evi”ne açılan “kapı”lardı. Bugün bile Anadolu insanının onlara “kapı” demesi bundandır. Bu kapılar sanki bir “hiçliğe”, özde bir soyutluğa açılır. “Tanrıça’nın Evi”, üstte bütün görkemiyle göz kamaştıran “kabuk” değil, bu “kapı”lardan girilen dağın, kayanın derinliğindedir.

Midas AnıtıŞekil 2 – Midas Anıtı (Yazılıkaya), Han, Eskişehir

Kapadokya’daki gibi nispeten kolay işlenebilen tüf kaya oluşumlarıyla kaplı Frigya Vadileri’nde de, bir taraftan günümüzden 2.700 yıl öncesinde yaşamış Frigler’in Ana Tanrıçaları “Magna Matar” ı kutsamak için yaptıkları onlarca kaya tapınağı, mihrap, niş, altar, heykel ve kabartma; bir tarafta Helenistik ve ardından Roma dönemlerine ait kaya mezarları; bir tarafta da Bizans dönemine ait kaya kiliseleri kah üst üste, kah yan yana, kah iç içe bulunur. Zira bölgede Frig döneminde başlayan kaya kütleleri içine kilise ve şapel gibi dini işlevli mekanlar yapma geleneği Roma ve Bizans döneminde de aynı hızla devam etmiş.

Peki, nasıl oluyor da Hint-Avrupa kökenli bir topluluk olan Frigler, bu coğrafyanın en büyük inancı olan Ana Tanrıçayı, her fırsatta dağlara taşlara işleyecek kadar çok benimsemişler? Nasıl oluyor da, dağı taşı Ana Tanrıça’nın kutsandığı mabetlerle donatmışlar? Nasıl bu kadar çabuk Anadolululaşmışlar? Dr. Seçkin Evcim’e göre Frigler Anadolu’ya gelmeden önce de muhtemelen Ana Tanrıça kültüne sahiptiler. Zira savaşçı bir topluluk değiller. Aksine, tarımla uğraşan, doğayla iç içe, barışçıl bir kültürleri vardı. “Aslında dünyanın her yerinde, özellikle de tarım ve hayvancılıkla geçinen toplamlarda ana tanrıça inanışı yaygındır. Zira geçimini ekip biçmekle sağlayan insanlar için en öncelikli mesele üreme ve doğurganlık. O yüzden, insanlık tarihinin en eski tanrıları aslında tanrıçalardır. Tabii ki bu tarıma dayalı ve barışçıl toplumların yaklaşımı. Varlığını ticaretle ya da savaş ekonomisi (yağma, talan, toprak fethetme…vb) ile sürdüren kültürlerin ise tanrı figürleri genellikle erilleşir” diyor Dr. Evcim.

Frikya Krallığı

Şekil 3 – Friglerin Anadolu’daki varlıkları

 

Frigler: “Anadolululaşan” Avrupalılar

Tarihçi Herodot ile coğrafyacı Strabon’a göre Frigler, o dönemin Slavcasını konuşan Avrupalı bir kavimdi. Muhtemelen Makedonya civarından Anadolu’ya göç ettiler. Yani Trakya kökenli bir topluluk. Tabii Antik dönemde “Trakya” dediğimiz bölge, bugünkü Yunanistan, Bulgaristan, Romanya gibi Avrupa’nın güney doğusundaki coğrafyaları kapsar.

Frigler, Anadolu’yu yurt edinmek istediler. Ve büyük olasılıkla MÖ. 1.200-1.000’lerde kadın erkek, çoluk çocuk yollara düşüp geldiler. Kimi yerden savaşarak, kimi yerden savaşmadan geçtiler ve başlangıçta Eskişehir, Afyonkarahisar, Ankara ve Sakarya vadilerine yerleştiler. Ama gelir gelmez hemen bir krallık kurmadılar. Bir süre sonra Muşkilerle birleşerek Hititleri yıktılar. Hititlerin dağılmasından sonra o coğrafyada iki büyük güç ortaya çıktı; Batı’da Lidya, Doğu’da ise Frigya Krallığı.

MÖ. 750’lerde dağınık Frig topluluklarını siyasal bir birlik altında toplamayı başaran ilk kral, Gordias oldu. Krallığının başkenti de, kendi adından türeyen Gordion’du. Kral Gordias, Thelmessos’lu (Fethiye’li) bir kadınla evlendi ve Midas adında bir oğlu doğdu. Efsanelerde “eşşek kulakları” ile ünlenen Midas’ın Frig tahtına geçtiği ilk yıllarda ülkenin en önemli düşmanı Asurlar’dı. Midas, önce Asurlar’la barış yaparak Güneydoğu sınırlarını güvence altına aldı. Ardından Batı ülkeleriyle dostça ilişkiler kurmaya yöneldi. Önce Batı Anadolu kentlerinden bir olan Kyme kralının kızıyla evlendi. Fildişi tahtını ise Delfi’deki Apollon Tapınağı’na armağan ederek Kıta Yunanistanı ile ilişkileri güçlendirdi. Midas döneminde (MÖ 725-695) Frigler bütün Orta ve Güneydoğu Anadolu’ya egemen oldular.

Frigler, MÖ. 750-300 yılları arasında, yani sadece 450 yıl gibi çok kısa bir süre, siyasi bütünlüklerini koruyabilmiş olmalarına rağmen kültür ve sanat alanında Anadolu’nun en güçlü uygarlıklarından birisini yarattılar. Kendi ekinlerini Anadolu’ya katarak zenginleştirdiler. Anadolu Ekini’nin etkisini de çokça hissettiler. Hint-Avrupa kökenli olmalarına rağmen şaşırtıcı bir hızla Anadolululaştılar. Bir yanda Helen, öbür yandan Geç Hitit etkileri altında kalarak Anadolu ağırlıklı özgün bir kültür oluşturdular. Mimarileri, Anadolu’nun kökleşmiş geleneklerini (yani Doğu’da Mezopotamya ve Batı’da İonya ve Yunanistan etkilerini) yansıttı. Sözlü edebiyatta çok ileri gittiler. Hatta hayvanların kahramanlaştığı “fabl” dediğimiz edebiyat tarzını icat ettiler. Antik Yunan’ın edebiyatını ve müziğini derinden etkilediler.

Ekonomileri tarım ve hayvancılığa dayalı barışçıl bir toplum olan Frigler, askerliğe fazla önem vermediler. Sadece kral ve sarayı koruyan birlikler kurdular. Elbette ki bu durum kanunlarını ve inanışlarını da derinden etkiledi. Mesela öküz öldürmenin ya da saban kırmanın cezası ölümdü. Din bakımından da, Anadolu’da kökleşen gelenekleri sürdürüp, Hititler gibi birden çok tanrıya inandılar. Ancak bir çiftçi ve köylü medeniyeti olarak Frigler en çok; toprak, doğurganlık ve bereketi simgeleyen Ana Tanrıçaya güvendiler, ona bel bağladılar. Anadolu’nun en önemli Ana Tanrıçası olan Kibele’ye, “Matar” (“Anne”, “Mother”) ya da “Magna Matar” (“Yüce Ana”) dediler. O, genç kızların, doğanın, şehirlerin, bolluğun ve tarımın koruyucusuydu. Dağlarda yaşadığına inandıkları Tanrıça Matar için Frig Vadileri boyunca kayaların içine tapınaklar yaptılar v Tanrıçayı o tapınaklarda kutsadılar.

Gnostik

Şekil 4 – Frigya Bölgesi “Magna Matar” heykelleri

Bizans’a karşı Frigya bölgesindeki Gnostik Hıristiyan Direniş

Zaman içerisinde önce Helen uygarlığı Frigya’yı ele geçirdi. Ardından Roma İmparatorluğu bölgeyi topraklarına kattı. Romalılar genellikle tebaalarına dinsel açıdan baskı yapmadıkları için muhtemelen Roma dönemi boyunca Frigya bölgesinde, Kibele/Magna Matar inancı yine birinci sıradaydı. Hatta bir dönem Magna Matar kültü Roma’ya bile ihraç edildi.

Roma İmparatorluğu’nun henüz Hristiyanlığı resmi olarak kabul etmediği dönemde, pek çok Hristiyan mezhebi ortaya çıkmıştı. Ancak özellikle MS. 391 yılında Hıristiyanlığın devlet dini unvanını kazanmasının ardından Pagan kültünün uygulanması yasaklanmış, tapınaklarının kapatılması emredilmiş ya da değiştirilmiş kullanımlar önerilmişti. Ancak genellikle, kült yapılar yakılıp yıkılarak yerle bir edildi. Bunun yanında, yıkımları yasaklayan ya da haçın yapıya asılarak günahının çıkarılmasını sağlayan kararnameler de çıkarıldı. Bütün kutsal alanların aynı anda terk edilmesi ve Hıristiyanlığa uyarlanması hemen gerçekleşmedi. En azından belli bir süre daha Paganlar, Ortodoks Hıristiyanlar ve ana akım Ortodoks Hıristiyan inancına karşı direnen Gnostik Hıristiyan mezhepleri yan yana varlık gösterdiler.

Ancak zaman içerisinde Bizans, kimliğini sadece ve sadece iki nokta üzerine oturtmayı seçti:

1) Helen kültürü
2) Ortodoks Hristiyanlık

Bizans devlet yapısı, fethettiği yerlerdeki yöre halklarını kendisinden sayabilmesi için öncelikle bu iki kimliğe sahip olmalarını bekliyordu. “Yani Yunanlaşmış ve Ortodokslaşmış tebaa makbuldü. Tabii bu tercih, bu iki ana yolu da takip etmeyen topluluklar üzerinde ciddi bir baskı oluşturdu. Bizans, hem devlet mekanizması hem de kilisesiyle, sürekli olarak kendisi gibi olmayan bu grupların üstüne gitmiş, onları da kendisine benzetmeye çalışmıştı. Frigya bölgesinin yerli halkları ise kendi inançlarını yaşatmakta ısrarcı oldular. Öyle ki, Bizans İmparatorluğu’nun kalbinde yer almasına rağmen Frigya bölgesinde, bu merkezi otorite ile çatışma hali 4. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar aralıksız devam etti. Burada yaşayan halklar hiçbir zaman istenildiği kadar “Bizanslı” olamadı. Belki de bu yüzden Bizanslılar, Frigya Bölgesi’nde yaşayanlara “Katafrigian” (“Aptal/Kalın kafalı/Anlayışsız Frig”) der” diyor Dr. Evcim.

Frigya bölgesi, Bizans döneminde pek çok Erken Hristiyanlık mezhebine ev sahipliği yapmış. Onca mezhebin üstüne bir de Bizans’ın tehcir politikaları binmiş. Hemen hemen her imparatorluk gibi Bizans da, gerekli gördüğü hallerde, belli toplulukları mevcut yerlerinden sürgün etme politikası izlemiş. Bu bağlamda dönem dönem Slavlar, Bulgarlar, Ermeniler ve Athinganiler’i getirip Frigya bölgesine yerleştirmişler. Yerliler hali hazırda, Helenleşme ve merkezi kilise otoritesi ile sorunlar yaşarken, dışarıdan getirilen bu halkların inanışları da Frigya’nın aykırı duruşuna katkıda bulunmuş. Yeni gelen mezhepler de eklenince Frigya bölgesi, Bizans için her zaman “sorunlu”, her zaman “öteki” olmuş.

Ana Tanrıça’dan “Havva’nın Kızları”na, Meryem Ana’dan Anadolu Bacıları’na…

Frigya’nın yerli halkları, güçlü kültürel altyapıları sayesinde, Ana Tanrıça ile simgelenen “kadın”a verdikleri değeri, Hıristiyanlığın içine de sızdırmaya başlamışlar. Dr. Evcim, bölgede ortaya çıkan ilk Hristiyan cemaatlerinden biri olan Montanizm’in, Frigler’in Magna Matar kültü ile ilişkili olabileceğini düşünüyor. “Frigya’yı Frigya yapan bir Ana Tanrıça inancı var. Hristiyanlaşma rüzgarları esmeye başlayınca bu insanlar kültürlerine işlemiş olan Ana Tanrıçayı nasıl unutabilirler ki? Unutmadılar. Hatta ve hatta, Ortodoks/Bizans kültürünü benimsemedikleri gibi, Kibele/Magna Matar inanışlarını da bu yeni dinin içine soktular. Örneğin, Montanizm adlı Hıristiyan mezhebi kadınla ilgili değerleri kutsal sayar. Antik kaynaklara göre bu cemaatin kurucusu Montanus, Hristiyan olmadan önce muhtemelen bir Kibele ya da Attis rahibi idi. Belki de bu yüzden kurduğu mezhep, kadın ve kadınlıkla ilgili değerleri, ön plana çıkarıyordu. O dönem ana akım olan Ortodoks Hıristiyanlık kadınlara kilisede konuşmayı bile yasaklarken, Montanizm’de kadınlar rahip olabiliyor, vecd halinde ayinler yapıyor ve cemaati vaftiz edebiliyorlardı. Zaten o yüzden kilise tarafından “heretik”, “din-dışı” ve “sapkın” ilan edildiler. Zamanla üzerlerindeki baskılar arttı. Hatta bir grup Montanist, Aya Sofya’yı inşa ettiren imparator I. Jüstinyen döneminde, Bizans askerlerince katledilmektense kendilerini kiliselerine hapsedip yaktılar”.

Anadolu’da bugün Uşak sınırları içerisinde kalan Pepuza ve Tymion’da ortaya çıkan Montanizm mezhebinin en önemli özelliklerinden birisi de “Havva’nın Kızları” olarak anılan Priscilla ile Maximilla adında iki kadın peygamberinin olmasıydı. Montanizm geleneksel cinsiyet rollerini reddetmiş ve kadınların hareketin bütün aşamalarına tümüyle katılmalarına izin vermişti. Onlara göre kiliselerde kadınlar da rahip olabiliyordu. Havva, bilgi ağacının tadına bakan ilk insandı, dolayısıyla kadınlara da bilgelik bahşetmişti. Ancak bu kadın peygamberler şeytanla sözleşme yaptıkları gerekçesiyle diğer Hristiyanlarca suçlandılar. Montanus ve taraftarları hakkında, küçük çocukları kesip yedikleri, bakır iğnelere batırarak kanlarını çıkarıp una katarak kutsal ekmeği hazırladıkları yönünde gerçek dışı efsaneler üretildi. Çok geçmeden, Montanizmin Uşak’taki merkezi olan ve “Yeni Kudüs” sayılan Pepuza kenti ve kutsal kalıntılar yakılıp yıkıldı. Montanist kiliselerine tamamen el konularak susturuldular. Akıllarda Maximilla’nın, alnına şeytan çıkarıcı yağı sürenlere söylediği şu sözler kaldı: “Bir kurt gibi kuzuların yanından uzaklaştırılıyorum. Ben kurt değilim. Ben sözüm ve Ruhum ve Gücüm!”.

Dr. Seçkin Evcim’in bildirisinde bahsi geçen bir başka ilginç ayrıntı ise, Frigya Bölgesi’nde tespit ettiği 60’tan fazla kaya kilisesinden biri olan İbrahim İnleri Kaya Kilisesi’nin duvarlarındaki bir kabartma unsurunda gizli. Kök boyası neredeyse tamamen dökülmüş olduğu için tam olarak anlaşılmasa da muhtemelen “Hodegetria (Yol Gösterici) Meryemi” dedikleri pozdaki (yani bebek İsa’yı kucağında taşır vaziyette ayakta duran) bir Meryem Ana figürü bu. Ve adeta kendisinden asırlar önce Frig kaya tapınaklarında tanrıça Magna Matar için yapılmış yüzlerce niş/heykel/kabartmanın bir izdüşümü. Sanki tanrıça Magna Matar aradaki uzun zaman ve inanç farklılığına rağmen İbrahim İnleri Kilisesi’nde karşımıza Meryem Ana olarak çıkmış gibi. Kültürel hafıza böyle bir şey olsa gerek!

Phrygia_-¦brahiminler Kilisesi Hodegetria Meryem kabartmas-¦

Şekil 5 – Frigya Bölgesi’ndeki İbrahim İnleri Kaya Kilisesi’nde Hodegetria (Yol gösterici) Meryemi andıran kabartma

Aslına bakılırsa, Ana Tanrıça öyle derine işlemiş ki, Müslüman Anadolu’da dahi bu inancın izlerini taşıyan güçlü kadınlar görebiliyoruz. Örneğin, tasavvuf kökenli geleneklerden biri olan Ahiliğin kurucusu Ahi Evren’in karısı Fatma Bacı, “Anadolu Bacıları” (Baciyan-ı Rum) adlı bir kadın örgütü kuruyor. Hacı Bektaş Veli’nin de kendisine saygı gösterdiği ve karşılaştığı güçlükleri çözmek için ondan yardım aldığı biliniyor . Ya da mesela, Anadolu kırsalında, kadının kudreti yuvayı dişi kuş yapar sözünde vücut buluyor. Bu yerleşik inancın özü, bolluk kaynağı Ana Tanrıça’nın; evleri, ekinleri, kadınları, tarımı koruyucu kanatları altına aldığı çağlardan gelir. Kadının üretici olduğu, ailenin geçimini üstlendiği dönemlerdir bunlar. Evin yükü, evin düzeni, bakımı kadının sırtındadır. Bunun örneklerini Anadolu köylerinde hala görmekteyiz . Ve en bağnaz dönemlerde bile aslında Anadolu insanı tanrısıyla hep içli dış olmaya devam etmiş. Bugün bile işimiz ters gittiğinde “Kahpe Felek!” diyerek dostça bir küfür savururuz. Kimdir bu Felek, hiç düşündük mü? Kültürel hafızamıza kayıtlı Tanrıçamız olmasın…

Frigya bölgesinde yaşayan topluluklar, Frigler’den yüzyıllarca sonra bile kendilerine dayatılana karşı durmasını bilmiş, Ortodoks/Hristiyan/Bizans ya da “egemen” kültürü hiçbir zaman tam olarak benimsememiş, içselleştirememiş. Acaba bu coğrafyada tarih boyunca görülen bu direnişin günümüze yansımaları var mı? Bu sorunun cevabı, bildirinin yazarlarından biri olan Prof. Dr. B. Yelda Uçkan’ın sempozyumda anlattığı tatlı bir anekdotta saklı: “Sanılanın aksine Frigya kırsalında, yani köylerde, kadın hala toplumdaki ayrıcalıklı yerini koruyor. Ama sadece görece daha az kültürel erozyona uğramış köylerde durum böyle. İllerde, ilçelerde, kasabalarda değil. Akademik çalışmalarımız için bölgedeki köylere gittiğimizde, karısına sormadan bize bir parça ekmek veremeyen erkekler gördük. Karnımız çok aç. Adamın da ekmeği var. Bize vermek istiyor ama önce karısından izin alması gerekli. Aynı şey mesela tapu işlemlerinde de çok sık görülürmüş. Alıcı-satıcı anlaşıyor, el sıkışıyor, her şey tamam. Tapuya gidiyorlar ama satıcı birden bire ‘Benim bir danışmam lazım’ diyerek geri çekiliyor. Danışacağı kişi kim? Ulu orta söylemiyor tabii ama elbette karısı”. Anadolu’da kemikleşmiş “Ana Tanrıça” imgesi, tanrısal bulunan güçlü kadın olarak algılara, genlere böylesine işlemiş demek ki.

Gnostik Hıristiyan mezheplerin Frigya ve Avrupa’daki izleri

Frigya her zaman için farklı mezhep ve cemaatlerle ana akıma karşı çıkmış bir bölge. Resmi inanç yapısıyla uyuşmayı reddetmişler. Peki bu tercihlerinde, Bizans tehciri ile bölgeye yerleştirilen “azınlıklar”ın da rolü olmuş olabilir? Malum, Bizans dönem dönem, çeşitli nedenlerle, Slavları, Bulgarları, Ermenileri ve Athinganileri Frigya’ya sürgün etmiş. Bir de tam tersi, Frigya Bölgesi’nde yaşayıp da zamanla başka bölgelere (Ege Adaları, Trakya, Makedonya…vb) yerleştirilmiş olanlar var. Acaba yaşanan bu karşılıklı göç trafiği, bir takım sanatsal etkileşimler doğurmuş olabilir mi? İşte Prof. Dr. Uçkan ve Dr. Evcim, Bizans döneminde Slav ve Bulgar nüfusun yaşadığı Bulgaristan, Yunanistan, Hırvatistan, Bosna gibi coğrafyaları tarayıp, Frigya Vadileri ile aralarında sanatsal benzerlikler olup olmadığını araştırmışlar. Ve sonuçlar şaşırtıcı!

Mesela, Afyonkarahisar’daki Kırkinler Kaya Kompleksi tavanında, güneş diski içinde görülen haç tasvirleri, Mısır’da “Koptik Haç”, Avrupa’da “Norman Hacı”, “Kelt Hacı” ya da “Latin Hacı” dedikleri figürlere çok benziyor. Prof. Dr. Uçkan ve Dr. Evcim, bu sembollerinin benzerlerine Yunanistan ve Bulgaristan’daki Bogomillere ait mezar ve adak taşlarında da rastlamışlar. Bizans devletinin Frigya bölgesine Bulgarları yerleştirdiklerini biliyoruz. Ayrıca Slavlar da 8. ve 12. yüzyıllar arasında çeşitli dönemlerde İç Anadolu’ya yerleştirilmişler. Dolayısıyla Bulgar ve Slav etkisinden bahsedilebilir belki.

Kaya Kilisesi

Şekil 6 – Kırkinler Kaya Kilisesi, İscehisar, Afyonkarahisar

Bogomil MezarlığıŞekil 7 – N. Chalkidona’daki Bogomil Mezarlığı

Diğer taraftan, yeşerecekleri toprakları Frigya bölgesinde bulan, ana akım Ortodoks Hıristiyanlık karşıtı Gnostik mezhepleri 5 ana grup altında toplamak mümkün:

– Montanizm – Frigya bölgesindeki yerli kültürün yarattığı bir mezhep. “Yeni Kehanet” olarak da bilinen Montanizm’de Ana Tanrıça Kibele kültünün kolay kolay silinmeyen izlerini görmek mümkün. Kadını kutsal sayıyorlar. Kadın peygamberleri ve din görevlileri var.
– Novatianizm – Frigya bölgesindeki yerli kültürün yarattığı bir mezhep. Novatian, “Temizler” demek. Kendilerini “Temiz Hristiyanlar” olarak tanımlamışlar. İnançları Montanizm’le benzer özellikler taşıyor. Merkezi kilise otoritesi ve devlet tarafından dışlanarak zamanla kaybolmuşlar.
– Pavlikan – Frigya bölgesine dışarıdan ithal edilen bir mezhep. Pavlikanlığın Ermenistan’da doğduğu biliniyor. Anadolu’daki merkezi ise Sivas Divriği. Ama Frigya bölgesine hızla sirayet ediyor. Zaten Frigya bölgesinin resmi Bizans Hristiyanlık anlayışıyla derdi olduğu için Pavlikanlar Frigya’da yayılmayı bir fırsat olarak görmüş olabilir ya da Frigya bölgesi halkları Pavlikanların fikirlerini daha kolay kabul etmiş olabilirler. Mesela Pavlikanlar resim sanatına kesinlikle karşıydı. Frigya bölgesindeki kaya kiliselerinde de çok az duvar resmi görürüz. Bu sadelik tercihi, bir Pavlikan etkisini gösteriyor olabilir.
– Bogomiller – Frigya bölgesine dışarıdan ithal edilen bir mezhep. Bogomillerin, Pavlikanların etkisiyle 11. yüzyılda Bulgaristan’da doğduğu düşünülüyor. Dünyanın şeytan tarafından yaratıldığına dolayısıyla da günahla dolu olduğuna inanırlar. Bogomillerin İç Anadolu’ya geldikleri kesin ama nasıl geldikleri tam olarak bilinmiyor. Ayrıca bir de Bizans devleti tarafından bölgeye yerleştirilen Bulgarlar var. Belki de Bogomilizm Frigya’ya girişi bu Bulgarların etkisiyle olmuştur.
– Athingani – Frigya bölgesine dışarıdan ithal edilen bir mezhep.

Bogomil - Harita

Şekil 8 – 10. ve 15. yüzyıllar arasında Pavlikanların ve Bogomillerin coğrafi dağılımı

Bütün bu mezheplerin hepsinde Gnostik bir yapı olduğunu söyleyebiliriz. Düalist bakış açısına sahiptiler. Dr. Evcim, muhtemelen sihir/büyü/astronomi ile ilgili de bir takım inançları da olduğunu düşünüyor ve ekliyor “Özellikle orta Bizans dönemi itibariyle düalizmin Frigya’da oldukça yaygın olduğu, buradan batıya doğru başta Pavlikanizm olmak üzere çeşitli kanallarla yayıldığı görülmektedir. Bölgede bu kadar farklı grubun yaşamış olup geriye hiçbir iz bırakmadıklarını düşünmek zordur, daha zor olan ise hangi izin hangi grubu-inanışı temsil ettiğini belirlemektir”.

Velhasıl-ı kelam; Anadolu ulusu kendi geçmişini, tarihini bilmiyor. 1071 yılından ötesini kendinden saymıyor. O dönemi bilmeden, öğrenmeden yok saydığı için tarihine karşı yabancılaşıyor. Oysa Anadolu ile ilgili yapılan bu benzeri çalışmalar, araştırmalar, buluntular gün ışığına çıkartılsa, toplumun gözü önüne serilse az çok aydınlanır bu konular. Özellikle bir inanç düzeninin nereden geldiği ortaya konsa, karanlıklar aydınlığa kavuşur birden. Halk, yaşattığı, bağlandığı inançların kökenine varınca geçmişin bilincine erer, kendini daha kolay tanır, anlar. Geçmişten kopmadığını, binlerce yıllık inançlarla, geleneklerle, göreneklerle eskiçağ yurttaşlarının izini sürdüğünü kavrar. Böyle uyanır toplumda tarih bilinci. Yoksa öyle astık kestik, ezdik geçtik nidalarıyla olmuyor.

Diren Anadolu!
Diren Frigya!
Diren Tanrıça!

 

Doğa Taşlardan

 

KAYNAKÇA

[1] İnalcık, Halil, Doğu Batı – Makaleler 1, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2005, 215

[2] İnalcık, a.g.e, 223

[3] Ortaylı, İlber, Türklerin Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2015, 20-21

[4] Ortaylı, İlber, Avrupa ve Biz, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2007, 62-63

[5] Ortaylı, İlber, Avrupa ve Biz, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2007, 210

[6] İnalcık, a.g.e, 16

[7] “Nevra Necipoğlu: Bizans’ı dışlayarak nasıl dünya kenti olacaksınız?”, 18 Ağustos, 2015,

http://www.hurriyet.com.tr/nevra-necipoglu-bizans-i-dislayarak-nasil-dunya-kenti-olacaksiniz-29819516

[8] Soner Yalçın, “Diyanet Başkanı’dan kilise müziği önerisi”, 21 Nisan 2016, http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/soner-yalcin/diyanet-baskanidan-kilise-muzigi-onerisi-1194285/

[9] Ortaylı, İlber, Türklerin Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2015, 20-21

[10] “Nevra Necipoğlu: Bizans’ı dışlayarak nasıl dünya kenti olacaksınız?”, 18 Ağustos, 2015,

http://www.hurriyet.com.tr/nevra-necipoglu-bizans-i-dislayarak-nasil-dunya-kenti-olacaksiniz-29819516

[11] Eyüboğlu, İsmet Zeki, Tanrı Yaratan Toprak Anadolu, Derin Yayınları, İstanbul, 2007, 5

[12] Sinanoğlu, Oktay, Hedef Türkiye, Otopsi Yayınları, Istanbul, 2002, 38

[13] Sinanoğlu, a.g.e, 281

[14] Gezgin, İsmail, Sanatın Mitolojisi, Sel Yayınları, İstanbul, 2008, 28

[15] Uzunoğlu, Edibe, Tarih Öncesinden Demir Çağ’a Anadolu’da Kadın, Çağlar Boyu Anadolu’da Kadın, Anadolu’da Kadının 9000 Yılı, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1993, 16

[16] Aydıngün, Şengül, Yerleşik  Hayat Öncesi: Yaratan Beden, Tunç Çağının Gizemli Kadınları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005, 12

[17] Cıbıroğlu, Yıldız, Anadolu’da Kadının Kültürel Şifreleri, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2011, 23

[18] Halikarnas Balıkçısı, Merhaba Anadolu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1980, 15

[19] Cıbıroğlu, a.g.e, 32

[20] Uzunoğlu, a.g.e, 17

[21] Çelebi, Binnur, Eskiçağ’da Kadın, Toprak Altındaki Kadının Sessiz Çığlığı, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2015, 111

[22] Tuncer, Ömer, İşte Anadolu, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 1993, 27

[23] Işık, Fahri, Doğa Ana Kubaba, Tanrıçaların Ege’de Buluşması, Suna-İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü Monografi Dizisi 1, İstanbul, 1999, 4

[24] Işık, a.g.e, 2

[25] Işık, a.g.e, 5

[26] Işık, a.g.e, 7

[27] Işık, a.g.e, 3

[28] Işık, a.g.e, 7

[29] Işık, a.ge, 2

[30] Ohri, İskender, Anadolu’nun Öyküsü, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2006, 39

[31] Tabbernee, William, Havva Kızlarının Dini, NTV Tarih Dergisi, Sayı 14, İstanbul, 2010, 1-6.

[32] Seipel, Wilfried, Efes Artemisionu, Bir Tanrıçanın Kutsal Mekanı, Kunt Historisches Museum’un Sergi Kataloğu, Viyana, 2008, 79

[33] Tabbernee, 1-6.

[34] Tuncer, a.g.e, 119

[35] Eyüboğlu, İsmet Zeki, Anadolu Mitolojisi, Derin Yayınları, İstanbul, 2007, 67

[36] Tuncer, a.g.e, 70

[37] Eyüboğlu, İsmet Zeki, Tanrı Yaratan Toprak Anadolu, Derin Yayınları, İstanbul, 2007, 8

 

1648060cookie-checkAna Tanrıça’dan İlk Hıristiyan “Sapkın”lara Frigya’da Direniş…

1 Yorum

  1. Sayın Taşlardan, yazdıklarına katılmamak elde değil. Bir anımla başlayayım. 1966’da Bozkurt Güvenç Hocam kısa bir sınav yapmıştı. Sınavda hepimiz sıfır çektik. Bizans kurumlarını, Osmanlının olduğu gibi kabul etmesini hiç birimiz kabul edememiştik.
    Daha sonra yaptığım bir çalışma bulgusu: Asya Eyaletinde vergi kaçırmamak için Romalı küçük tarım işletmeciliğini egemen kılmış. Fatih, İstanbul’u fethettikten ve sistemi oturttuktan sonra “Bir reeaya ancak bir öküzle sürecek kadar toprağı benim adıma işleyebilir” diyor. Aydın vilayetinde değişik köylerde yapılan Temettuat Yazımında (1845-1870 döneminde) küçük işletmecilik esas olarak ortaya çıkıyor. Cumhuriyet yönetiminde aynı usul sürmüyor mu? Bizde hiç Roma’nın etkisi mi olur!!!Cahillik diz boyu. Teşekkürler.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.