Bir Büyük Destandı Tahir’in Hayatı!

¨Hicri 21 Recep 1332, Miladi 15 Haziran 1914;¨
Pazartesi günü idi…
Öğle saatlerinde tüm Hüseynik Köyü uyuyordu.

Serdar Müteferrika Serhatlı – Roman, bisikletiyle tozlu köy yolundan evine doğru pedal basıp gelen bir genç çocuğun gözlemlerine ayrılmış birkaç paragrafın ardından, bana kalırsa, asıl bu tarihin verilmesiyle başlıyor:

Roman kahramanı Tahir, henüz on dört yaşında genç bir çocuk.

 Elazığ’ın bağlık bahçelik bir köyünde, Hüseynik’te bisikletinin pedallarına olanca gücüyle asılarak evine varıyor, ki ağustos böceği cırıltıları arasında insanı sadece uykuya çağıran o pastoral sessizliğin içinde mutfakta yörenin yemekleriyle uğraşan annesi hariç, fakat babası Hakkı Efendi başta olmak üzere ev ahalisi küllen uykudadır.

Tahir, bizi, 728 sayfalık uzun bir destana böylece davet ediyor.

Alel usül ekleyelim ki, hakkında eleştirimizi en sona saklayacağımız bu dev nehir romanın, aslında, Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık eseriyle aşık atacak bir hevesle yazıldığını daha baştan bize gösteriyor. 

Büyük ve soluk almaksızın okunacak bir kuşağın hayat hikâyesine adım atmanın heyecanıyla uzun okuma uğraşımıza, 15 Haziran 1914 günü takvimini çevirerek başlıyoruz.

Elaziz (Elazığ) Vilayeti ve tarihi yerleşim yeri olan Harput, Türk-Anadolu tarihinde gizemli bir yer olarak öteden beri kapılarını sanki dışarıya kapatmış gibidir. 

1915 tarihinde yaşanan Ermeni Tehciri olaylarında önemli bir kilit nokta olması itibariyle, sonra birden sessizliğe bürünür. 

Bölgede 1975’de su tutmaya başlamış, yapımı ise 1966 tarihine uzanan Keban Barajı’nın büyük ölçüde üstünü örttüğü, pek çok tarihi yerleşim yerinin sular altında kaldığı 675 km2’lik alan Harput’un neredeyse eteklerine kadar uzanır. 

Sessizlik barajdan değil, yüz yıllık bir geçmişe ait acılardan kaynaklanır. Harput’tan sürülen, evini barkını terk edip savrulan insanların hikâyeleri pek dile getiril(e)mez. 

Türk Basınının eski isimlerinden gazeteci, tiyatro yazarı Cevat Fehmi Başkut, 1955’de ilk kez İstanbul Şehir Tiyatrolarında sahnelenen ünlü oyunu ¨Harput’ta Bir Amerikalı¨ eseriyle bu donukluğun üstünü açmak ister gibidir; tiyatronun gücüne dayanarak sahneye taşır, birazcık seslendirir. Ne ki, çocuk yaşındayken Harput’tan ABD’ye göçen Abraham Moderus isimli oyun kahramanı kaybolmuş kardeşini bulmak üzere geldiği ata topraklarında bir komedyayla karşılaşacaktır. 

Harput ve çevresindeki Ermeni nüfusla birlikte Türk çocuklarına da kapı açan Amerikan Koleji ardından kurulmuş Alman Okulunu sıralarsak bölgeye yönelen Batılı ve çoğu misyoner destekli dikkati, alakayı görmüş oluruz. Çokları bilmez ama mesela Harput’taki Fırat Koleji’nin 1878 tarihinde Batı müziği icra eden bir oda orkestrası dahi vardır; bozkırın kıyısında modernleşme sürecine ait örneklerden birisidir.

Elaziz ve Harput’a ait on dokuzuncu yüzyıldan başlayarak yirminci yüzyıla uzanan bir dönemin tarihsel-sosyolojiye eşlik edebilecek nitelikteki edebiyat eserleri de bu sessizliğin, sisli puslu bir havanın koyuluğu ardında hemen hemen hiç görülmez. 

Ve nihayet; Mimar, öğretim üyesi, yazar Alper Ünlü’nün bu yılın romanları arasında yer alan çalışmasıyla, Harput’ta başlayan bir hayat hikâyesini, geri dönüşleriyle, her zaman geçmişin Marcel Proust tarzıyla hatırlandığı, bize tanıtılan kahramanın çıktığı uzun yolculuktan önünde sonunda kendi topraklarına, evine barkına geri geleceği bir Odysseus anlatısı karşımıza çıkar. 

Buna Harput’a doğru (köyünün adıyla Hüseynik) bir Odysseus macerası desek, yanlış olmaz!

¨Uzaktaki Boşluk¨ başlığıyla yayınlanmış hacimli eser, Hicri takvimin 1332 tarihinde Recep ayının 21.günü başlar, soluk soluğa devam eder. 

Biri erkek iki kardeşiyle, analı babalı bir evde mutlu mesut yaşayan Tahir’in hikâyesi annesinin yöre yemeklerini, belli ki damağında kalmış lezzetiyle yaşatan yazarın kaleminden peşin peşin okuruz. Harput Kalesine yüzü dönük Hüseynik köyündeki evlerinin mutfağı metin boyunca karşımıza hep çıkacaktır: Tahir upuzun yollarda geçen ömründe Odysseus’un evine bir gün geri dönüşü gibi sonrasında yaşayacağı hasreti annesinin mutfağında bize peşin peşin gösterir: Dilimli dolma, nohutlu ekmek, delikli peynir, yoğurt çorbası, pestil ve orcik adı verilen tatlı Tahir’in romanı boyunca sık sık hatırlanan ve geçmişe dönük özlemin ayrıntılarıdır. 

Hangi Odysseus annesinin yahut eşinin aşçılığını özlemez ki! 

Uzun, epeyi Karanlık ve Aşırılıkların Çağı olan 20.yy’ın başında doğmuş Tahir’in hem arkadaşı hem kuzeni Mustafa’yı da, köylerindeki Ermeni ailelerin çocuklarıyla birlikte tanıdığımız ilk sayfalarda Harput’ta bir hareketlilik görülmektedir; huzursuzluk apaçık hissedilir: Çanakkale Harbine gönderilen, Onbeşliler Tertibine kadar askere alınanlar; o yıl ve sonrasında sürgüne gönderilen Ermeni aileler, ayrılıklar, göz yaşları ve evini barkını terk eden insanlar; etnik bir gerginliğin alttan alta hissedildiğini okuduğuz satırlarda savaşlardan perişan olmuş bir ülkenin izdüşümüyle, alın, işte size Harput! 

Tahir’in ve kuzeni Mustafa’nın Amerikan Kolejine müdür Mr.Rigg tarafından davet edilmesiyle başlayan eğitim yıllarına okulun 106 numaralı sınıfında adım atılır; o adım Tahir’in uzun yolculuğunda ilk adımdır. Tahir’i bir yaşam boyu izleyecek olan Kevork’lar, Sara’lar, Yegisabet’ler, Garabet’ler, daha pek çok isim, işte bu yıllarda silik hayaletler gibi önümüzden gelip geçerler.

1895 yılında Ermeni nüfusa yönelik dağlı çetelerin katliama dönüşmüş acımasız, insafsız baskınlarının gölgesi altında yaşayan Harput’ta Tahir’in henüz askerlik çağı gelmemiş olmakla beraber seferberlik şartlarında her an silah altına alınması söz konusu olunca, onun uzun yolculuğunun kaçınılmaz biçimde başlayacağını da görürüz. 

Hüseynik’in Ermeni ve kimi Türk çocukları gibi Tahir de yollara dökülecektir. Sevdiği mahallenin Ermeni çocukları, perperişan, ailece, kağnı arabaları üzerinde döküle saçıla, kuzeye doğru Trabzon üzerinden bilinmez uzaklara, kimileri de  güney vilayetlerine yollanırlar. 

Tahir’in Odysseus hikâyesi, İstanbul’daki liseye devam etmek üzere yola çıkacağı Hüseynik’ten Halep’e kadar önce güneye inmek, oradan gerisin geri tekrar kuzeye doğru tren yolculuğunu tamamlamasıyla devam eder. Osmanlı’nın kısa süre sonra İngilizlere teslim olacak payitahtına, İstanbul’a kadar soluk soluğa macerasını okuruz. Askerliğini Selimiye Kışlası’nda tamamladıktan sonra Berlin’de yüksek öğrenim göreceği yıllarda Nazilerin yükselişine tanık olduğu vakitleri, mezuniyetin ardından çalıştığı Alman şirketinin görevlisi olarak gönderildiği ülkeler, kentler ardı ardına birbirini izler. Hollanda’nın Hague kentinden, İrlanda’nın Dublin’ine; ABD’ye doğru gemi yolcululuğuna, sonra Prag’a, sonra Hüseynik’ten çocukluk aşkı Sara’yı bulmak üzere Danimarka’ya Kopenhagen’e gidişi ve hüsranla geri gelişine değin yazar bizi Tahir’in peşinden dolaştırır. 

Bu, bir büyük yirminci yüzyıla ait coğrafya gezisi gibidir. Tahir gençlik ateşiyle doludur; Almanya’da birlikte olduğu Heide’ye düşkünlüğünü; fakat bir yandan İstanbul’daki kız arkadaşı Nesrin’e duyduğu uzak aşkını bize fısıldar. 

Hasılı yedi yüz küsur sayfadan taşan bir büyük GÜNCE ve belgesel-roman niteliğindeki metnin içinden ayıklayabildiğimiz ve haliyle bu yazımıza da sığmayacak görünen hayat hikâyesi, kahramanımızın nihayet İstanbul’a geri gelişi, Nesrin’le evlenişi, ailesine ait hikâyelerin aktarılması, Ankara yakınlarında bir şarap fabrikası açıp girişimciliğe başlamasını da ekleyerek âdeta çağın ve toplumun bir sosyal hikâyesine dönüşür.

Hüseynik’te, babasının vefatından sonra yalnız kalmış annesinin artık son yıllarında köy evinden alınarak İstanbul Moda’daki evlerine, yanlarına getirdiklerinde ortaya çıkan büyük sırrı öğrenmeniz için, şimdi, sırrın tadını bozmamak ve bunu okura okuma keyfinde bırakmak üzere sadece şunu ekleriz: 

Annesi, yaşamının son zamanlarında, Kuran’dan başını kaldırmadığı günlerden bir gün Tahir’e, Moda’daki Rum Kilisesine gitmek istediğini söyler. Tahir’in kolunda kiliseye giderken bir madam gibi siyah tüller takınmış, siyah matem elbisesiyle bu mabede adım atmıştır.

Böylece o güne kadar saklanan gerçek ortaya çıkacaktır. 

Annesinin çocukluğundan kalma, bir sandukada sakladığı bez bebeğin bir gözü altında minicik bir kan damlasının nakışla işlendiği; Hüseynik’te Dipsiz Göl’ün gizemli varlığı; henüz onlar köydeyken, sıtmasına karşı Tahir’den alınan idrarın küçük kardeşine ilaç olarak içirilmesi gibi Marquez’in aile ve dönem romanlarına yakışan anlatılar ile roman zenginleşmektedir. 

Tahir 1973 yılına kadar süren anlatısını geriye gidişlerle, artık emekli hayatı yaşadığından sessiz köşesinde aile albümünde kalmış eski fotoğrafları elden geçirerek bize aktarır.

Hüseynik’teki terk edilmiş baba evine gittiğinde bulduğu bir çuvala tıkılmış pekçok evrak, mektup, defterin arasından Ermenice yazılmış bir tanesini bir Ermeni dostuna okutur, Tahir Bey:

“Tahir,¨ dedi, “Şunu yazmışlar; önce babaların isimlerini yazmışlar, Kirkor, Karnig, Ohan, sonra ağabeylerinin Toma, Ara, daha sonra annelerinin isimleri, Eyya, Nazig, Yester, yanlarını çiçeklerle kazıyarak süslemişler ve yazının altında BİZ SİZLERE DOYAMADIK, yazmışlar…¨ (s.721) 

Tüyler ürperten bir sesleniştir bu: Biz sizlere doyamadık!

İnsanların birbirine doyamadığı, ayrılıklar ve acılarla parçalanmış hayat(lar) hikâyesinin bu cümlesini birkaç kez durup, tekrar tekrar okumak gerekiyor. 

Öte yandan günce-romanın akademisyen kökenli, titizliğini de mimarlık sanatından aldığı bilinen yazarı Alper Ünlü’nün böylesine kapsamlı bir metinde, dönem ve kronoloji anlamında hatasız, neredeyse elinle koymuş gibi git bul denilecek kertede bir tarihsel anlatımı baştan sona eksiksiz sürdürdüğü söylenmelidir. 

Bugün dahi unutulmuş İstanbul sokaklarına kadar, ancak tarih mecmualarında rastlarsanız göreceğiniz eski Moda’daki Lorando Çayırına değin, tarihsel devamlılık içinde hatasız bir resim çiziyor; bu tabloya başta Alman kentleri olmak üzere ayrıntılarıyla Batı’nın 2.Dünya Savaşı öncesi ve sonrasının mekânlarını da ekliyor. 

Siyasal süreçleri, önemli olayları abartısız bir netlikle ve destan-hikâyesine yeteceği kadarıyla kullanan yazarı alkışlarken, bu metnin hakkını vermeyen yayınevine yönelik söylenecek eleştirilerimiz, romanın heyecanını dikkate alarak romancısını üzmemek üzere içimizde saklıyor, susuyoruz.

Oysa demeliyim ki; Dönem romancılığının artık pek seyrek görüldüğü, bu anlamıyla Türk romancılığına bir soluk getireceği belli olan ve üstelik, âdeta günce gibi en ufak ayrıntısına kadar titizlikle işlenmiş bu eser üzerinde editörlük-düzeltmenlik katkısını dahi yapmadığı belli olan yayıncısı, Yeni İnsan Yayınevi, öyle anlaşılıyor ki, yazarın elinden çıkan bu metni olduğu gibi matbaaya göndererek, yapacağını yapmış bulunuyor. 

Fakat elmas kırığı ne de olsa, değerini yitirmiyor! 

___________________

Uzaktaki Boşluk

Alper ÜNLÜ
Yeni İnsan Yayınevi
2022, İstanbul, 1.Baskı
728 sayfa

 

2621500cookie-checkBir Büyük Destandı Tahir’in Hayatı!

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.