Bir toplantının ardından

Prof. Dr. İZZETTİN ÖNDER – Hukuk Defterleri, 24 Mart 1978 tarihinde hunharca katledilmiş olan yurtsever savcı Doğan Öz’ün katlinin 44. yılı dolayısıyla bir toplantı düzenledi. Hande Heper’in yönetiminde, Enver Kumbasar, Barış Pehlivan ve benin konuşmacı olarak katıldığım, “Yoksulluk, Yolsuzluk, Yargı” konulu yararlı ve çok istifade ettiğim toplantı ile rahmetli Doğan Öz’ü  andık. Tümü ile karanlık günlerin acı anılarını yansıtan olaylar arasında, daha da acı olanı, Doğan Öz’ü 24 Mart 1978 tarihinde katleden ülkücü İbrahim Çiftçi’nin, adeta siyaset-mafya ilişkisini yansıtırcasına, bugün MHP MYK üyesi olarak siyasette boy gösteriyor olmasıdır. Özgürlük kavramının siyasetteki yansıması çürümüşlüğün de simgesi olsa gerek! 

Toplantıda konuşmacı olan Yargıçlar Sendikası Genel Sekreteri Yargıç Enver Kumbasar ile gazeteci-yazar Barış Pehlivan yaşanan hukuksuzlukları ve çürümüşlüğü tüm delilleri ile gözler önüne serdi. İnsan, tümü açık seçik ve kanıtı saptanabilecek olayları hukuk sisteminin bu denli görmezden gelmiş ve atlamış olduğuna şaşırıyor. Konuşmalardan çıkan öz netice şu oldu ki, tüm çabalara rağmen, hukuk sistemi daha büyük sistemin çıkarları doğrultusunda yönlendirilerek içinden geçtiğimiz sistemin bir üst yapısı olarak araçsallaştırılarak sistemin emrine alınmaya zorlanmıştır. O nedenle, hukuk sisteminin düzeltilmesi ve yargının siyasetin araçsallaştırdığı bir cehennem çukuru olmaktan çıkartılması için yoğun çalışma yapmanın gerekliliği açık olmakla beraber, tüm bu mücadelelerde halk tabanının harekete geçirilmesi için ana etmenin sistem olduğu görüşü duraksanmadan ve devamlı olarak toplumsal bilince zerk edilmesi kaçınılmazdır. 

Hukuk fetişi yapılmaması gerektiği yönünde çok yararlı açıklama yapmış olan bir hukukçu dostumuz, benim sert ifadelerle ortaya koyduğum görüşü fevkalade isabetle yumuşatmış oldu. Şöyle ki, tabiatıyla tüm zorluklara ve engellemelere rağmen, hukuk camiası hakkın ve hukukun gereğini yapmaya gayret etmelidir ve edecektir de. Fakat siyasetin hukuka müdahalesi öylesi boyutlara varmıştır ki, konu iş salt bireysel kararlarla ilgili olmaktan çıkmış, atamalar ve keyfi tayinlerle araçsallşatırılmış olan hukuk sistemi olabildiğince denetim ve yönlendirme yöntemleriyle siyasetin emri altına alınmıştır. 

Savcı Doğan Öz kapitalizmin günümüzdeki kadar etkili çevreleme ve sömürü siyasetinin başat olmadığı, çok daha kaba ve anlaşılır yöntemlerle emperyalist müdahalelerin yapıldığı dönemde derin algılama ile hiç yılmadan bazı yolsuzluk olayları üzerine gidebilmiştir. Gönül isterdi ki, Savcı Doğan Öz günümüzü de yaşayarak, emperyalizmin ne denli girift ve algılanması güç mekanizmalarla toplumları sarmakta ve çürütmekte olduğunu da görmüş olsa idi. Bu fikrimi yansıtırken Savcı Öz’ün iyi ki günümüzün ince sömürü düzenini yaşamadığını, yoksa intihar edeceğini söylemem üzerine, bir başka dostumuz da devrimcilerin her koşulda mücadele edeceğini söyledi. Dostumuzun bu müdahalesi fevkalde yerinde idi, ne var ki, intihar sözcüğü bir durum algılamasını izaha matuf olarak kullanılmış idi. Şöyle ki, günümüz olayları öylesine rafine ve kendisine öylesine çok yandaş toplamış bulunmaktadır ki, günümüzde olayları algılamak ve derinleşen yandaşlar bataklığında itiraz yükseltmek geçmişteki kadar kolay değildir. Özelleştirmeler yapılırken hep şunu düşünürdüm, sömürgecilik döneminde sömürgeciler askerleri ile sömürgelere gider, onlara işkence eder ve insan ve doğa kaynaklarını merkeze çekerlerdi. Günümüzün modern sömürgeciliğinde ise ekonomik işlemler ile çevreden merkeze kaynak aktarılmaktadır. Örneğin, bankaların yabancılar tarafından ele geçirilmesi ya da ülkede çok sayıda yabancı firmanın bulunması devrimciler tarafından dahi algılanması ve analizi güç bir durumdur. Hatta, yabancı firmalarda emekçilere ödenen ücret yerli firmalardan daha yüksek olduğunda, halkın bu kuruluşlara rağbeti de yüksek olur. Oysa tüm bu süreçlerde merkez kapitalist sömürgeci ülkelere yüksek kar transferleri ile çevreden merkeze inanılmaz boyutta kaynak aktarımı yapılmış olmaktadır.

Toplantıda benim açtığım ana mesele kapitalizmin günümüzdeki emperyalist aşamasında sermayenin devleti nasıl kuşattığı ve halka hizmet olarak sunulan yap-işlet-devret ya da kamu-özel ortaklığı modellerinin hangi mekanizmalarla devlet eliyle halkın soyulduğu konusudur. Şöyle ki, gelişmiş kapitalist merkezlerde kâr oranları düşünce şirket ortakları kâr paylarından daha yüksek getiri sağlayacak alanlara yönelmişlerdir. AKP iktidarının ilk dönemlerinde yaşanan göreli refah kendisine yüksek getiri arayarak Türkiye’ye akın eden Batının serseri parasının balon etkisidir. Ülkeye gelen para ya faize ya da yatırıma gidebilirdi. Paranın bir kısmı faize gitti. Yartırım yapmak riskli olduğundan para kendisine güvenli bir getiri ararken devletle alt-yapı yatırımlarına yöneldi. İşte, AKP’nin bütçeden para çıkmadan yaptığı alt-yapılar bu tür garantili iş yapmak arzusundaki serseri paranın devlet ile ortaklık halinde giriştiği yatrırımların eseridir. 

Bugün içine gömüldüğümüz döviz sıkıntısı ve enflasyon iç siyasetle serseri paranın devlet eliyle halkın sömürülmesinin sonucudur. Muhalefetin, iktidara gelme durumunda kamulaştırma savlarına ise ünlü Londra mahkemeleri önemli engel oluşturmaktadır. Zira, yurtdışı yatırıma yönelen çok uluslu sermaye MIGA (Multinational Investment Guarantee Aggreement) olarak bilinen ve Londra’da bir tür ticaret mahkemesi gibi çalışan sigorta sistemine ödeme yapar. Yatırımın başına bir şekilde tepkisel kaza geldiğinde sermayeye zararı MIGA öder ve ilgili devletin hükümetine zarar için rücû eder. Mesele görüldüğü kadar basit olmayıp, sorun uluslararası ihtilafa, hatta çatışmaya kadar gidebilir. Bu nedenledir ki, bu tür anlaşmalar tek adam ya da tek bakanlık tarafından değil, parlamentonun da işin içinde olduğu yaygın kolektif kararalarla yapılmalıdır ki, ya sisteme girilmesin, ya da değişen hükümetlere rağmen sistemin işleyişinde devamlılık sağlanabilsin.   

Bu tür alt-yapı yatırımları nitelikleri nedeniyle işetme karı sağlayamazlar. Yatırımını asgari faiz haddine eşit getiri ile değerlendirmek isteyen sermaye bu soruna çözümü kamu garantisi ile sağlamıştır. Verilen kamu garantileri işin doğasına uygun olmadığı için bir tür haksız kazanç ve sömürüdür. Yerli ve yabancı sermayenin devlete sırtını dayayarak sağladığı yüksek kar ülkeyi göreli yoksulluğa iteken, yurt dışına önemli miktarda kâr ve kaynak transferine sebep olmaktadır. Görülüyor ki, bir yönü ile hizmet şeklinde yansıyan sömürü mekanizmasının anlaşılması, geçmişin askerlerle ve zorla yapılan sömürüdeki kadar açık ve kolay anlaşılır değildir. 

Ülkeler ulusal sınırları ile birbirinden coğrafi olarak ayrılmışlardır. Fakat ekonomiler coğrafi sınırların aşılırcasına birbiri ile yakın ilişki içindedir. Bu ilişkide başat etken ya da yönetici merkez kapitalizmdir. Merkez kapitalizm refah düzeyini koruyabilmek için çevreden başlayarak kaynakları merkeze aktarırken, çevreyi yozlaştırır, etkisizleştirir ve zamanla öldürür. Bugün Afrika’nın bu durumda olması rastlantısal olmadığı gibi, geçmişin kalkınmamış ekonomilerinin de bir türlü ileri ekonomi düzeyine gelememesi de Samir Amin’in dediği gibi bizzat kapitalizmin eseridir. Çünkü, merkez çevreden beslenerek gelişmesini sürdürmektedir. 

Toplantının konusu olan yoksulluk, yolsuzluk ve yargının yan yana gelmiş olması, birbirini tamamlayıcı nitelikte üç olgudur. Yoksulluk ve yolsuzluk kapitalizmin işleyişinde çevreye yayılan olumsuzluklardır. Çelişki şuradadır ki, yoksulluk sistemin işleyişinin sonucu olup, göreli hafifletilmesi de sermayenin fedakarlığına bağlıdır. Yolsuzluk ise, sistemin habis yanıdır ve yaygınlaştıkça sistemin bizzat kendi üzerine yıkılmasına sebep olur. Her iki konuda da meseleyi çözücü ve toplumu huzura kavuşturucu kurumun yargı olması gerekirken, yolsuzluk yargıyı da sardığından çözüm kanaları tıkanmış demektir. 

  

2594730cookie-checkBir toplantının ardından

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.