Bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi

30 yıl önce solcu bir üniversite öğrencisiydim. Şimdi oturduğum apartman dairesinde annemle birlikte yaşıyordum. Apartmanın dış kapısından zilimizin her çalınışında annemin nasıl kaygılandığını hiç unutmadım. Tabii ki benim için kaygılanıyordu; kendi evimizin içinde bile kendimizi güvende hissedemiyorduk. Ve tehdit bir suçlu çetesinden falan değil ülkemizin “güvenlik güçlerinden” kaynaklanıyordu. Bu öykünün ironisi ya da trajedisi o ki 30 uzun yıl sonra ben yine aynı evin içinde aynı nedenle kendimi güvensiz hissederek yaşıyorum.

1980’ler Türkiye’nin kanlı bir cunta rejiminden çıkmaya çalıştığı yıllardı, ya da biz iyimser demokratlar öyle olduğuna inanmak istiyorduk. Yine de siyasal iklim oldukça zorluyordu. Böylelikle Hukuk Fakültesi’ni yarıda bırakarak bir gün bavulumu topladım; evimle, annemle, şehrimle ve anayurdumla vedalaştım. Uzun bir süre Londra’da bir yabancı olarak yaşadım, ama aklım ve kalbim hep burada, İzmir’deydi. Yakın sayılabilecek bir zamanda bir siyaset bilimci olarak geri döndüm ve akademisyen olarak çalışmaya başladım. Başlıca amacım evimde ve işimde huzurlu bir yaşam sürmekten ibaretti. Bunun yanında tabii başlamış olan barış sürecine elimden ne geliyorsa o kadar katkıda bulunmak. Yurtdışındayken ulusal sorun, barış süreçleri, özellikle de Kürt ve İrlanda “sorunları” üzerine yoğunlaşma olanağım olmuştu. Yaptığım araştırmaların beni ulaştırdığı sonuç, Karl Marx’ın yaklaşık iki yüzyıl önce yapmış olduğu o ünlü saptamanın hakikatini öğrenmek olmuştu: “Başkalarını ezen bir halk özgür olamaz.”

Türkiye’de yaşıyoruz. O nedenle Barış İçin Akademisyenler’in öyküsünü hepimiz biliyoruz. Ne Erdoğan’ın hakaretlerini ne de Sedat Peker’in tehditlerini, işten çıkarılmaları, tutuklamaları, doçentlik/profesörlük başvurularının YÖK tarafından silinmesini, ev ve üniversite ofislerine yapılan baskınları hatırlatmama gerek yok. Ama kısaca şahsi deneyimime değinmenin yeri olduğunu düşünüyorum.

Yaşadığım şehir olan İzmir’de Yeni Asır gazetesi bir İzmir milletvekilinin ifadelerini kullanarak bizi “şehrin yüz karaları” ilan etti. Bir aşırı sağcı paramiliter örgüt, hem resimlerimizi hem de isimlerimizin listesini yayınlayarak bizi hedef gösterdi. Ardından özellikle sosyal medyada ölüm tehditleri yağmaya başladı. Tabii ki izolasyon da başladı. Dayanışma beklediğimiz iş arkadaşlarımızın çoğunluğu bizlerle birlikte görünmeme gayreti içine girdiler. Bazıları selamı da kesti. Üniversite solculuğu zamanından bir dostum, “O günlerde bizi adeta Dostoyevski’nin Ecinniler’i gibi görüyorlardı” diye tanımlamıştı halimizi. Yıllar sonra yeniden bir “ecinni” olmak oldukça zor geliyor insana.

Nefretin dozajı ve sistematik linç kampanyası bizi hazırlıksız yakalamıştı. Bizler sivil yurttaşlarız ve barış talebinde bulunmak dışında da hiçbir “suça” bulaşmış değiliz. Bu yazıyı yazmamın asıl nedeni, aylar önce olduğu gibi bu ay içinde de bir uluslararası konferansa gidişimi iptal etme kararımın nedenlerini izah etmekti. Birinci kaygım, havaalanında durdurularak pasaportuma el konulması ve hatta tutuklanma ihtimali. Özellikle OHAL ilanından beri, birçok kişinin bu biçimde durdurulduğunu ve bu kişiler arasında barış imzacılarının da olduğu bilgisine sahibiz. Ortada ne bir mahkeme kararı ne de kişilere yapılmış bir idari bildirim olmamasına rağmen bu uygulama yapılıyor. İşin kötüsü, devletlu medyanın “konuşmacı olarak davet edilmiş oldukları bilimsel bir toplantıya gidişleri engellendi” değil de “yurtdışına kaçarken yakalandılar” gibi bir başlıkla bu haberi kamuoyuna duyurmayı tercih edecek bir karaktere sahip olması. İşte yurtdışına gitmeme kararına varmamın birinci nedeni bu.

İkinci neden ise, izahı oldukça zor bir bilinçdışı korku olarak tanımlanabilir. Eğer gidersem, bir daha geri dönmemeyi tercih edebileceğimden korktuğumu itiraf etmek durumundayım. Zulmün ve nefretin içinde boğuluyor olsak da, evime, şehrime, sevdiklerime, kedime, anneme ve anayurduma bir kez daha elveda diyemeyecek kadar zayıf bir kalbim olduğunu düşünüyorum artık.

Apartman dairesinin öyküsüne dönersek; onca yıllık emek, mücadele ve demokratikleşme umudunun ardından, bugün de ne zaman zilim aşağıdan çalınsa, 30 yıl önce olduğu gibi zıplıyorum. Tabii ki gelen genellikle bir arkadaşım ya da rasgele zilleri çalmış bir pazarlamacı oluyor, ama Başkanın mafyacıları, semtimizin faşistleri ve daha da korkuncu Türk polisi olma ihtimalini de göz ardı etmek mümkün değil. İşte Tezer Özlü’nün 1970’li yıllarda yapmış olduğu o ünlü saptamanın hakikatini kavrayışımın kısa öyküsü bundan ibarettir: “Burası bizim değil bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi”.

2091250cookie-checkBizi öldürmek isteyenlerin ülkesi

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.