Bizimki nankörlük olmasın?

Ortada siyasetle ilgili belli bir sorun varsa ne iyi, yoksa biri esaslı bir sorun atıyor ortaya, beş altı uzman kişi kamera karşısına geçip bu sorunu tam bir yetkiyle alamadın veremedin tartışmaya girişiyorlar. Toplumumuzun akşam eğlenceleri bunlar: hem bilgilen hem eğlen ya da karışık kafanı iyice karıştır. Bu arada istersen çekirdek çitle. Ah, dakikalar eriyip gidiyor, saatler yetmiyor. Tanrı korusun, hepsi de kendi alanlarında dalından düşecek kadar olgunlaşmış, ununu elemiş eleğini asmış denebilecek kadar pişmiş önemli insanlar. Milletvekilleri, profesörler, avukatlar, gazeteciler, ne iş tuttuğu bilinmeyenler, modacılar, sanatçılar ve daha başkaları… Bağıra çağıra konuşmaları ve birbirlerinin sözünü kesmeleri hamlıklarından değil heyecanlarındandır. Bizi, sağ olsunlar, her konuda ama her konuda, özellikle siyaset ve tarih konusunda alabildiğine aydınlatıyorlar, o da yetmiyor yeter mi hiç, geleceğin de nasıl biçimleneceğini gerekçeler göstererek açıklıyorlar. Bunu yaparken en çok “ama”yı kullanıyorlar. “Özel yaşamın sınırlarından girmek elbette yanlıştır, ama…” Elbette yaptıkları ikiyüzlülük değil.
Siz ne düşünürsünüz bilmem, hep aynı yüzler olmalarında bence yadırganacak bir yan yok. Bunlar seçkin insanlar. Herbirinden ellişer yüzer tane var da mı birileri hep bunları çıkarıyor karşımıza? Olur mu öyle şey! Geçenlerde kendine çok güvendiği çok çok belli olan bir beyzadeyle gene o kıratta biri felsefe denen şeyin ne kadar boş, ne kadar gereksiz, ne kadar anlamsız bir alan olduğunu sıkı sıkı ve biraz da işi gırgıra vurarak tartışıyorlardı ki hayran oldum. Bilmiyordum, kimilerine göre bunlardan biri ünlü bir tarihçiymiş. Bir başkası şöyle dedi: “Yok canım tarihçi falan değil o, hem tarihçi olsa ne yazar!” Oysa biz öteden beri felsefenin her aydın insan için son derece zorunlu bir alan olduğunu sanırdık, ne bileyim bize öğretmenlerimiz öyle öğretmişlerdi. Belki de biz dönemini çoktan kapatmış bir takım öğretmenlerin kurbanı olduk. Neyse, şöyle ya da böyle, bu toplumda felsefe tehlikesi diye bir şeyden şu koşullarda sözetmemiz olası değil. Bu beyler müsterih olsunlar. Önemli olan akşamı iyi geçirmek değil mi? Şunun bunun tarihçi olup olmadığı bizi ilgilendirir mi? Oh, şöyle yaslanın arkanıza, bakın dinleyin eniştem ne söyleyip ne anlatıyor.

Bendeniz nankör müyüm neyim, bu tartışma programlarını ancak ilaç içer gibi izleyebiliyorum. Rahmetli anacığım yaşıyor olsaydı kapı dedikodusuna değil de dünyanın girdisine çıktısına çok meraklı olduğu için kim bilir nasıl izlerdi bu şeyleri. İzler izler hepimizi bir güzel bilgilendirirdi, dinlemediğimizi anladığı zaman boynunu büküp gözünden iki damla yaş akıtırdı. Nasıl bilirdi anacığım Şah’ın sarayında olan bitenleri de bunları ilgilendirir mi ilgilendirmez mi demeden bize hepsini ballandıra ballandıra anlatırdı. Oğlunun ne durumda olduğunu bilmezdi ama İran sarayını kendi eliyle kurmuş gibi bilirdi. Hele Süreyya’nın başına gelenler konusunda eli kalem tutsa kitap yazacak duruma gelmişti. Şimdi biz iki meraksız, oğlum ve ben akşam yemeğinden sonra geçiyoruz televizyonun karşısına, ben ince ince uyuklarken o nasıl yapıyorsa bir yerlerden maçlar bulup çıkarıyor, böylece çalışmayla geçmiş bir günün sonunda kendimize iyi kötü oyalanma olanakları yaratmış oluyoruz. Ben bazen gündüzden kalma bir çalışmayı tamamlamak içim masanın başına geçiyorum. Ara sıra da bu bilginlerimizin ve bilgiçlerimizin görüşlerinden yararlanmak istiyoruz. Öyle ya iyice de cahil kalmayalım. Bir gözümle uyuyorum, bir gözümle izliyorum.

Adamlar şöyle deseler haksız mı olurlar: “Gözünüze dizinize dursun inşallah. Biz size her konuyu şu televizyon aleminde en birinci ustasından anlattırmaya çalışıyoruz, siz garip bir büyüklük duygusu içinde bunlara dudak büküyorsunuz.” Evet, belki de nankörlük ediyoruz. “İçtiğin kaynağa taş atma!” demiş eskiler. Biz belki de bunu yapıyoruz. Ne yaparsınız ki insan olmak böyle bir şey. İnsanoğlu limonun suyunu bir güzel alır, kabuğunu da pis bir şeyden kurtulurmuş gibi çöpe atar. Allah büyüklerimizi başımızdan eksik etmesin. Onlar televizyonun çeşitli kanallarında en azından neyin “etik” neyin “bitik” olduğunu bize her zaman öğretsinler. Onların bağırıp çağırmaları olmasa biz dünyanın girdisini çıktısını nasıl öğreneceğiz? Gerçekten kendimizi bilelim ve nankörlük etmeyelim. Bu önemsiz yazıyı yurdumun şairlerinden Hayati Özparlar’ın Nankörlük adlı şiiriyle bitirmek istiyorum: “Sana her zaman güzellik yaptım / Bir mana da adeta sana taptım / Sen neredeysen ben hep oradaydım / Sen yoksan ben hep zordaydım / Bana iftiralar attın / Beni her fırsatta sattın / Sen hep bunlara bigane kaldın / Bu hep böyle gidecek sandın / Fakat her şeyin bir sonu vardır / Bu dünya nankörlere dardır”.

643120cookie-checkBizimki nankörlük olmasın?

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.