‘Denizlerin talepleri hala Türkiye’nin temel ihtiyacı’

– Siz 68’in gençlik önderlerindensiniz. ODTÜ’deki dev “devrim” yazısını yazan beş kişiden birisiniz. Nurhak Dağları’nda sevdiğiniz arkadaşlarınızı kaybettiniz, siz oradan ağır yaralı olarak kurtuldunuz. Deniz Gezmiş’in yanında yer aldınız, ona yoldaşlık yaptınız. Beraber cezaevinde kaldınız. Onların idama gidişlerinde siz de cezaevindeydiniz. Biz sizin yaşadıklarınızı “Hatırla Sevgili” adlı dizi de film izler gibi izliyoruz. Yakın tarihimizi öğreniyor ve sorguluyoruz. Bu dizi bu anlamda çok önemli bir işe imza attı. Çok önemli bir misyon üstlendi. Siz bu dizinin danışmanlarından birisiniz. Bu dizinin toplumsal belleği canlı tutmak açısından bu kadar önemli bir misyon yükleneceğini tahmin etmiş miydiniz?
-Diziye aşırı işlev yüklemezsek, evet, tahmin etmiştim. Ama bu çok zor değildi. Danışmanlık için öneri alıp gereğini yapmaya başladığımda, dizinin 30’lu bölümleriydi. İstanbul’daki öğrenci hareketleri çerçevesinde Deniz görülmeye başlamıştı ve dizinin ciddi bir izleyici kitlesi vardı. Ben katıldıktan sonra, sanıyorum birinci elden somut bilgilerin çoğalmasıyla, giderek Denizlerin ve hareketlerinin dizide kapladığı alan büyüdü. Başlarda bir “aşk üçgeni” ve fonda Denizler varken, dizi, başlıca Denizlerin hikayesi ve fonda aşk hikayesine dönüşerek gelişti. Bu, kuşkusuz benim eserim değil. Doğrudan Denizler ve hikayelerinin etkili çekiciliğinin göstergesi ve ürünü. Hep Denizlerin müthiş etkileyici olduğunu düşünmüşümdür. Dizi ve ona gösterilen ilgi, bunu bir kez daha kanıtladı. Denizlerin hikayesi, hem de güzel ve gerçeğe sadık kalınarak anlatıldığında, buna ilgisiz kalınması olanaksızdı.


– Söyleşimize diziyle devam edelim isterseniz. Ben sizin ve dizideki bir grup oyuncu arkadaşın İstanbul Üniversitesinin İktisat Fakültesinde gençlerle sohbetine, buluşmasına tanık oldum. Anfide oturacak yer yoktu, birçok öğrenci ayaktaydı ve birçoğu da yerlere oturmuştu. Bu da diziye olan ilgiyi gösteriyor. Dikkatimi çeken bir başka konu da oyunculara oyunculuklarıyla ilgili sorular sorulmamasıydı. Herkes o dönemi merak ediyor ve sorguluyordu. Bu gençlerin duyarlılığını gösteriyor. Ama yine de bugünün gençlerinden Deniz Gezmiş’ler Mahir Çayan’lar çıkmıyor. Neden? Bu kuşak 78’lileri yarattı peki 88’lilere ne oldu?
– Bugüne kadar böyle üç toplantı yaptık. Oyunculara oyunculularıyla ilgili sorular da soruldu. Ya da daha çok, oyunculuklarından çok, onları canlandırdıkları kişiliklerle özdeşleştiren, örneğin Barış Koçak’ta Deniz’i bulmayı uman sorulardı bunlar. Toplantılara katılan gençler kuşkusuz Barış Koçak’ı, Berk Hakman’ı, Feride Çetin’i… merak ediyor, seviyor, sorular sorup, birlikte fotoğraflar çektiriyorlardı. Ancak özellikle sorularından Denizleri daha çok merak ettikleri, daha çok sevdikleri, sorularını bizzat Denizlere yönelttikleri açıkça belli oluyordu. Barış, Berk, Feride onları yeniden canlandırıyor, oynuyorlardı. Ama Denizler gerçeği oynamışlardı. Hem de hayatları pahasına.


Bununla, isimlerini saydıklarımın yanında saymadığım daha pek çok oyuncunun; örneğin Necdet’i oynanan Okan Yalabık, Defne’yi oynayan Belçim Erdoğan, Sevim’i oynayan Laçin Ceylan, Selma’yı oynayan Ayda Hanım’ın. oyunculuklarını kesinlikle küçümsemiş olmuyorum. Tersine, oynadıkları karakterleri çok iyi canlandırarak oyunculuklarının hakkını verdiklerini düşünüyor ve onları kutluyorum.


Asıl sorunuza gelince.. Evet, bugünün genç kuşağı, İÜ’deki toplantıda da görüldüğü gibi, meraklı ve sorgulayıcı bir kuşak. Ve ne geçmişe ne de bugüne duyarsız. Zaten gençlik, bütün kuşaklarıyla ve kategorik olarak, başka özelliklerinin yanında bu özellikleriyle de tanımlanabilir. Gençliğin duyarsızlığına ilişkin olarak yüksek perdeden ileri sürülen görüş ise, 12 Eylül’den bu yana gençliğin duyarsızlığını örgütlemek için ellerinden geleni yapanların, bu amaçla çevirdikleri dolapları, tamamen demokrasi karşıtı yaklaşımlarının ifadesi olarak gençliği siyaset ve hatta sosyal yaşamın dışına itme çabalarını görünmez kılmak üzere, dönüp ona ikiyüzlüce duyarsızlık suçlaması yöneltmekten ibaret.


Öte yandan kendi yaşam ve eğitim koşulları karşısındaki tutumlarıyla olduğu kadar anti,emperyalist ve demokratik tutumlarıyla da ortaya koyduğu pek çok belirtisi ve kanıtı olmasına karşın, gençliğin duyarlı olması yetmiyor. Bu duyarlılığın harekete geçip dışa vurmasının koşulları da önemli ve dikkate alınmazlık edilemez.


’68 ve ’78’de bu koşulların elverişli olduğunu söyleyebiliriz. 12 Eylül’le birlikteyse, bu koşulları değiştirip, en küçük bir gedik bırakmamaya yeminli gericileştirme politikasının etki ve sonuçlarıyla yüz yüze kaldı gençlik. 12 Eylül’e gelirken devrim ve karşı devrim birlikte yükselmiş ve sonunda devrim yenilerek püskürtülmüştü. Bu ortamda tüm gerici mekanizma tahkim edildi.


Koşullar derken, koşulların nesnelliğini kast ediyorum. Ancak başlıca mekanizmaları ile birlikte politik ortamın, bütün bir üst yapının –devrimin her püskürtülüşünün ardından olduğu gibi– açığı gediği iyice tahkim edilerek gericileştirilmesinin nesnel koşullar üzerinde de bir etkisi olduğu kuşkusuzdur. Koşullar, nesnelliklerinden gelen koşullandırıcılıklarını yine de her durumda ifa ederler, ancak politik gericilik, bunun önünü kesmeye, zorlaştırmaya, hiç değilse yavaşlatmaya yöneliktir. Şimdi henüz, bağrından yeni Denizler’i de çıkarıp fırlatıp önüne geçirerek gelişecek bir gençlik hareketi ve onun hareketlenmeden edemeyecek duyarlılıklarıyla gençliği bu koşullarla kuşatılmış halde. Bu koşullar, gençliğin duyarlılığının hareketli hale gelişini zorlaştırıyor.  Ancak hem koşulların farklılaşmaya, hem de onu zorlayan karanlığın bir ucundan dağılmaya başladığı da bir gerçek. Zaten gençlik de, belki yavaş, ama başını kaldırmaya başlıyor. Sadece gençliğin değil, ama gençliğin de, önemlisi, onun “ana gövdesi”nin, içlerinden yeni Denizler üretecek hareketlenmesine, fazla beklemeden tanık olacağımızı görüyorum.


– 1968 ruhu nasıl devam ediyor?
– Anti-emperyalist demokratik mücadele ve yanlarına yenileri katılarak Denizlerin ya da 68’in talepleri hala Türkiye’nin temel ihtiyacı. Ve halkçılık, halka bağlılık ve devrim ihtiyacı. Bunlar, 68 ruhunun devam ettiği anlamındadır. Tek fark şuradadır ki, artık devrimci anti-emperyalist demokratik gidişatı işçi sınıfı damgalayacaktır; zaten onun da sözünü ettiğim yönleriyle bu ruha ihtiyacı var.


– Gelelim size… 68 yılında ODTÜ öğrencisi beş kişi, yani Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Taylan Özgür, Alpaslan Özdoğan ve siz gece yarısından sabaha dek uğraşarak ODTÜ stadyumuna “Devrim” yazdınız. İlk önce Taylan Özgür öldürüldü. Alpaslan Özdoğan Nurhak’da öldürüldü. Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam edildi. O zamanki düşüncelerinizin yaşamın pratiğiyle örtüşmediğini düşündüğünüz oldu mu?
– Ve evet, aralarından sadece ben kaldım ve “devrim” yazısı anısına onların adına da konuşabilirim sanıyorum. Düşüncelerimizin yaşamın pratiğiyle örtüşmediği yanlarının ilk düzeltilmesi çabasına, henüz daha idamlardan önce, Mamak Cezaevi’ndeyken girişmiştik. Tartışmalarımızın ürünü, çoğunu Hüseyin İnan’ın kaleme aldığı “Türkiye Devriminin Yolu” başlıklı bir yazı olmuştu. Henüz o zaman daha çok “teknik” eksiklik ve zaaflar üzerinde duruyorduk. Sonra koca bir özeleştiri süreci geldi: THKO’nun özeleştirisi. Yaşam kuşkusuz öğreticidir ve hiçbir kitaba sığmaz. Zaten kitaplar, en iyileri bile, onun bir bölümünü özetler ve ondan sonuçlar çıkarırlar. Düşünceler yaşamdan gelirler ve ona uymayanlar değişirler.


Adını saydığınız militanlarıyla THKO’nun bu süreç bakımından işinin kolaylığı, “düşünceci” bir hareket olmaktan çok pratikçi bir hareket oluşundandı. THKO’nun yazılı hale getirilmiş görüşleri yok denecek kadar azdı ve zaman içinde yaşamın pratiğiyle örtüşmeyen düşüncelerinin değişmesine direniş gösterecek “ayakbağları” oluşturmadılar. Ama kuşkusuz değişmeden kalanlar ve değişmeyecek olanlar da var: Devrim tutkusu ve devrimci militanlık, sosyalizm, uzlaşmaz bir anti-emperyalizm ve demokrasi mücadeleciliği, tümünün hareket noktası olarak halka ve buradan türeyerek yoldaşlara bağlılık.


– Siz THKO’nun kurucularındansınız. THKO’nun geçirdiği süreçleri sizden dinleyebilir miyim?
– THKO’nun yoğun ve net bir anti-emperyalist ve demokratik tutumda karakterize olan başkaldırı ruhu ve devrimci yönelimi biliniyor. Ama bilinmesi gereken bir başka şey, aynı içerikli kitlesel gençlik ve giderek dönüşmekte olduğu halk hareketinden daralarak THKO ve onun örgüt ve eylemlerine gelinmiş olmasıdır. Halkçılığı tartışılmaz olan THKO ve THKO’nun da bir ürünü olarak doğduğu bütün bir ’68 başkaldırısının püskürtülmesinde bu daralmanın önemli bir payı oldu.


Sonra başlıca THKO’nun giriştiği özeleştiri süreci geldi. Başka örgütler içinde de bu eğilim baş gösterdi, ancak bu süreci örgüt olarak göğüsleyip yürüten THKO oldu. Deniz’in sehpadaki son sözleri bunun hareket ettiricisiydi. Deniz, son sözlerinde, sadece THKO’nun da değil, tümüyle ’68’in, Türkiye devriminin bir döneminin özlemleri ve yönelimlerini dile getirmekle kalmamış; bir manifesto niteliğindeki sözleriyle geleceğe çağrı çıkarmıştı: “Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizmin yüce ideolojisi! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm! Yaşasın işçiler ve köylüler!” Bunlar son söz olarak söylenmiştir, ama ilk sözdürler. Geçmişin özlemini, ama geleceğin başlangıç noktalarını vurgularlar. THKO buradan yürüdü. İdamlar öncesi, Marksizm-Leninizme inandığımızı, onu rehber bildiğimizi, ama uygulayamadığımızı söylemek yanlış olmaz. Deniz’se Marksizm-Leninizmde ısrar edip uygulayın deyip “gitmişti”. Belirttiğim gibi, THKO halka bağlıydı, halkçıydı. Ama yine Deniz işçilere ve köylülere vurgu yapıp “gitmişti”. Bu manifestodan hareketle, başarılı olamadığı geçmişini incelemeye, dersler çıkarmaya yönelen THKO, kolay olmadı, yılları aldı, ama şu sonuçlara ulaştı:


Bir, Marksizme, Marksizm-Leninizme sarılmak esastır. Buradan kendi geçmişindeki onunla çelişen fikir ve yaklaşımları ayıklamaya giriştiği gibi, Marksizmin yozlaştırıcı ve çarpıtıcılarıyla, başlıca, zamanında THKO’ya da kafa karışılığını dayatmış ve Marksizmden savrulmasına yol açmış, bir zamanlar sosyalizmin ve dünya işçi sınıfının kalesi SB ve SBKP’yi egemenliği altına almış modern revizyonizme karşı mücadeleye girişti THKO.


İki, Marksizm-Leninizm yalnızca ve soyut olarak bir ideoloji değildi ve onu benimseme tutumu yetmezdi. Deniz’in işçi vurgusu temel önemdeydi. Marksizm-Leninizm, işçi sınıfının dünya görüşüydü ve ancak onun sınıf hareketinde ete kemiğe bürünebilirdi. Başlangıçta işçilere yönelmiş, işçi evlerinde kalmış, fabrikalarda eğitim toplantıları yapmış, 15-16 Haziran işçi hareketinde yer almıştık. Ama onun örgütü, onun hareketinin merkezi olmayı başaramamıştık. Özeleştiriyle birlikte, THKO, yüzünü işçi sınıfına döndü, onun hareketini örgütlemeye, onun hareketi olarak örgütlenmeye girişti.


Üç, bununla birlikte THKO’nun çözdüğü bir diğer problem, devrimde “ideolojik öncülük”ün yetersizliği, devrimin hem temel hem de öncü gücünün, aynı zamanda fiili olarak da, sınıf hareketiyle, işçi sınıfı olabileceğiydi. Marksizm-Leninizmi benimsediğini söyleyip onun adına hareket eden bir örgüt Marksist-Leninist bir örgüt olamazdı.


Dört, bu perspektif, aynı zamanda, adına hareket etmemeyi, ama sınıfsallığı ve önemli bir yönü olarak kitleselliği içeriyordu. THKO, buradan “silahlı mücadele her zaman temel mücadele biçimidir” yaklaşımının özeleştirisini yapmış olduğu gibi, asıl olarak “kimin mücadelesi” ve “devrim kimin eseridir” sorularını da yanıtlıyordu: Ne kadar yücü ülkü ve amaçlara sahip olursa olsun küçük silahlı grupların değil halkın, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerinin mücadelesi.. Ve devrim. Devrim, küçük silahlı grupların değil, başta işçi sınıfı olmak üzere, halk kitlelerin eseri olacaktır. Mücadele biçimleri de, ancak kitle mücadelesinin biçimleri olarak anlam kazanır ve bu mücadelenin gelişmesi içinde bir biçimden diğerine değişecektir.


THKO’nun özeleştirisi başka konu ve alanları da kapsadı; ancak sanırım bunlar yeterlidir. THKO, 1975’ten başlayarak girdiği bu yeni yolunda, sınıf niteliğini de değiştirerek ilerledi. Artık faaliyet alanları, başta fabrikalar olmak üzere, sendikalar, köyler, okullar, hastaneler ve sair devlet daireleri, mahalleler… olmuştu. THKO, 1978’de, gizlilik koşullarında, ilk Konferans’ını toplayarak, yeni yöneliminin bir gereğini daha yerine getirdi. Önüne Türkiye işçi sınıfının partileşmesi görevini koymasının gereğiydi bu. Adını değiştirerek, artık Türkiye Devrimci Komünist Partisi – İnşa Örgütü olduğunu ilan etti. Geçmişin çeşitli örgütlerinden gelen ve geçmişlerine özeleştirel yaklaşmakla kalmayıp onu aşmaya girişerek yüzünü sınıfa ve Marksizm-Leninizme dönen gruplarla birleşme denemelerinden de geçerek, ama özellikle işçi sınıfının ileri unsurlarıyla birleşerek, sonunda yine Türkiye devriminin hararetli bir döneminde, Şubat 1980’de, Türkiye Devrimci Komünist Partisi, kendisini işçi sınıfının partisi olarak ilan etti. Sonrası, 12 Eylül sürecini de içeren bir mücadele dönemidir ki, günümüze kadar gelir.


– Silahlı mücadele büyük bir organizasyon içinde gerçekleşecek bir şey? Bunun için eğitim de gerek. Siz eğitiminizi Filistin kamplarında yaptınız? Kaç kişi gittiniz Filistin’e ve ne kadar kaldınız?
– Filistin’e ilk olarak üç arkadaşıyla birlikte Deniz gitmişti. 10-15 gün kadar kalarak döndü. Ardından biz, çoğunluğu ODTÜ’lü gençler, Ekim 1969’da, on küsur kişi gittik. Sonra Hüseyin ve Yusuf dönüp yeni gruplar getirdiler. Otuz kişiyi aştık. İlk gidenler, örneğin ben, Filistin’de 5 ya da 6 ay kadar kaldık.


– Filistin’in sorunu o günden bugüne sizce nereye geldi?
– Özü değişmedi. O gün de Yahudi ırkçılığı olan İsrail siyonizminin ezilen Filistin halkına yönelik zorbalığı ve Filistin halkının emperyalizm ve siyonizme karşı direnişi geçerliydi.. Bugün de öyle. Ama çok şey de değişti. Öncelikle direnişin dış koşulları değişti. Eskiden Filistinlilere manevra imkanları sağlayan birden fazla emperyalist devlet bölgede egemenlik peşindeydi, birbirleriyle egemenlik mücadelesi içindeydiler; ve üstelik bunlardan biri, sonradan çöküşe giderek Batı kapitalizminin normlarını benimsemekten kaçınamayan Sovyet sosyal emperyalizmiydi. Bu rekabet durumu, Filistinlilere mücadelelerinde alan açarak onları rahatlattığı gibi, emperyalist yüzünü gizleme uğraşındaki revizyonist SB’nin varlığı ve kullandığı görünüşte sosyalist ve anti-emperyalist argümanlar, Filistin halkının mücadelesinin dış koşullarını sağladığı kadar iç koşullarını da etkiliyordu. Örneğin Amerikan emperyalizmi ve Siyonizme karşı yönelmiş Filistin direnişi içinde, bu koşullarda siyasal İslam’ın öne çıkması olanağı yoktu. Belirli Arap ülkelerinde Müslüman kardeşler oldukça güçlü örgütlü yapılara sahip olmasına ve örneğin El-Fetih’in bizim de bağlı olduğumuz cephe komutanlığının başında da bir Müslüman kardeş bulunmasına rağmen bu olanak yoktu. SB, kendisini Direniş yanlısı gibi göstererek Filistin’de ve bölgede etkili olmaya çalışıyor ve sosyalist argümanlar kullanıyordu ve bu nedenle emperyalizm karşıtlığının az-çok sosyalizmden, demokratik tavırlardan etkilenmesi, ama Amerikan yanlısı pozisyondaki siyasal İslam’dan etkilenmemesi kaçınılmazdı.


Gelişmeler, Filistin direnişi içinde Siyasal İslamın ağırlığının artışına götürdüğü gibi, SB’nin, kendi çıkarları ve egemenlik amaçları doğrultusunda, Filistinliler üzerinde sağladığı etkiyi, onları devrime değil, ama uzlaşmaya yönelterek kullanması, Camp David ve Oslo türü emperyalist barış girişimlerinin ve Filistinlilerin aldatılmalarının önünü açtı. Filistin Devrimi’nin ulusal önderliğinin burjuva niteliği de uzlaşmacılığa yatkındı ve bu uzlaşma eğilimini besledi. Siyasal İslam, üstelik, Amerikan ve İsrail Siyonizmi karşıtlığında ısrar ederek, uzlaşmaya yönelmeleri nedeniyle ulusal ve demokratik örgütlerden umut kesen Filistinliler içinde kendine bir yer açtı ve gelişti.


– Bugün Filistin’in ikiye bölünmüş bir görüntüsü var.
– Evet, bugünkü görüntü ikiye bölünmüş bir Filistin görüntüsü.  HAMAS son seçimleri buradan, Direniş’in temsilcisi görünümüyle kazandı. Gazze’de İslami HAMAS ve Batı Şeria’da İsrail’le görüşmelere dayanarak önünü açmaya çalışan Ebu Mazen’in eskisinden oldukça farklılaşmış El-Fetih’i.


Şimdi İsrail, Filistin sorununu, bölüp parçalayarak, Gazze’yi Mısır, Batı Şeria’nın bir bölümünü de Ürdün egemenliğine vererek, ama asıl kendi egemenliğini sürdürerek, çözmeye ya da bu sorundan kurtulmaya çalışıyor. Filistinlilerin üstesinden gelmek üzere karşısında uyanık durmaları gereken bu oyundur.


– Nurhak’ta yaşadıklarınızı unutmanız mümkün değil. Bunu biliyorum. Arkadaşlarınız Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan çatışmada öldü, siz ağır yaralandınız. Nurhak’ta neler yaşandı? Nurhak’ta kaybettiğiniz arkadaşlarınızı anlatır mısınız? Nasıl insanlardı? Özellikle Sinan için çok etkili ve güzel konuştuğu söylenir.
– Nurhak’ta yaşanan, kuşkusuz bir çatışmaydı. Kürecik NATO Radar Üssü’nü hedef edinmiş beş günlük hızlı bir yürüyüşün ardından, aç, yorgun ve “yetişelim” kaygısıyla mola vermeden önce bir çoban tarafından görülüp ihbar edilerek, kötü yakalanmıştık. Eşitsiz pozisyonlarımızla bir çatışmaya girmek zorunda kaldık, bundan kaçınamadık. Tepeleri ele geçirmişlerdi ve süreç içinde kuşatıldık ve bunu engelleyemedik. Açıkta olduğumuz için geri de çekilmekte zorlandık ve sonunda arkamızdan da çevrildik ve kuşatma içinde kalan dördümüzden üçümüz öldürüldü, ben yaralı yakalandım.


Öldürülen arkadaşlarımdan Sinan Cemgil, gençlik önderi olarak sivrilmişti. ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübünün başkanlığını yapmıştı. Sadece ODTÜ değil, Ankara ve Türkiye ölçeğinde üniversite gençliğinin sevip görüşlerine önem verdiği önder nitelikli bir kişilikti. Evet, çok etkili ve güzel konuşur, konuşmalarıyla dinleyenlerini ezici çoğunluğuyla ikna ederdi. ODTÜ İşgali’nin sürdürülüp sürdürülmemesine ilişkin “Devrim” yazısının yazılı olduğu tribünlerde toplanmış ve çoğunluğunun eğilimi işgalin bitirilmesi olan gençlere hitap ederek, bu eğilimi tersine çevirip işgalin sürmesinde ciddi pay sahibi olduğuna tanıklık ettim. Dönemin en bilgili, ilgi alanı çok çeşitli ve zengin olan gençlerindendi. Sadece Türkçe değil, dokuz dilden okuyabilirdi. Nurhak’ta vurulduğunda, sırt çantasında İngilizce kitaplar vardı.


Alpaslan, İzmir Atatürk Lisesi’nden ODTÜ’ye birlikte geldiğimiz en eski arkadaşımdı. Kararlı militan niteliğiyle sivrilmişti. Teknik sorunları çözmede üstüne yoktu; ama en önemli özelliği bencilliğin zerresine rastlanamayacak karakter yapısı ve kimsenin üstlenmek istemeyeceği en küçük gibi görünen, ama en “pis” ve zor, en çok fedakarlık gerektiren işleri üstlenmekte saniye tereddüt etmemesiydi. Ankara’dan yeni geldiği Nurhaklarda, dağdaki bir insan için silahından bile daha önemli şey ayakkabıyken, bir arkadaşının talebini hiç ertelemeyerek, anında postallarını çıkarıp vererek, kar altında, yün çorabının üzerine Cislavet denen siyah lastiği geçirip yürüyüp gittiğini hep hatırlarım. THKO’nun birkaç “hamal”ından biriydi.


Kadir, Erzurum Üniversitesi’nde faşistlerin saldırıları altında, su verilerek örste dövülen demir gibi çelikleşmiş son derece kararlı, gözünü budaktan esirgemez bir gençti. Daima ileriyi düşünür, tedbirli olmaya alışkın kişilik özellikleriyle hep etrafını ve olabilecekleri gözler, önceden görmeye çalışırdı. Eksikliğini hissetmemek olanaksız.


– Kaybettiğiniz arkadaşlarınızın aileleriyle görüşüyor musunuz? Sinan Cemgil’in karısı ve oğluyla mesela? Sinan, Taylan Özgür’ün adını vermişti oğluna. Taylan Cemgil’in büyüyüşüne tanık olabildiniz mi?
– Alpaslan ve Kadir’in aileleriyle uzun süre görüşme imkanım oldu. Ama 12 Eylül ve cezaevi süreci kopukluğa yol açtı. Aynı nedenle Sinan’ın karısı ve oğluyla görüşebilme imkanım olmadı. Anne ve babasıyla görüşebildim sadece ve geçtiğimiz yıllarda ikisi de öldüler.


– Nurhak’ta tuttuğunuz günlük nasıl ortaya çıktı? Sonrasında Gerilla Günlüğü diye epey ilgi gördü bu yazdıklarınız?
– “Günlük”, Che Guevera ve tuttuğu günlüklere özenti olarak ortaya çıktı. Yakalandığımda üstümde bulundu. Ancak tedbirliydim ve isimleri az çok kodlamıştım. Dolayısıyla “günlük” nedeniyle kimsenin başı “belaya” girmedi. Bir Hüseyin ismi geçiyordu, hala hatırlıyorum, yaralı yatarken 10’a yakın Hüseyin getirdiler. Hiçbiri gerçek Hüseyin değildi.


– Nurhak’ta yaralandıktan sonra neler yaşadınız? Hastane’de ne kadar kaldınız? Cezaevine ne zaman götürüldünüz? O günleri sizin ağzınızdan dinleyebilir miyim?
– Çatışma bittikten sonra, yaralı yerde yatarken üzerime epey ateş edildi. Belki kolumu delip geçen kurşunu da o zaman yemiş olabilirim. O hır-gür içinde ve kasığımdaki yara çok canımı yakarken onu hiç hissetmedim. Karga tulumba taşıyıp köyün içine götürdüler. Köylü kadınların ağıt yakarak yazıklanmasıyla asker ve erkeklerin tutumları tezat oluşturuyordu. Sağ yakalanan Hacı Tonak ile birlikte bir cipe bindirip Gölbaşı’na götürdüler. Beni sağlık ocağına, Hacı’yı nezarete. Cipten indirirlerken ayağımın arabanın zeminine değdiğinde çıkardığı “şlapp” sesini hatırlıyorum. İki-üç parmak kandı yer. Sağlık ocağında biraz daha geciksek kurtaramayacaklarını söyledi doktorlar. Kurşun toplardamarı sıyırmış ve aşırı kan kaybına neden olmuş. 4-5 gün burada kaldım. İlk müdahale, tetanoz iğnesi vb. burada yapıldı. Ardından ayrıldığımız gruptan yakalanan bazı arkadaşlar ve Hacı ile birlikte bir GMS’ye koyup konvoyla Ankara Mamak Cezaevine getirdiler. Ben bir süre de Ankara’da Mevki Askeri Hastanesi’nde kalıp tedavi gördüm. 3-5 gün sonra yine Mamak’a getirildim. Ancak üç buçuk ay sonra ayağa kalkabildim. Başlangıçta arkadaşlarımdan ayrı bir koğuşa koydular. İkisinin de birer kolu elinde patlayan bombalarla kopmuş iki genç baktılar bana. Bütün ihtiyaçlarımı onlar karşıladılar.


– Cezaevi günleri dizide anlatıldığı gibi miydi? Orda büyük bir dayanışmaya, dostluğa tanık olduk. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edildiğinde siz de oradaydınız? O sabahı anlatır mısınız?
– Evet, cezaevi günleri diziye gerçekçi yansıdı. Yine de her film ya da dizinin gerçeğin tümünü anlatamayacağı ve mutlaka bazı yönlerini atlamak zorunda kalacağı kuşkusuzdur.


Meclis’in idam kararlarını ikinci kez onayladığını radyodan dinlemiştik. Ardından Senato’nun onayından geçti. Geriye bir tek Cevdet Sunay’ın imzası kalmıştı. Sanıyorum, o, bir gün bekleterek imzaladı. Ama artık idamların bugün-yarın sorunu haline geldiği kesindi ve kahredici bir bekleme dönemine girmiştik. Ve biz haberdar olmadan, Sunay’ın da imzasıyla, idam kararı, mükerrer olarak yayınlanan Resmi Gazete’de yer aldıktan sonra, süreç işlemeye başladı.


Biz, geride kalan idam cezaları bozulmuş olanlar, sabah değil, gece yarısı 00.00 ya da 00.30 gibi, Denizleri almaya geldiklerini duyduk. Zaten bekliyorduk ve hemen hemen hiçbirimiz uyumamıştık. Uyuyanlar da varsa, uyandılar. Önce uzaktan postal seslerini duyduk. Bizim kaldığımız tümü bir koridora bakan hücrelerden oluşan bölümün dış kapısının önünden geçti sesler. Ve bizim kaldığımız hücrelerle sırt sırta bakan “arka hücreler”de kalan Denizlerin bölümünün önce kapısındaki zincirlerin kilidinin çözülmesinin şangırtısını ve ardından kapı kilidinin açılışını duyduk. Sonra da Denizlerin kaldıkları üç hücrenin kapılarının açılış sesini. Arkasından, o zaman ne olduğunu anlayamadığımız zincir şakırtılarını. Sonra öğrendik arkadaşlarımızın ayaklarına vurulan prangaların şakırtısıymış duyduklarımız. Ve tekrar ayaklarına vurulu prangaların zincir şakırtısıyla birlikte yürüyüş seslerini dinledik. Bizim hücrelerin dış kapısının önünden geçerken Deniz’in “Haydi eyvallah çocuklar” diye bağırmasının ardından sesler giderek uzaklaştı. Biz, hücrelere ikişer kişi kapatılmış geride kalanlar, Deniz’e söyleyecek söz bile bulup söyleyemedik. “Güle güle” diyemedik örneğin. İçimiz içimizi yedi. Lanet okumadığımız şey kalmadı. Bir şey yapamamanın, elinden bir şey gelmemenin hıncıyla kalakaldık. Sabaha kadar uyumadım, hücrede birlikte aldığım arkadaşımla birlikte.


Sabah kalktığımızda hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Havalandırmaya çıktık. Ve aniden değiştik. Çünkü havalandırmaya bakan idare bölümünün pencerelerinde bir sürü yüksek rütbeli subay sıralanmış bizi izliyordu. Muhtemelen bir kısmı infazlarda bulunanlardı ve geride kalan “enkaz”ı seyretmeye gelmişlerdi! Biz de hiçbir şey olmamış gibi, gidip voleybol topunu aldık. Ağ zaten hep hazır duruyordu. İki takıma ayrılıp voleybol oynamaya başladık. Birkaç dakika içinde pencereye birikmiş meraklı gözler çekilip gittiler.


– Deniz Gezmiş bugün bir efsane. Hatırla Sevgili’den sonra o efsane daha da bir büyüdü. Bunda sizin payınız mutlaka ki çok büyük. Bir anlamda bu diziyle Deniz’in itibarı iade edilmiş oldu. Deniz Gezmiş bugüne kadar her kesimden insan için hep kabul görmüş biri oldu. Fakat Mahir Çayan için bunu söyleyemeyiz. Dizide de Mahir Çayan tam anlamıyla anlatılamadı. Mahir Çayan hala kabul edilmeyen biri. Siz Mahir Çayan’ı tanır mıydınız? Nasıl biriydi?
– Kuşkusuz Deniz’le Mahir’i kıyaslayan bir yorumda bulunmam, bulunmayacağım. Ancak dizide Mahir’in eksik anlatıldığı ya da tam yansıtılamadığı düşüncesine katılıyorum. Mahir, neredeyse birden bire silahlı eylem içinde görülmeye başlandı. Öncesi verilmedi. Bu sanıyorum, dizinin kurgusuyla ilgili. Dizi üç dönem ve üç idamı anlatmak üzere kurgulanmıştı, herhalde sözünü ettiğiniz durum buradan kaynaklandı. Ya da başka bir neden varsa ben bilmiyorum.


– Türk solu bugün ne durumdadır? Önce “Türk solu” doğru bir ifade mi onu sorayım. Yoksa sadece “sosyalistler” mi demeliyiz. Türkiye’de sosyalist mücadele ne durumda? Sosyalistler çok farklı örgütlenmenin içinde. Birleşme mümkün müdür?
– “Türk solu” tabirinin doğru bir ifade olmadığı gerçek. Hem “Türk”le sınırlandırmacılığın sosyalizmi millet ekseninde ve milli bir kategori olarak tanımlama uğraşıyla doğru değil, hem de “sol” tabiri de hemen hiç anlamlı değil.


Sosyalizm sınıfa, işçi sınıfına aittir, onun dünya görüşü ve hareketidir ve üstelik evrenseldir. Ve “sol” tabiri de, sosyalizmi, sosyalist hareketi tanımlamaz. Örnekse CHP ve DSP’den İP’e kadar “solculuk” iddiası yaygın. Bunun ötesinde, “sol”, sınıfsız ya da sınıf-dışı bir tanım. Hatta yalnızca sosyalizm bile yeterince tanımlayıcı değil. Marx zamanından beri, biliniyor, Hıristiyan sosyalizmi bile var. Burjuva ve küçük burjuva sosyalizmleri de. Buradan ayrılıkçılık ve bölünmeciliği yücelttiğim sanılmasın. Netlik gerek düşüncesindeyim. Politik bakımdan bu tür hareketlerin çoğu ile bir dizi birlik ve ittifak türleri bulunabilir ve herhalde bulunmalıdır. Ancak sosyalizmin saflığı da korunmalı ve ideolojik karmaşa ve bozuşturuculuğa kapı açılmamalıdır. Doğrusu “proletarya sosyalizmi” tanımıdır.


Yine “sosyalist mücadele”den anlaşılanın ne olduğuna göre, sosyalist hareketin durumu farklı algılanacaktır. Bugün örneğin anti-emperyalist mücadelenin yanında demokrasi mücadelesi de işçi sınıfı açısından acil önemdedir. Ve ben, bugün eğer salt sosyalist bir mücadele aranırsa, bunun çok dar bir mücadele olarak bulunabileceğini, ama durumun böyle olmadığını düşünüyorum. Bugün proletarya sosyalizmi ya da sosyalist işçi hareketi, kendi bağımsız yolunu açmaya çalışırken, bunu ancak anti-emperyalist ve demokratik hareketi kendi etrafında toplayarak, bu toplam hareketi yönetip yönlendirmeye çalışarak başarabilecektir. Saf bir sosyalist devrimle yüz yüze değiliz. Sosyal devrim, birkaç koldan birden akan devrimci hareketlerin sınıf eksenli toplamı olarak ilerleyebilir, böyle ilerleyecektir diye düşünüyorum.


Sosyalist hareket yapmak zorunda olduğu şeyi yapıyor ve yapmalıdır: İşçi hareketiyle birleşmek. Bu açıdan fabrika ve işyeri çalışması tayin edicidir. Ve ikincisi, tüm halk hareketini birleştirip ileriye doğru götürmek ve gelişmesi ve birleşmesi için elinden geleni yapmalıdır sosyalist hareket ya da doğrusu devrimci işçi hareketi.


İşçi sınıfından kopuk, sınıf-dışı “sosyalist hareketler” ve onların sınıf-dışı platformlarında “birlik”in hiçbir önemi olmadığını düşünüyorum. Bu hem gerçekleşebilir bir birlik değildir, hem de sınıftan kopukluğun birliğinin işçi sınıfının davası olan sosyalizmle bir ilgisi olmayacaktır. O nedenle sosyalist birlik platformu, işçi sınıfı partisinde, sınıfın partileşme eyleminde birliktir.


Ancak burada birleşmesi mümkün olmayanların bütünüyle dışlanmasının doğru olmayacağı da ortadadır. Her şeyden önce geriye koca bir halk ve halk hareketi kalmaktadır. Halk ve halk hareketinin birlik platformunun anti-emperyalist ve demokratik içerikli olduğu ve olabileceğiyse ortadadır. Çeşitli halk katmanlarının hak arayışları, laisizmin ayakları üzerine oturtulması ve laik hareket, Kürt sorununun eşitlikçi çözümü ve Kürt halk hareketi, anti-emperyalist hareketler vb.., kuşkusuz tek bir amaç etrafında birleşmek ve birleşik bir hareket olarak örgütlenmek ihtiyacındadır. İşçi davası etrafında birleşemeyen çeşitli türden sosyalist iddialı hareketlere de, tabii ki, böyle bir birlik içinde yer olacaktır.


– Şimdi herkes anti ABD’ci ama anti emperyalist değil… Sol kitleleri harekete geçirmede seyirci mi kaldı?
– Herkesin anti ABD’ci olduğu doğru değil. Türkiye’yi yönetenlerin ABD’ci oldukları kesin örneğin. Ancak “üst sınıflar” içinde anti-Amerikancılık ve hatta anti-emperyalizmi Kürt düşmanlığı olarak ele alıp böyle göstermeye yönelik bir çaba vardır. Bu çaba, dolaysızca halkın anti-emperyalist duygu ve yönelimini çarpıtıp Kürt düşmanlığına tahvil edip halkı yedekleme çabasıdır. PKK ile ABD arasında bu nedenle “teşvik”, “yardım/destek” vb. hatta “işbirliği” ilişkisi iması ya da açıktan iddiası (ima ya da açık iddia, egemen sınıf fraksiyonundan fraksiyonuna farklılaşır) bu çabanın hareket noktasıdır. Oysa egemenlerin kendileri Amerikan işbirlikçileridir, hiçbir alanda onun sözünden çıkmazlar… Sol  sömürülen kitlelerden kopukluğu meslek edinmekte ısrar ettikçe her şeye seyirci kalmaktan kurtulamaz. Bu nedenle de gerekli olan proleter sosyalizmidir.


Onun açısından da bir gecikme ya da seyirci kalma durumu ileri sürülebilir ya da akla gelebilir. Yanıt odur ki, kitlelerin harekete geçmesinin nesnel koşulları vardır ve hiçbir politik akım ya da örgüt, kendi isteğine göre ve istediği zaman kitleleri harekete geçiremez. Önemli olan kitlelerin hareketlenmesine yardım etmek ve ona, kuşkusuz kitlelerin ve hareketinin içinden yol göstermektir.


– Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle sosyalizmin önünde örnek de kalmadı diyebiliriz. Dünya da sosyalizmi gerçek anlamda uygulayan bir ülke var mı?
– Evet, bugün sosyalizmin örneği olarak gösterilebilecek bir ülke yok. Sosyalist bir ülke yok yani. Küba, Chavez’in Venezüelası, Moralis’in Bolivyası, sosyalist ülkeler olmasalar bile, anti-emperyalist tutum ve politikalarıyla dayanışmaya ve desteklenmeye layıklar.


– Küreselleşme canavarının tek ülkede sosyalizm kurulamayacağını kanıtladığı söylenebilir mi?
– Kuşkusuz hayır! Küreselleşme denen şey yeni bir olgu değil. Kapitalizm daha emperyalizm öncesi küreselleşmeye, açık anlatımla dünya pazarını ele geçirmeyi ve dünya ölçekli bir üretim tarzı olmayı başardı. Tekelci kapitalizm olarak emperyalizm ise zaten baştan itibaren küreseldi, yani uluslarasılaşmıştı kapitalizm. Ve tek ülkede sosyalizm, Lenin tarafından, yine zaten, kapitalizme özgü olan ve bu uluslarasılaşmanın karakterize ettiği emperyalist kapitalizm döneminde işleyişi keskinleşen sektörlerin, bölgelerin ve ülkelerin eşitsiz ve sıçramalı gelişimi yasasının sonucudur. Sosyalist devrim yine bir ya da birkaç ülkede gerçekleşecek ve kurulacaktır.


– ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras’ın mecliste olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
– Tabii ki hiç yoktan iyidir.


– DTP ve ÖDP Çatı Parti’ye sıcak bakıyor. Siz ne dersiniz?
– “Çatı Partisi” önerisi EMEP’indir ve EMEP böyle bir kurumsallaşmayı özellikle 2002 3 Kasım seçimleriyle birlikte savunup gerçekleşmesi için elinden geleni yapmaktadır.


– Sizin Genel Başkan Yardımcısı olduğunuz EMEP, Kürt siyasetiyle adını duyuran bir parti. Türkiye’nin Kürt sorununu nasıl değerlendiriyorsunuz? Yakın vadede ve uzun vadede bu sorun nasıl bir çözüm bulacaktır size ve partinize göre?
– EMEP, herhalde adını Kürt sorununa ilişkin yaklaşımıyla duyuran bir parti değil; ama bir işçi kitle partisidir, sınıf partisidir. “Kürt siyasetiyle duyurma”dan kasıt belki büyük medyada bu nedenle adı geçmesi dolayısıyla olabilir. Ancak EMEP Kürt sorununu da sahiplenen bir parti. Her haksızlığa karşı çıkan bir parti; çünkü kendisinin dışındaki bütün haksızlığa uğrayanların, bu arada Kürtlerin de uğradıkları haksızlıklara karşı çıkmadan kendisine yöneltilmiş baskı ve haksızlıklardan kendisini kurtaramayacak işçi sınıfının partisi. Kürt sorunu ulusal bir sorun ve demokratik içerikli ulusal bir mücadeleyi koşulluyor. Çözümünü eşitlik temelinde bulacaktır. Türkiye’nin demokratikleşmesiyle çözüm yoluna girebilir ve sosyalizm koşullarında tam ve kesin çözümü sağlanabilir. Ama bu gidişatın dışında başka palyatif çözümler de olmaz değildir. Örneğin bugün Ortadoğu’ya yönelik çıkarlarının gerektirdiği bir Türk-Kürt yakınlaşması ABD’nin ihtiyaç duyduğu şeylerden biri. Dolayısıyla bir Amerikancı çözüm ihtimali tümüyle göz ardı edilemez. Bu tabii ki yukarıdan bir çözüm olur, ama örneğin silahların susmasına yol açabilir.


– AKP’nin politikalarını nasıl buluyorsunuz? Ergenekon nasıl değerlendirilebilir?
– AKP Amerikan emperyalizminin dünya egemenliği stratejisi çerçevesinde Türkiye’ye biçtiği “Ilımlı İslam” rolünü de üstlenerek, ama asıl olarak düzenin ve devletin neoliberal yeniden yapılandırılmasını gerçekleştirmeye yönelmiş bir parti. Bu yönelim karşı devrimin örgütlenmesi olduğu kadar, buna kapsamdaki politikalar ve bu politikaları izleyen AKP de karşı devrimci ve gericiler. AKP’ye yakıştırılan demokrasi havariliği misyonu, tamamen liberal yakıştırmadan ibarettir ve gerçekle hiç bağdaşmıyor.


Ergenekon, derin devlet tabir edilen şeyin eskimiş ve bugün artık vazgeçilmekte olan bir parçası. Yeniden yapılandırmanın bir unsuru olarak eskisi elden çıkarılıyor. Ve kuşkusuz Ergenekon ve sair tüm ilişkileriyle kontrgerillanın deşifrasyonu ve tasfiyesi yönünde adımlar önemsiz sayılamaz. Ancak Ergenekon davası, aynı zamanda egemenlerin bir fraksiyonunun diğer bir fraksiyonuna yönelik bir diş göstermesi de. İktidar ipini paylaşma çatışması içindeki iki egemen fraksiyon AKP’nin kapatılması davası ve Ergenekon davasıyla birbirleriyle peşrev yapıyorlar. Hem bir çatışmaya hem de bu çatışma üzerinden bir pazarlığa tanık oluyoruz. Örneğin Ergenekon’un ya da adı her neyse, onun, ortaya çıkmış ilişkiler ve kapsamdan ibaret olması olanaksız. Ancak çatışmanın bir tarafı olan AKP de, lafın ötesinde sonuna kadar gitme tutumunda değil, hatta bu kez bunun lafını bile etmiyor. Bir egemen fraksiyonu temsil eden AKP’nin de işine gelmiyor sonuna kadar gitmek; çünkü bu tür örgütlenmelere onun da ihtiyacı var. Ve çatışmanın ortasında, aslında bu tür yapılanmalar da yeniden yapılandırılıyor. Eskisi, Soğuk Savaş koşullarında yapılandırılmıştı, miadını doldurdu ve başlıca Kürt savaşında işlev gördü. Yapılandırılmakta olan yenisinin ya da yenilenenin ve yenilenmenin ekseni, Amerikan emperyalizminin dünya ve başlıca Ortadoğu’ya yönelik stratejik yönelimi.


– Türkiye’nin AB’ye üyeliğine ne dersiniz?
– AB, Avrupalı emperyalistlerin dünya egemenliği kavgasında yer alma ihtiyacının ürünü olarak doğdu. Birliğin nedeni bu: Pazar ve egemenlik kavgasında birleşip güçlenmiş bir güç olarak yer almak. Demokratik görüntü de, bu kavgada halkları yedekleme ihtiyacını karşılamaya yönelik.


AB’nin emperyalist tekelci bir birlik olduğu kesin. Türkiye ve başka benzeri ülkelerle ilişkileri, köleleştirici bağımlılık ilişkileri olarak şekilleniyor.


Öte yandan AB’nin Türkiye’nin üyeliğine sıcak bakmadığı, ama sadece Pazar olanaklarının yanında askeri vb. olanaklarını kullanmaya öncelik verdiği ortada. Ve üstelik henüz AB’nin kendisinin bile istikrarlı ve kalıcı bir birlik durumuna ulaştığını söylemek için erken.


Türkiye’nin üyeliğinin istikrar, yatırım ve istihdamın yanı sıra demokratikleşme de getireceği ileri sürülüyor ki, tümü yanılsamadan ibaret. Örneğin Gümrük Birliği üyeliği sadece iktisaden sömürge ilişkileri getirdi. Türkiye’nin AB üyeliğine karşıyım.


– Bir 50 yıl sonra Türkiye nasıl olacak?
– Kesinlikle sosyalist. Üstelik bu kadar zaman almayacağı da kesin!


Mustafa Yalçıner ve 68 kuşağı fotoğrafları için lütfen tıklayınız


DİĞER AYAKÜSTÜ SOHBETLER


-‘Antalya’yı kolay yağmaladılar’
– ‘Biz devrimciler büyük bir ailenin üyeleriyiz’
– ‘Abidin’in büyük sanatçılığı yeterince bilinmiyor’
– ‘Devrim artık şart olmuştur…’
– ‘AKEL’in zaferi, tüm ilericiler adınadır’
– Can Dündar: Türban MHP’nin taktiğiydi…
– ‘AKP gecikmiş bir baroktur!’
– ‘Figuran değil müdahil olmalı’
– İranlı yazar Erad: Aşk, Türk’ü, Kürt’ü sevmektir
– AKP’nin Alevi sınavı…
– Çerkes Adil Paşa’nın tahsildarlık günleri
– Sıra şeytanda…
– Selek: Feminist kitabevi Amargi bir okul…
– İstanbul’un turizmi bu atölyede şekilleniyor
– Neden Patara ve neden şimdi?
-‘Terörün panzehiri ekonomik gelişmedir’
-‘Türkmenlerin hakları, bizim Kürtlere de tanınmalı’
-‘Mahalle baskısı değil, ideolojik baskı’
– ‘Meclis’teki partilerin kadın politikası yok’
– Ersümer: Merkezde bir yeniden yapılanma olmalı…
– Fotoğrafın büyücüsü: Aykan Özener
– Savaş karşıtı eylemlerin fotoğrafçısı: Hüsnü Atasoy
– Ufuk Uras: Desteği için Baykal’a teşekkür ediyorum!
– ‘AKP’yi sola karşı yaratanlar yok edecek’
– ‘Muhabirlerin telifle çalıştırılması yasalara aykırı’
– Yeşiller bağımsızları destekleyecek
– Türkiye sağlık turizminde atakta
– ‘Hayallere tanık olmak istedik’
– ‘İngiltere’de işkence yaptılar…’
– ‘Kürtler, Türkler’i ikna etmeli…’
– ‘Düşünceye militarizm de engel…’
– Boyalı bank nöbetini terkeden ‘sosyalist’ asker
– ‘Kategorizesiz bir dünya hayalim’
– ‘Toplumsal varlıklar elimizden kayıp gidiyor’
– Ermeni tarihçi: Asıl sorumlu emperyalizm
– Hrant Dink: Ruh halimin güvercin tedirginliği
– ‘Vicdansızlığın İslamcısı, solcusu olmuyor…’
– ‘İsrail bir devlet değil, bir projedir’
– Orhan Suda: Yaşasın edebiyat
– Türkiye’nin Papa’ya sormayı unuttukları!
– Sol Kendini Arıyor VII: Ömer Laçiner
– Sol Kendini Arıyor VI: Hayri Kozanoğlu
– Sol Kendini Arıyor V: Aydemir Güler
– Sol Kendini Arıyor IV: Oğuzhan Müftüoğlu
Sol Kendini Arıyor III: Aydın Çubukçu
– Sol Kendini Arıyor II: Çiğdem Çidamlı
– Sol Kendini Arıyor I: Mihri Belli:
– Hayalet yazar Hüdai Nabit
– Çitlembik ağacıyla söyleşi
– ‘Çocuğa şiddet, çok yaygın’
– İran PKK’yi neden bombalıyor?
– Serdar Denktaş: Mal mülk davaları en zor sorun
– ‘Kıbrıs’ta kısa dönemde çözüm olmaz’
– Tayvanlı yazardan ‘Sıcak bir öpücük’
– Kavakçı: Başörtü, dini bir mesele
– Perinçek: MHP tabanını dışlayarak solculuk yapılmaz!
– ‘Tek dileğim iki dengeli bir dünya…’
– ‘Beni en çok korkutan: Google’
– ‘Sorunumuz Yahudiler’le değil, siyonizmle’
– O bir ‘peynir avcısı’
– ‘Çernobil’den ders çıkarmadık’
– Bir kültür taşıyıcısı: Aydın Çukurova…
– Afşar Timuçin ile insana dair ne varsa…
– 12 Eylül iddianamesine ne oldu?
– Akın Birdal: Evren yargılanmalı!
– Hitler ile söyleşi…
– ‘Baş örtüsünü ilk kez Sumerliler taktı’
– ‘Türk solu titreyip kendine gelmeli’ 
– ‘Hepten pusulasız olmadığımız kanaatindeyim…’
– ‘Siyasi güç, her zaman kendi hukukunu yaratır’
– ABD işdünyasında çöküş
– ‘ABD Anayasası Patara’dan’
– Çocuklar öldürülmesin!
‘- ‘Bir Gün Mutlaka’
– ‘Derin devlet sorunları çözmek istemiyor’
– Kaş’taki gözyaşı
– ‘Son 15 yılda bilinçte sıçradık’
– Piref. H. Ökkeş ile ‘dörtköşe’ sohbet…
– Sorgun Ormanı’nı kurtaralım
– Devrim Bize Yakışırdı!
– G-8 protestosundan gözlemler…
– Başkaların hayalleri…
– Hurafeler gölgesinde Gelibolu…
Çokuluslu tekellere karşı ‘Adil Ticaret’
– Kuzey çikolata, Güney ekmek derdinde
– Fokları, katliamdan kurtaralım!
– Nükleer denemelerin faturası: Doğal felaketler
-Türkiye’de de nükleer silah istemiyoruz!
– İsrail dünyanın 6’ncı büyük nükleer silahına sahip!
– Faşizm neden Almanya’da kök saldı?
– Demirel davasında tekelci medya da suçludur

731330cookie-check‘Denizlerin talepleri hala Türkiye’nin temel ihtiyacı’

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.