‘Devrim artık şart olmuştur…’

BİR YUSUF YAVUZ* RÖPORTAJIDIR…


Üner Beköz, sıra dışı bir eğitim metodolog. Yurt içi ve yurt dışında onlarca üniversite ve özel kuruluşlarda genel olarak sistem yöntemleri üzerine eğitim çalışmaları yapıyor. Eğitim yöntemi başta olmak üzere, deniz biyolojisi ve çevre gibi konularda kitapları var.  Ayrıca  bir  motosiklet tutkunu, pilot ve iyi bir dalgıç.  Ancak hepsinden önemlisi çalışkan bir araştırmacı.  Apostaz adını verdiği kitabında çevre insan ilişkisini çarpıcı biçimde sorguluyor. Kapitalist sistemin dayattığı çevre sorunu ve çözümü önermelerini boşa çıkaran, çevre ezberini bozan tezleriyle dikkat çeken Beköz, her zaman anarşist fikirler geliştirmekten keyif aldığını söylüyor. Amerika’daki motosiklet gruplarından yola çıkarak Türkiye’deki motosiklet kültürü ve sosyolojisini anlattığı yayına hazır doktora tezi “Cennetin İblisleri” dışında, askeri liselerden başlayarak, Türkiye’deki kolej ve özel okullardaki gençlerin özkıyım  ve intiharlarını somut olaylarla anlatarak  eğitim sistemine ağır eleştiriler getirdiği “Sevimsiz İlahlara Özkıyım” kitabı da yakında okurla buluşacak.


Antalya’da yaşayan ve çalışmalarını Deniz Araştırmaları Merkezi’nde sürdüren Üner Beköz’le, dünya sistemini, onun deyimiyle sistemin paraziti haline gelen ‘aseksüel’ insanı  konuştuk. İşte parazitlerin istilasına uğrayan bir sistemde “devrim artık şart olmuştur” diyen Üner Beköz’ün çarpıcı açıklamaları…


-Apostaz ne demek. Bunun kısaca bir tanımını yaparak başlayalım isterseniz.
-Apostaz, intihar demek. Özkıyım demek daha doğru olur sanıyorum.


– Bu iki tanım birbirinden farklı mı?
-İntiharla özkıyım aynı değildir ve özkıyım intihar kelimesinin daha Türkçe’si hiç değildir.


-Doğrusu nedir?
-Ben intiharı bilmem. Ama özkıyım konusunda ahkam kesebilirim. Kendini öldürmenin bin çeşidini bilirim. Bunun için eğitildim. Uğruna özüme kıyacağım değerlerim var. Çok daha güçlü değerleri olan binlerce insan sayabilirim. Siz onlara ‘kahraman’ diyorsunuz sanırım. Ben de öyle diyorum. İlla gidip kediyi ağacın tepesinden indirmiş olmaları gerekmiyor. Bunun için özkıyımlarına değdiğini düşündükleri değerleri olması yeterli. Bu,  onları en başında mütevazı yapıyor. Titrleri ve her neleri varsa onlarla değil, değerleriyle yaşama ayrıcalığını  veriyor. Böyle değerleriniz olduğu zaman özkıyım beklenilecek bir davranıştır. Özünüzü silmenin, değeri koruyacağını bilirsiniz. Öyleyse, intiharla özkıyım arasındaki birinci ayrım, değerin bekası uğruna özün silinmesine gönüllü olmaktır. O nedenle özkıyım girişimleri, intihar girişimlerinden çok daha başarılı olur. İntiharda ise kara kutu içindeki kaybolmuşluğu sonlandırmak ve değere ulaşmak ana dürtüdür. Yani bir değer sahipsizliği varsayımı vardır. Sonuçta her ikisi de değer içindir ama yönleri farklıdır.


– Siz Apostaz adlı kitabınızda insanlığın zaman içindeki serüvenine değinerek günümüzde gelinen noktada dünyanın bir çeşit ‘kutsal intihara’ hazırlandığını söylüyorsunuz. Bu söyledikleriniz doğrultusunda bunu biraz açar mısınız?
-Bunu sistem kavramı üzerinden anlatabiliriz. Sistemlere bir parazit tutunduğu zaman, bu konudaki matematik söylem; ‘bir sistemi parazitten kurtarmanın hiçbir yolu yoktur’ şeklindedir. Bunun tek bir yolu vardır o da sistemi kapatmak. Sadece sistemi kapattığınızda parazitten kurtulursunuz ve gider başka bir sisteme tutunur. Kitap genel anlamda dünya  sisteminde canlıların sahip olduğu yeri ve önemini anlatırken, insanın daha sonradan geliştirdiği ve edindiği yerden söz ediyor.


-Nasıl bir yer  edindi insan?
-İnsanın dünya sistemi içerisinde kendisini bir parazit haline sokup, dünyanın enerjisini kendi isteği doğrultusunda soğurduğunu anlatmaya çalıştım kitapta. Sistemin bir parçası olmaktan çıkıp sistemin paraziti olduğunu kısacası. Şöyle bir düşünelim; dünya sisteminin içerisinde ateş kullanan başka bir canlı türü var mı? Yok. Ateşi evcilleştiren, onu kendi amaçları doğrultusunda kullanan tek canlı türü insan. Çünkü insanın geliştirdiği yaşama biçiminde enerjiye ihtiyacı var. Sistemlerin yaşayabilmesi için enerji soğurması gerekir. Ancak parazitlerin böyle yetenekleri yoktur. Parazit, sistemin enerji soğurma yeteneğini kullanarak, bu sistemin asıl yapması gerekeni değil, kendi yapmak istediğini yaptırıyor sisteme. Sistemi hiçbir şekilde kurtaramıyoruz.


– Buradan dünya sisteminin yakın gelecekte kendini kapatarak, sizin deyiminizle öz kıyımda bulunacağını mı anlamalıyız?
-Bakın sistem ancak kendisini kapattığı zaman parazitten kurtulacağına dair bir mantık üzerine kurulu.


-Kitabın ana çerçevesi de bu mantık üzerine kurulu. İnsanın dünya sistemini kapatacağını ve başka bir gezegende kendine yeni bir yaşam alanı yaratacağını iddia ediyorsunuz.
-Biz kapatmayacağız, dünya sistemi kendi kendini kapatacak. Doğal sistemler böyle. Artık parazitin yükünü, tahribatı kaldıramıyorlarsa kendilerini kapatırlar. İnsan kurgusu olan sistemler için de böyledir bu. Ancak illa da başka bir gezegende yaşaması gerekmiyor. Sadece yeni bir form geliştiriyor insan. Şimdiye kadar edindiği her şeyin dışında bir yaşama biçimi bu.  Şimdi söyleyin bana,  Türkiye’deki eğitim sistemine tutunan parazitler olan dershanelerden kurtulma şansımız var mı?


-Sizce  var mı?
-Evet,  var.


-Nasıl?
-Okulları kapatırsak ya da üniversite sınavlarını ortadan kaldırırsak dershaneler de ortadan kalkar. Yani sistemi kapatmak gerekiyor. Parazitlerin çok önemli bir özelliği var, bunu söylemeden geçemeyeceğim;  parazitin tutunduğu sisteme zarar verdiği düşünülür. Oysa gerçekte durum böyle değildir. Parazit tutunduğu sistemin soğurduğu enerjiyle hayatını sürdürüyor, ona hiç zarar verir mi?


-Sistemin uzun süre yaşamasını istiyor yani?
-Evet. Verili siyasi sistemler vs. Hepsi tamamen bunun üzerine kurulu. Devrimler de böyle değil midir? Parazitlerin yarattığı çürümeden kurtulmak için sistemi kapatıp yeniden açarsın, buna devrim denir. 


-Ruhun  beslenmesi vurgusu yapıyorsunuz kitapta. İçinde yaşadığımız dönemde insanların  varoluş sorunu artırıyor ve sistemle beraber insanlar da ruhlarını besleyemeyerek sizin deyiminizle  özkıyıma doğru mu sürükleniyor?
-Ruhun beslenmesi ayrı bir konu. İnsan kendi özvarlığı her neyse, bunu inkar etmeye başladı. zihinsel varlığını çok daha fazla ön plana çıkarmaya başladı. Zihinsel varlığının uzun süre yaşaması için elinden geleni yapıyor. Dünyada daha fazla kalma çabası içine giriyor insan. Yani doğanın dengesi her neyse buna uymamak için elinden ne geliyorsa ardına koymuyor. Fakat yine parazitlerle ilgili önemli bir konuya vurgu yapmak istiyorum; hani parazitler sisteme zarar vermezler demiştik. Örneğin insanın bağırsak sistemine takılan parazit bunu bozmaz, yaşamasını ister. Ama insanın ölümüne neden olur? Çünkü insanın elde ettiği besinleri kendi isteği doğrultusunda yönlendir ve sizin buna bağlı diğer bütün sistemleriniz çöker ve ölürsünüz. O hâlde demek ki dostum, devrim artık şart olmuştur.


– Ruhun beslenmesine gelirsek…
– Ruhumuzu beslemeye başladığımızdan beri ki bu hayal kurmamızla ilgilidir. Önce hayalini kurarız sonra da o hayale ulaşmak için çaba harcayarak ruhumuzu besleriz.


– Peki bunun sonu neresi?
– Sonsuz hayat bunun sonu… Sonsuzluk. Ölümsüzlük…  E nerede bulacağız sonsuz hayatı? Yerçekimine karşı direnen bu fani bedenlerimizi sonsuz hayata ancak bu kadar ulaştırabildik. Çam ağacı değiliz ki birkaç yüz yıl yaşayalım.


– Ne yapacağız bu durumda?
– Zihnimizi devreye sokarak yola  onun devam etmesini sağlayacağız.


– Nerede ve nasıl devam ettireceğiz bunu?
– Koy bir makinenin içine zihnini, sonsuzluk kalıbına sok…  Çocuklarımızın bu gün yapmaya çalıştıkları da bu değil mi? Aslında varolmayan  sanal bir uzayda yaptıkları zihinsel yolculuklarla kendilerini bulmaya çalışmıyorlar mı? Vücudun hiçbir önemi yok bu eylemde, tek amaç zihinsel doygunluk arayışı.


– Sizin bu konuda FRP oyununa ilişkin bir değerlendirmeniz de var…
– Evet. Bu bir çeşit bilgisayar oyunu. Bilenler bilir. Ayrıntıya girmeyelim. Fantasy Role Playing ( Fantastik Kişilik Bürünümü) İnsanı olmak istediği dünyaya ait kılma oyunu. Sanal ortamlar varedildiğinden bu yana, olmak istediğiniz her neyse, sanal dünyanın cıvalı ve silikonlu kapısından içeriye adım atmanız yeterlidir. Ruhu doygunlar için çok çekici olmasa da, kişiliğini çevresinden bağımsız biçimde yaratmak isteyenler için pek hoştur bu deneyim. Sanal ortamda varolabilmek ayrıcalığı akla ziyan bir çekiciliktir ve bu dünyaya geçiş hızı inanılmazdır. Orada rahatlıkla ateşe dokunabilirsiniz, çünkü soğuktur, rahatlıkla en yüksek dağın zirvesine çıkabilirsiniz çünkü çok alçaktır. Hemen ölmek istersiniz çünkü çok canlıdır…


– Gerçek dünyada aradığı zihinsel tatmini bulamayanlar için, sizin gelecek öngörünüzde sözünü ettiğiniz varolma biçimine yönelik  bir tür alıştırma mı bu tür oyunlar?
– İnsanın midesini doyurma sorunsalını kolayca çözmeye başlamasının ardından acıkan ruhunu besleyebilmesinin bir yolu haline geldi bu. Bu da bir çeşit özkıyım. Kendini varedemediği dünyadan öç alma, geride kalanları cezalandırma isteği.


– Konumuza dönersek; insanlığın başlangıcından beri geliştirdiği bir yaşam zinciri var. Daha doğrusu canlılığın yaşam zinciri… Siz gelinen bu noktada üniversiteleri de yaşam zincirine ekliyorsunuz ve bir çeşit gıda üretimi yapan çiftliklere benzetiyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
– Tabii. Canlılığın dört temel dengesi var. Doğarız,  besleniriz, üreriz ve ölür gideriz… Şimdi Atatürk’ de zamanında söylemişti; “Köylü milletin efendisidir” diye. Neden köylü milletin efendisidir, çünkü yerleşik düzende beslenmek için ihtiyaç olan gıdayı sağlar da ondan. Köylü tarım yapar ben de beslenir yaşar giderim. Bu insan tipinin başka bir halta ihtiyacı yok. Sonra ne yapacak? Üreyecek, ölecek gidecek. E şimdi bizim neye ihtiyacımız var? Beşinci dengeye. Hayallerimizi kurduk ve ruhumuzu doyurmamız gerekiyor. Bunun için de bilgiye ihtiyacımız var. Bilgiye ulaşmak için de bilgi tarımı yapan üniversitelere.


-Akademisyenler de çiftçiler mi oluyor bu durumda?
-Evet. Bu nedenle onlara  saygı duyuyoruz. Televizyonlara çıkan adamların adının önüne Prof. bilmem kim yazılırsa, beni değil onu dinlersiniz. Ben üniversite hocalarına ‘Parisliler’ diyorum. Hani Fransa’da yalnızca Parisliler şehirlidir, ülkenin geri kalanı taşralıdır. Bir tek bunlar bilir her şeyi.


– Buradan şuna getirmek istiyorum sözü; ruhumuzun doyurmak için üretilen bilgi paketleniyor ve iletişim kanallarının  biberonlarıyla  bireye sunuluyor. Buradan beslenen günümüzün yaşama biçimi,  bireyi çok öne çıkarıyor, hukuksal zırhlarla koruyup, adeta tanrılaştırıyor. Bireysel haklar ve alanlar genişledikçe içsel özgürlük alanlarımız kısıtlanıyor. Burada bir çelişki yok mu?
– Eğer ürettiğiniz bilgiyi insanlara eşit aktaramıyorsanız, insanları yerleşik düzene sokamıyorsanız ve köyle kent nüfusu arasında büyük bir farklılık ortaya çıkmışsa bütün bunlar tartışılır hale geliyor. Bakın Türkiye’de AKP hükümeti %50’ye yakın oy alıyor. Bu çok doğaldır. Aslında çok daha fazla alması gerekirdi. Şaşırıyorum bu kadar az oy almalarına.


– Neden şaşırıyorsunuz?
– Şundan; çünkü bizde sürü mantığı  çok  belirleyici.


– Sürü psikolojisi mi diyorsunuz yani?
– Hayır sürünün psikolojisi olmaz, davranışı olur. Psikolojiyle açıklayamazsınız bunu. Edinilmiş davranışları vardır sürünün. Dört temel dengesi vardır. Hala beslenir yani. Bu zincirin başındaki adam her kimse onun dediği olur. Bu dört temel dengeyi manüple eden insanlar yani.  Beşinci dengeyi koyduğunuz zaman, yani insanların ruhunu tam olarak ve doğru biçimde beslediğiniz zaman bireyselleşme başlar. Bireyselleşme, bizim bu çiftçilerin ürettikleri bilgiyi nasıl eşit miktarda topluma sunduğuyla ilgili bir durum. Bu bilgiler halk tarafından kullanılabilir hale gelecek ki ve bunları kural haline getireceğiz ki ( aslında ben getirilsin de istemiyorum, bu bir tespit ve yöntem sadece) o zaman bireyselleşme artacak. Örneğin Batıda kaldırımdan adımınızı yola attığınız zaman gelen otomobil durur. Çünkü ‘kent yayalara aittir’ gibi bir anlayış kural olarak yerleşmiştir. Otomobil o anda durur. Bizde durmaz. Biz bunun insanların hakkı olduğunu ona anlatacağız ki adamı görünce yavaşlasın. Şimdi halka bütün bu davranışları, kuralları paketleyip sunan kim? Eğer bunu paketleyen unsur çiftçilerse, yani akademisyenlerse o zaman bireyselleşme artacaktır. Yani AKP’nin oyu düşecektir. Paketleyen unsur hala ruhbanlardan oluşuyorsa o vakit maalesef yükselecektir. Bilginin sabit kalması isteniyor. Bilgi katıdır. İnanç ise gaz gibidir, sıkışır. Ama bilgiyi sıkıştıramazsınız. Bir kabın içine belli miktarda gaz koyun, sonra az miktarda bilgi koyun, bilginin hacmi gazı sıkıştıracaktır. Şimdi siz kalkıp ürettiğiniz bilgiyi bu halka vermezseniz ya da bilgi üretemezseniz halk tamamen gazla, yani inançla dolar.


– Karnı tok ama ruhu aç insana mı tekabül ediyor bu?
– Korkarım bir ruhunun olduğunun bile farkında olmayanlar vardır. Şimdi şuradan caddeye çıkıp yürümeye başlayalım, yüz kişinin en az yirmi tanesinin yakasında bir rozet görürüz. Bu, aslında ‘ben birey olarak varolamadım, bir grubun üyesiyim’ demenin bir yoludur. Tabii bunu modern psikiyatrların yarattığı  etkiye de yorabiliriz. Kendin olmaya kalkarsan sana manik depresif  gibi bazı tanılar koyabilirler. Bakın bu gün bizim tükettiğimiz buğday türü bozuk bir türün devamıdır. Başaklı bitkiler belli bir olgunluğa gelince tohumları yay gibi sağa sola fırlar. Ki döllenerek türün devamı sağlansın. Buğdayı 10 bin yıl önce evcilleştiren insan ne yapmış; patlamamış, genetik olarak bozuk olan tohumları toplamış onları ekmiş. Sonra bunların içinden de patlayanlar çıkmış, onları da ayıklamış. Gittikçe hiç patlamayanlardan bir tür geliştirmiş. Aslında normalleştirilen bu günkü tür, doğaya göre bozuk olandır.  


– Kadınların giderek erkekleri kendilerine benzetmeyi başardıklarını söylüyorsunuz. Nasıl oluyor bu?
– Yakında ‘Obez Kadınlar’ başlıklı bir heykel sergisi açacağım. Bunlar kendi yaptığım ve günümüzün obez kadınlarını anlatan heykeller. Bir de Kybele heykelleri vardır bilirsin. Bu heykellerin hepsinde de kadın figürü geniş kalçalı olarak betimlenmiş. Çünkü  onların genetik bilgileri böyle,  basenleri onların hörgücü. Yağ deposu. Çocuğunu gıdasız kaldığı zamanlarda doyurabilsin diye böyle. Günümüz kadını, genetik olarak kendisine aktarılmamış olan bir ortama göre hazırlıyor kendini. Spor yapıyor, yemek yemiyor, çocuğunu emzirmiyor vs. bir şekilde fiziksel bir değişimin içine giriyor. Çünkü çalışıyorlar ve erkeklerin işlerini yapıyorlar. Erkek de kadının görevini yapıyor. Görev dediğimiz de doğadaki görev değil, yerleşik düzenin, toplumun kurguladığı şeyler… Yavaş yavaş erkeği kendi tarafına doğru  çekerken  kadın da erkeğin bulunduğu yere doğru ilerliyor. Hatta tek ebeveynli doğum istekleri de bol miktarda var. ‘benim istediğim erkek değil’ demeye başladılar. Artık kadın erkeğin klasik düzende kendisi için yaptığı her şeyi yapabiliyor. Örneğin beni şimdiye kadar iki tane kadın boşadı. İkisi de ekonomik yetenekleri olan, toplumda yer edinmiş, saygı gören insanlardı. Çocuğu doğurduktan sonra bana ihtiyaçları kalmadı. Rahat rahat hayatlarına devam ediyorlar. Kadınlar, yerleşik düzen gereği her eğitimi alıp her görevi üslenebiliyor ve erkeklerin cinsel oyununu öğrenip bunun tadına varmış durumdalar. Kadınlar duygusal karar verebiliyor ve artık doldurulması gereken organlarının mideleri değil ruhları olduğu gerçeğine göre hareket ediyorlar. Bu durumda erkeklerin de duygusal karar verimi öğrenmesi ve uygulaması şart. Bu açık seçik gerçekleşti. Genele yayılmadı ama gerçekleşti.


-Yeni bir tür mü bu?
-Evet. Bu  aseksüel bir insan türü. Yani dört dengeden arınıp, üremek için değil keyif ve kimyanın tadı için cinsellik yaşayan, karnını değil ruhunu doyuran bir insan türü geliyor. Bu türde dişi erkek kavramı yok. Yeni bir insan türü anlatımı var. Hem de eski, ilkel, çift cinsli, karnı acıkan; neden varolduğu belirsiz insan türü üzerinde,  yepyeni bir din ve amaçla acımasız bir hakimiyet kurup gezegene kendi istediğini yapacak olan insan türü. Bu türün  adı: Homogenus maxima horribilis.


– Açılımı nedir peki bu yeni türün?
– Korkunç büyük zeka insanı diyorum ben buna. Kısaca iblis olarak açıkladım kitabımda ve bir zahmet literatüre girmesini rica ettim.


– Dinsel bir vurgu da yapıyorsunuz bu konuda ve bilim insanlarına gelmekte olan yeni dinin rahipleri diyorsunuz.  Yeni türle birlikte bunu da biraz açmanızı rica etsem.
– Bildikçe, bilgi evcilleşip yer yurt buldukça, inkar ede ede kendi yarattığımız tanrıya yüz çevirip, ruhumuzu teslim edecek bambaşka bir tanrı bulduk. Şimdi şuraya çıkıp, ‘ben vazgeçiyorum kardeşim, arabamı elektriğimi, haberleşmemi, kış günündeki sıcacık odamı, hızımı; neyim var neyim yok hepsini bırakıyorum. Çekilip mağarama dönüyorum diyecek kim var? Artık kimse ‘tanrının verdiği canı tanrı alır’ demiyor. Dese bile önce bir hastaneye gitmeyi ihmal etmiyor. Seksen yaşına geldim artık öleyim diyen de yok. Yeni türün bireylerinin oranı arttıkça bu bireylerin oluşturduğu toplumlarda birey hakları akıl sınırlarının üstüne tırmanıyor. Diğer toplumlar ilkel, acayip vahşi kabul ediliyor. Onların kaynaklarına göz dikiliyor. Genç nüfus  azalıp, üreme başkalaşıyor. Gıdalar plastikleşiyor,  bireyler sadece kendileriyle anlaşabiliyor. Yeni tür bireyi olabilmek için ruhun beslenmesi gerektiğini öğrenmek lazım. Bunun için de eğitim ve öğretim şart. Yerleşik düzende görev paylaşabilmek için bilgi katedrallerinin rahipleri tarafından bir güzel sıvazlanmak gerekli. Mahalle manastırlarında başlayıp, katedrallerde bitecek bir öğrenme, edinme sürecinde eski dengelerden kurtulup yeni dinin müridi olmak günümüzün esası. İnsan ruhunu ölümsüz kılmayı başaramayan dinler lastik yarıp yoldan çıktıkça yeni tür bireyi ruhunu özgür kılana kadar içinde hapis kaldığı bedeninin ömrünü uzatmayı amaç edindi. Nasıl olsa bir gün kurtulacağını düşünüyor insanlık. Günümüzdeki bütün bilimlerin el ele verip baş tacı ettiği tıp, sonunda doku fabrikaları bile kurdu. İnsanlar enfeksiyon, kanser ve bozulan sarkan, kötü çalışan organlar yüzünden ölmeyecek artık. Kopan, kaybolan organların yerine yenileri bulunacak, sahteleri yapılacak;  doku fabrikaları orijinal yedek parça üretecek. Doğmayacak bebekler doğacak, ölecek olanlar ölmeyecek. Ortaya çıkan ne olursa olsun hayatta kalacak ve ruhun beslenmesine yardım  edecek. Bu süreç hızlı gelişti. Her gün daha da acıkan ruhun beslenmesi için yeni yapabilirlikler üretmek gerekiyordu. Bildikçe özgürleşiliyordu. Özgürleştikçe mahrum kalınıyor, daha çok bilmek gerekiyordu. Bu özgürlüğün tadını hangi din,  hangi sanat vermiştir ki? Artık bu özgürlük gıdasının tarımı yapılmalıydı. Yeni tür avcı toplayıcı olmamalı, ruhları için gerekli olan gıda çiftliklerde üretilmeliydi. Üretildi de.


– Bu ruh gıdasının alınma şeklinin  de fast food biçimine indirgendiğini söylüyorsunuz…
– Ben genel olarak fast food’a karşıyım ama bunun  ortaya çıkma nedenleri vardı ve bunu sunan insanlar vardı. Sunarken de yaşama biçimleriyle paralel olarak daha da hızlı hale getirildi. O kadar ki, bazı firmaların sundukları tavukların genetiğiyle oynayarak tüysüz üretmeye başladılar. Çünkü tavukların tüyünü yolmak zaman alıyordu. Gittikçe doğanın dışına çıkıldı. Bakın benim eğitim çalışması yaptığım çocuklar var, bunların aileleriyle görüşüyoruz ve beslenme alışkanlıklarından tutun da yaşamlarındaki bütün ayrıntıları öğreniyoruz. Fast food’la beslenenlerin bir  çoğunda hiperaktif  bozuklar görülüyor. Bu biçimdeki gıda alımı gittikçe plastikleşti ve biz normal vücut formlarımızı yitirmeye başladık. Batıda bunun farkına vardılar ve organik gıda diye bir şeye yöneldiler. Bak bu organik lafı önemli bir laf. Demek ki bu zamana kadar insanlara inorganik gıdalar yedirmişler.


– Bu samimiyetsiz bir durum mu yani. İnsanlığın üzerinden iki büyük savaş geçmiş, çinkoyla, alüminyumla, radyasyonla beslenmiş bir insan türü gelişti ve şimdi bu organik denilen gıda türüyle doku uyuşmazlığı yaşamayacak mı?
– Evet. Neredeyse olacak bu söylediğiniz. Çünkü aynı şekilde ruhu besleme konusunda da benzer bir sorun var. Aynı yapay ve plastik ruh gıdasını uzun süre aldı dünya. Gerçek zamanla ilişkini yitirdiğin anda ruhunu besleyemiyorsun demektir. Ki buna depresyon deniyor. Bunun temeli çocuklarımıza her istediğini almamızla, onlara oyuncaklarla yapay bir dünya kurmamızla atılıyor. Hayal kurma yeteneklerini yok ediyoruz. Sen çocuğun hayal kurmasını sağlayamaz isen, hazır kurulmuş hayali satın alır verirsin. Ruhun plastik beslenmesi buradan başlar. On yaşından küçük çocuklar en cafcaflı oyuncakla bile en fazla beş dakika oynayabiliyor. İşte fast food bu. Şimdi ne  yapıyor  psikologlar, ‘çocuklarınızın hayal kurmalarını teşvik edin, fazla oyuncak almayın’ diyorlar. Tıpkı organik gıdaya dönüş gibi bu da.


_________________


Yusuf Yavuz- [email protected]


DİĞER AYAKÜSTÜ SOHBETLER


– ‘AKEL’in zaferi, tüm ilericiler adınadır’
– Can Dündar: Türban MHP’nin taktiğiydi…
– ‘AKP gecikmiş bir baroktur!’
– ‘Figuran değil müdahil olmalı’
– İranlı yazar Erad: Aşk, Türk’ü, Kürt’ü sevmektir
– AKP’nin Alevi sınavı…
– Çerkes Adil Paşa’nın tahsildarlık günleri
– Sıra şeytanda…
– Selek: Feminist kitabevi Amargi bir okul…
– İstanbul’un turizmi bu atölyede şekilleniyor
– Neden Patara ve neden şimdi?
-‘Terörün panzehiri ekonomik gelişmedir’
-‘Türkmenlerin hakları, bizim Kürtlere de tanınmalı’
-‘Mahalle baskısı değil, ideolojik baskı’
– ‘Meclis’teki partilerin kadın politikası yok’
– Ersümer: Merkezde bir yeniden yapılanma olmalı…
– Fotoğrafın büyücüsü: Aykan Özener
– Savaş karşıtı eylemlerin fotoğrafçısı: Hüsnü Atasoy
– Ufuk Uras: Desteği için Baykal’a teşekkür ediyorum!
– ‘AKP’yi sola karşı yaratanlar yok edecek’
– ‘Muhabirlerin telifle çalıştırılması yasalara aykırı’
– Yeşiller bağımsızları destekleyecek
– Türkiye sağlık turizminde atakta
– ‘Hayallere tanık olmak istedik’
– ‘İngiltere’de işkence yaptılar…’
– ‘Kürtler, Türkler’i ikna etmeli…’
– ‘Düşünceye militarizm de engel…’
– Boyalı bank nöbetini terkeden ‘sosyalist’ asker
– ‘Kategorizesiz bir dünya hayalim’
– ‘Toplumsal varlıklar elimizden kayıp gidiyor’
– Ermeni tarihçi: Asıl sorumlu emperyalizm
– Hrant Dink: Ruh halimin güvercin tedirginliği
– ‘Vicdansızlığın İslamcısı, solcusu olmuyor…’
– ‘İsrail bir devlet değil, bir projedir’
– Orhan Suda: Yaşasın edebiyat
– Türkiye’nin Papa’ya sormayı unuttukları!
– Sol Kendini Arıyor VII: Ömer Laçiner
– Sol Kendini Arıyor VI: Hayri Kozanoğlu
– Sol Kendini Arıyor V: Aydemir Güler
– Sol Kendini Arıyor IV: Oğuzhan Müftüoğlu
Sol Kendini Arıyor III: Aydın Çubukçu
– Sol Kendini Arıyor II: Çiğdem Çidamlı
– Sol Kendini Arıyor I: Mihri Belli:
– Hayalet yazar Hüdai Nabit
– Çitlembik ağacıyla söyleşi
– ‘Çocuğa şiddet, çok yaygın’
– İran PKK’yi neden bombalıyor?
– Serdar Denktaş: Mal mülk davaları en zor sorun
– ‘Kıbrıs’ta kısa dönemde çözüm olmaz’
– Tayvanlı yazardan ‘Sıcak bir öpücük’
– Kavakçı: Başörtü, dini bir mesele
– Perinçek: MHP tabanını dışlayarak solculuk yapılmaz!
– ‘Tek dileğim iki dengeli bir dünya…’
– ‘Beni en çok korkutan: Google’
– ‘Sorunumuz Yahudiler’le değil, siyonizmle’
– O bir ‘peynir avcısı’
– ‘Çernobil’den ders çıkarmadık’
– Bir kültür taşıyıcısı: Aydın Çukurova…
– Afşar Timuçin ile insana dair ne varsa…
– 12 Eylül iddianamesine ne oldu?
– Akın Birdal: Evren yargılanmalı!
– Hitler ile söyleşi…
– ‘Baş örtüsünü ilk kez Sumerliler taktı’
– ‘Türk solu titreyip kendine gelmeli’ 
– ‘Hepten pusulasız olmadığımız kanaatindeyim…’
– ‘Siyasi güç, her zaman kendi hukukunu yaratır’
– ABD işdünyasında çöküş
– ‘ABD Anayasası Patara’dan’
– Çocuklar öldürülmesin!
‘- ‘Bir Gün Mutlaka’
– ‘Derin devlet sorunları çözmek istemiyor’
– Kaş’taki gözyaşı
– ‘Son 15 yılda bilinçte sıçradık’
– Piref. H. Ökkeş ile ‘dörtköşe’ sohbet…
– Sorgun Ormanı’nı kurtaralım
– Devrim Bize Yakışırdı!
– G-8 protestosundan gözlemler…
– Başkaların hayalleri…
– Hurafeler gölgesinde Gelibolu…
Çokuluslu tekellere karşı ‘Adil Ticaret’
– Kuzey çikolata, Güney ekmek derdinde
– Fokları, katliamdan kurtaralım!
– Nükleer denemelerin faturası: Doğal felaketler
-Türkiye’de de nükleer silah istemiyoruz!
– İsrail dünyanın 6’ncı büyük nükleer silahına sahip!
– Faşizm neden Almanya’da kök saldı?
– Demirel davasında tekelci medya da suçludur


 

731230cookie-check‘Devrim artık şart olmuştur…’

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.