Diktatör Var, Diktatör Var

‘Tarih beni aklayacak!’ Fidel Kastro’nun özellikle diktatörlük suçlamaları karşısında çok sıkıştığı zaman sık sık sarfettiği son sözdü bu: bir bakıma, ‘Basta! İşte bu kadar!’ anlamına gelen bir söz.

90 yaşına rağmen (belki de Küba tıbbının bir mucizesi olarak) neredeyse hiç vuku bulmayacakmış gibi görünen ölümü nihayet gelip çatınca, tarih konuşmaya başladı.  Aslında tarih çoktan konuşmaya başlamıştı ama, sesi asıl bundan sonra duyulacak herhalde.

Ölümü vesilesiyle verilen demeçlere ve yazılıp çizilenlere bakılırsa, sonunda şaka maka, Fidel Kastro haklı çıkacak gibi.  Her şey bir yana,

ilk adı ‘Fidel’in, yalnız sevenlerince değil, ona mesafeli duranlarca da yaygın şekilde benimsenmiş olmasından bile anlaşılıyor bu.

İktidarının ilk onyıllarında Fidel’e yöneltilen eleştiri ve suçlamalar, daha çok rejimin vaadettiği özgürlük yolundan sapması ve totaliterleşmesi üzerine yoğunlaşıyordu.  Fakat o dönemde Latin Amerika’nın hemen hemen tümünde Amerika-destekli kanlı diktatörlükler hüküm sürdüğü için, bu eleştirilerin fazla bir etkisi yoktu.  Üstelik, malını mülkünü ve Batista dönemindeki imtiyazlarını kaybettiği için nefret kusan sınırlı bir azınlık dışında, eğitim, sağlık, istihdam ve mülkiyet ilişkileri gibi devrimle gelen sosyal reformların olumlu sonuçlarını teslim eden, hatta yürekten destekleyen geniş bir uluslararası kamuoyu mevcuttu.  Deyim yerindeyse,  Küba devriminin göz dolduran sosyal içeriği, diktatörlüğe meyleden yönetimsel biçiminin zaaflarını fazlasıyla gölgeler nitelikteydi o aralar.

Fakat Soğuk Savaş’ın bitmesi ve Sovyet desteğinin buharlaşmasıyla birlikte, Amerikan ambargosunun artan etkisiyle de, Küba devriminin kazanımları etkisini kaybetmeye başladı.  Devrimi izleyen ilk onyıllarda Küba tüm Latin Amerika’nın parlayan yıldızıyken, bugün zenginlik ve refah sıralamasında pek çok Latin Amerika ülkesinin gerisine düşmüş durumdadır.  Küba belki hâlâ güleryüzü, neşesi, dansı, müziği ve onuruyla fakirliğe meydan okuyan emsalsiz bir ülkedir ama, bu durumun devrimin ‘biçim’i kadar ‘içeriği’ne dönük eleştirileri de giderek katmerleştirdiği muhakkaktır.  Üstelik, Latin Amerika ülkelerinin demokratik yönetimlere geçmesiyle, Küba’daki tek parti rejimi çok daha göze batar olmuştur artık.

Fidel koltuğunu kardeşi Raul’a devredinceye kadar, tek-parti de değil, pek çok bakımdan tek-adam rejimiydi Küba’da sözkonusu olan.  Ne var ki, buna düpedüz diktatörlük demeye dili varmayanlar hâlâ yok değil.  Gerekçeleri de, Fidel’in tüm iktidarı boyunca arkasında büyük bir halk desteği bulunmasıdır.  Onlara göre, Fidel ‘sözümona demokratik’ (ya da ‘burjuva demokratik’) ülkelerdeki politikacıların çoğundan daha demokratik bir liderdi çünkü ülke halkının çoğunluğunun desteğine sahipti.  Fidel, istisnai uzunluktaki iktidarına rağmen, çok muhtemeldir ki son gününe kadar Küba halkının önemli bir çoğunluğunun sevgi ve desteğine sahipti, evet.  Fakat çoğunluk sahibi olmanın demokrat olmaya yetmediğini, bazı durumlarda tam tersine ölümüne muhteris bir diktatör olmanın zeminini oluşturduğunu kendi Türkiye deneyimimizden gayet iyi biliyoruz:  bizim de bugün arkasına çoğunluğu almış yürüyen bir diktatör adayımız var.  Demokrasinin gerçek ölçüsünün yahut en azından diktatörlüğün panzehirinin çoğunluk değil çoğulculuk olduğunu, yani azınlıkların etkin şekilde korunabilmesi olduğunu şimdi birebir yaşayarak daha iyi farkediyoruz.

Lafı uzatmaya gerek yok.  Fidel elbette kelimenin tam anlamıyla bir diktatördü.  Hatipti, entelektüeldi, cesurdu, yakışıklıydı, karizmatikti  ama bütün bu özellikleri diktatörlüğünü sadece biraz gizlemeye yaradı, hafifletmeye bile değil.  Yarım asır boyunca, elindeki tüm onay mekanizmalarını en iyi şekilde değerlendirerek, Küba’ya istediği hemen her siyaseti teker teker dikte etti Fidel; ülkeyi bir bakıma çiftliği gibi yönetti.

Bizzat kendi takipçileri arasında, Fidel’in bu diktatör profilinden gocunmayanlar da var tabii.  Onların yaklaşımı bir anlamda daha tutarlı.  Sözgelimi, ‘diktatör olmayacaktı da, Soğuk Savaş’ın en sıcak evresinde koca bir kapitalist sisteme karşı nasıl direnecek, tepesindeki azgın hegemona nasıl kafa tutacaktı? İyi ki de diktatördü!’ diye sıkça dillendirdikleri bir argüman, onların bu husustaki konumlarını iyi açıklar.

Fidel’i izleyen ve sevenler arasında, bu tür argümanlarla onun diktatör tarafını düpedüz haklı görenlerin bulunması hiç şaşırtıcı değil.  İlginç olan, Fidel’in siyasi pratik ve söylemine uzak hatta açıkça karşı olan hayli geniş bir kesimin de, Kübalı liderin önayak olduğu olumlu sosyal reformlara bakarak, onun diktatör yanını adeta hoş görme, en azından görmezden gelme eğiliminde bulunmaları.  Lider Maximo’nun ölümü vesilesiyle, bunu bir defa daha en net şekilde gördük.  Kuyruk acısı olan Küba asıllı bazı Amerikalı guruplarla Trump gibi bazı bağnaz politikacılar haricinde, dünya kamuoyunun –ve özellikle de kapitalist dünya kamuoyunun–öndegelen lider ve seçkinleri, Fidel’i güzel ve bazen bayağı ‘içten’ denebilecek biçimde uğurlamaktan geri kalmadılar.

İlginç, fakat biraz düşünülürse aslında bu da pek şaşırtıcı olmayan bir durum.  Zira, Fidel’in yalnız yakın tarih içinde değil, diktatörler arasında da hayli özel bir yeri olduğunu teslim etmemek zor.  Gerçekten de, aklıbaşında hangi insan ‘ikisi de diktatördü’ deyip Fidel’i, sözgelimi bir İdi Amin’le, bir Ömer El Beşir’le, bir Pinochet, bir Trujillo, bir Somoza veya bir Batista ile aynı çuvala koyup kıyaslayabilir?  Vicdani ve siyasi muhakeme kapasitesi olan hangi insan, tüm bu isimleri kayıtsızca yanyana getirebilir? Hiç şüphe yok ki getiremez; getiremediği için de, Fidel’e ayrı bir sayfa açması, onu apayrı bir köşeye yerleştirmesi kaçınılmazdır.

Bu ise bizi asıl ilginç olan noktaya getiriyor: eğer Fidel’in diktatörler arasında gerçekten ayrı bir yeri varsa, bu yeri belirleyen kriter nedir? Bir kriteri kriter yapan, herkes için geçerli evrensel bir ölçü içermesidir.  Böyle bir ölçü olduğunu savunacak değilim; her halükarda burada bu konuyu tartışmaya niyetim yok.  Ama şu noktaya dikkat çekmek isterim:

Kastro örneğinden de görülen o ki, ‘biçim’i her türlü içeriğin üstünde tutan en titiz olanlarımız da dahil olmak üzere, hemen hepimizin içine işlemiş bir tür çifte standart mevcut.

Zira bir yandan, biçimsel tutarlılığa bağlı kalarak, ‘diktatör diktatördür; diktatörün iyisi kötüsü olmaz, hepsi kötüdür’ deyip geçiyoruz; diğer yandan, ‘diktatör var, diktatör var; o diktatör başka’ deyip birini diğerlerine karşı kayırmaktan kendimizi alamıyoruz.  Tabii bu ikincisini yaparken, düşündüğümüzü çoğu kez açıkça söylemekten kaçınıyoruz; dahası, hemen her zaman bilinçaltında saklı kalan bu düşüncemiz genellikle bilincimize ve söylemimize erişmeye fırsat veya imkan bulamıyor bile.  Bilinç katımızda ‘siyaseten doğru’ olana bağlı kalma çabası ve azmindeyiz, ama bilinçaltımızda ‘politically correct’ olana aykırı ne varsa at koşturup duruyor.  Ama bazen, gözlemlerimiz, izlenimlerimiz ve siyasi tercihlerimizin baskısıyla havlu atıp, çelişki ve tutarsızlığımızı bilinçli olarak kabullenmeyi, onunla yaşamayı göze alabiliyoruz.  Kastro gibi çetinceviz bir örnek karşısında, olan da bu herhalde: diktatörlükler karşısında en tavizsiz duranlar dahi, diktatör olduğunu çok iyi bildiği halde, Fidel için ‘diktatör diktatördür, o da bir diktatördü’ deyip geçemiyor, bir şekilde onu diktatörler listesinin dışına çıkarıp, aklının ve gönlünün bir kenarında tutmayı yeğliyor.

Bu çifte standart hali, başka pek çok dikenli konuda da geçerli tabii.  Sözgelimi, kulağımızda hemen her saat yankılanan ‘iyi terörist kötü terörist olmaz, terörist teröristtir’ lafının kendi coğrafyamızın çelişkiler yumağı içinde ne anlama geldiğini bilmem belirtmeye gerek var mı? Varsa, o da ayrıca ele alınacak bir konu.

2035670cookie-checkDiktatör Var, Diktatör Var
Önceki haber”Barış İçinde Yaşama Hakkımıza Sahip Çıkıyoruz!”
Sonraki haberDünya Kadın Hakları Günü’nde 76 yaşındaki Ümmühan Nine’ye düşmana yapılmayacak zulüm…
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.