Dinleyin, yitip giden sizin öykünüzdür

YUSUF YAVUZ / AÇIK GAZETE  -Bir zamanlar tüm dünyaya halı üreten 100 bin kişilik dokumacı ordusu nasıl tarih oldu…
 
Rönesans ressamlarının büyülendiği Türk halıları bir zamanlar tüm Avrupa’nın zengin konutlarını süslüyor, Batı Anadolu’da yüz binlerce tezgahta milyonlarca metrekare el dokuması halı üretiliyordu. Asya bozkırlarından koyunlarıyla Anadolu’ya gelen Türklerin, Anadolulu Rum ve Ermenilerle bir araya gelerek yarattığı bu üretim öyküsünün yeterince yazılmamış tarihi, bu toprakların özetidir. Isparta halısı üzerinden anlattığımız bu öykü, aslında bütün Türkiye’nin ortak öyküsüdür. Ağrı’dan Van’a, Hakkari’den Bitlis’e, Elazığ’dan Malatya’ya, Kula’dan Uşak’a, Denizli’den Muğla’ya, Antalya’dan Konya’ya dağlarında keçilerin, düzlerinde koyunların gezdiği tüm ülkenin öyküsü. Koyunları peşine takıp, koyunların peşinden giderek imparatorluk kurup imparatorluk yıkan, bugün geldiği noktada Romanya’dan, Avustralya’dan gelecek ithal koyunların yolunu gözleyen bir halkın öyküsü. Aslında bizim öykümüz. Dinleyin, yitip giden sizin öykünüzdür…
 
100 ATLI VE 50 BİN KOYUNLA BAŞLAYAN BÜYÜK SELÇUKLU’NUN ÖYKÜSÜ
Büyük Selçuklu İmparatorluğu’na adını veren Selçuk Bey, 10. Yüzyılda maiyetindeki 100 atlı ile birlikte, o dönem Oğuzlar Devletinin sınırları içinde bulunan Yenikent’ten yola çıktığında, 50 bin koyun ile 1500 kadar devesini de beraberinde götürüyordu. Amaçları, Seyhun (Sirderya) Nehri’nin solunda kalan topraklar üzerinde kurulu olan Oğuzların kontrolündeki Cend kentine varmaktı. Seyhun kıyısı boyunca ilerleyip Cend’e vardıklarında, Selçuk ve maiyetindekiler için artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı. Uçsuz bucaksız çölleri, yemyeşil bozkırları, kül ve ateş renkli dağları aşacaklar; dönemin güçlü devletleri Gazneliler, Karahanlılar, Samanoğulları ve Bizans’a karşı kimi zaman iş birliği, çoğunlukla da hep mücadele içinde geçen ilişkileri olacaktı.
 
KOYUN ÜRETİMİNİN YÖN VERDİĞİ SAVAŞIM
Selçuk’un ardından oğulları Mikail ve Arslan, daha sonra da İran’da Büyük Selçuklu İmparatorluğunun temellerini atacak olan torunu Tuğrul ve kardeşi Çağrı’nın üç kuşak boyunca süren savaşımlarının merkezinde hep koyunlar vardı. Selçuklu ailesinin öncülüğünü yaptığı Türkmenlerin hakim üretim tarzı olan koyun yetiştiriciliği ve buna bağlı otlak arayışları, adeta bir pusula gibi bu kabına sığmaz toplulukların yaşamlarına yön veriyordu. Koyunlarına yeşil otlaklar bulmak için hakimiyetleri altında yaşadıkları sultanlarla hem savaştılar hem de onlar için askerlik yaptılar. Hem bilge birer çoban sopası, hem de keskin kılıç oldular Asya’nın uçsuz bucaksız düzlüklerinde… İran ve Suriye topraklarından Anadolu’ya akın akın geldiklerinde de, Malazgirt Ovasın’dan Konya Ovası’na yürüdüklerinde de, İznik’i başkent yapıp Haçlı yağmasına karşı birer siper gibi durduklarında da hem önlerinde hem de arkalarında koyunları vardı…
 
SEYHUN VE CEYHUN’U OMUZLAYIP ANADOLU’YA GELDİLER
Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın ardına düşen Türkmenlerle Tibet dağlarından Anadolu’ya gelen tiftik keçilerine, Toroslar’ın arkaik kültürlerinden kalan kıl keçileri karıştı. Asya’nın koyunu düşüp Türkmenlerin ardına Anadolu’nun koyununa karıştığında, bu toprakların adı ‘Küçük Asya’ (Asia Minor) oldu. Maveraünnehir’in bereketli toprakları kudretli orduların savaş fillerinin ayakları altında ezildikçe, Seyhun’u ve Ceyhun’u omuzlayıp Anadolu’ya geldi yüzbinlerce binlerce Türkmen. Çölleri, dağları, ovaları aşıp Getirip Toroslardan Akdeniz’e uzanan topraklara, Çukurova’ya serdiler iki nehri. Akıllarında hep koyunları, bir de şahan bakışlı çocukları…
 
HİTİTLERİ URARTULARA KATARAK ŞAMAN BİLGELİĞİYLE YOĞURDULAR
Birbirini yedikleri de oldu, bir olup dosta düşmana karşı durdukları da. Büyük İskender’in at sürdüğü topraklardan, İskender’in topraklarına doğru yürüyorlardı. Binlerce yıldır görkemli orduların boğuştuğu geçitleri aşıp karınca sürüleri gibi tuttular su başlarını, yamaçları, koyakları. Önlerinde ve arkalarında hep koyunları… Anadolu, toprağına ayağını basanı kendine benzeten toprakların adıydı. Güneşin, yağmurun ve rüzgarın tanrı olduğu toprakların adı. Buğdayın, zeytinin ve üzümün tanrılarla bölüşüldüğü toprakların adı. Koyunun, keçinin ve boğanın kutsal bilindiği topraklar. Onbinlerce yıldır sırrın toprağa, toprağın sırra karıştığı bu coğrafyanın hafızasına kaydolan Türkmenler, Hititlerin ruhuna Uratruları, Luwilerin suretine Hattileri katarak Asya’dan getirdiği Şaman bilgeliğiyle Anadolu teknesinde yoğurdu durdu.
 
ANADOLU TOPRAĞININ TUZU TÜRKMEN KOYUNLARINDA IŞIK OLDU
Asurlu tüccarların gününden beri bir dokumacı yurdu olan Anadolu toprağının tuzu, Asya’dan gelen Türkmenlerin koyunlarının dilinde yeniden ışık olup yüne, yünler ipe dönüştü. Cilo’nun, Karacadağ’ın, Amanosların, Torosların, Aladağların, Hasan Dağı’nın ve Erciyes’in eteklerindeki sırlarla boyanan ipler, yeryüzünün en güzel halı ve kilimlerine dönüştü. Anadolu’nun neolitik yerleşimlerinin üzerinde ya da kıyısında yükselen kadim şehirlerin Bizanslı Rumlar eliyle biçimlenen çarşılarına Türkmenlerin ayakları basınca, turkuvazı al’a, kızılı yeşile uladı tarih. Kilim kilim iplik, iplik iplik yün koktu; kerpiçten ve taştan, ardıçtan ve sedirden, sazdan ve samandan evler…
 
DOKUMACI KADINLARIN BENZERSİZ ÖRGÜTÜ: BACİYANI RUM
Bu toprağın tarihi savaşların ve acıların olduğu kadar dayanışmanın ve iş birliğinin de tarihiydi. Kırsalda hayvancılık yapan dokumacı Türkmenler Anadolu kentlerinde önce Kayseri, ardından Kırşehir’de, sonrasında ise tüm bölgede örgütlendiler. Baciyanı Rum, Ahilik teşkilatının kadın örgütlenmesiydi. Çadırdan halı ve kilime, kumaştan keçeye dokumacı kadınların Ortaçağ Anadolu’sunda kurduğu bu benzersiz örgüt, bugün bile aşılamayan bir sosyal yapılanmayı doğurmuştu. Anadolu bu dönemde giderek bir dokuma birliğine dönüştü…
 
SELÇUKLU’YU YIKAN SAVAŞA GİDEN YOL ÇOBANLARIN İSYANIYLA BAŞLADI
Anadolu Selçuklu devletinin, yine bir Türkmen isyanı olan 1240’taki Babai İsyanı’nın ardından zayıflaması ve ardından da 1243’te Kösedağ Savaşı ile Moğollara yenilmesiyle başlayan dağılmaya giden yolda da aslında yeni yurtlarında giderek hor görülen hayvancı toplulukların tepkilerinin birikerek bir çığa dönüşmesi yatar. Kösedağ Savaşında ağır bir yenilgiye uğrayan ve Moğollara vergi ödemek zorunda kalan Selçuklu devletinin tarih sahnesinden çekilmeye başlamasıyla ortaya çıkan yeni Türk beyliklerinde de keçi ve koyun, kısacası dokumacılık hep başat üretim biçimi olmayı sürdürdü.
 
BEYLİKLER DÖNEMİYLE BAŞLAYAN ISPARTA HALISININ ÖYKÜSÜ
Selçuklu devletinin dağılmasının ardından Anadolu’nun güneyinde kurulan Hamitoğulları Beyliği’nin merkezi olan Eğirdir ve Isparta çevresinde sürdürülen geleneksel dokumacılık kültürü, 19. Yüzyılda tüm Avrupa’ya yayılacak olan bir Türk halısı çılgınlığının başlamasını da sağlayacaktı. 12. yüzyıldan itibaren bölgeye yerleşmeye başlayan Türkmen gruplar, Antalya’dan başlayarak Torosların iç kesimlerine, Burdur, Isparta, Konya ve Afyonkarahisar çevrelerine yayılan alanda yoğun bir hayvancılık üretimi yapıyorlardı. Dağlık kesimlerde keçi, daha düz alanlar ve ovalarda koyun yetiştiriciliği yapan halkın ürettiği yünler hem giysi hem de dokumacılık için kullanılıyordu.
 
TÜRK, RUM VE ERMENİ GİRİŞİMCİLERİN HALICILIK ÇABALARI
Bir zamanlar ünü tüm dünyaya yayılan Isparta halıcılığı işte bu üretimin sonucu doğdu. Isparta çevresinde yürütülen yoğun hayvancılık üretimi sayesinde geleneksel dokumacılığı sürdüren kırsaldaki Yörük-Türkmen toplulukları, 19. Yüzyıla gelindiğinde kentli Türk, Rum ve Ermeni girişimcilerin çabalarıyla tüm Avrupa kıtasına ve hatta Amerika’ya halı gönderir oldular. 1800’lü yılların ikinci yarısında Isparta’da kurulan yerel halı şirketi, Avrupa’ya halı ihraç etmek üzere girişimlerde bulunsa da yaşanan büyük bir dolandırıcılık skandalının ardından feshedilmişti. Ancak Ispartalı Rumlardan biri olan Dr. Bodosaki ile Etrelizade Mehmet Efendi adında bir Türk girişimci, Rönesans ressamlarının tablolarını süsleyen ve 13. Yüzyıldan bu yana Avrupalı zenginlerin hayali olan Türk halılarını dış pazarlara ulaştırma çabalarını sürdürdüler. Yeni halı tezgahları, modeller ve boyahaneler kuruldu. Kendisi de bizzat bu dönemin tanığı olan ve halıcılığı geliştirme çabasında bulunan Ispartalı tarihçi ve siyasetçi Böcüzade Süleyman Sami, o günlerde yaşananları, “Etrelizade, sonradan zarar ederek işi bırakmış, Bodosaki ve kardeşleri İzmir’de buldukları yeni alıcılar sayesinde işi ilerleterek zengin olmuşlardı” diye aktarıyor.
 
ISPARTA’YA SÜRGÜN GELEN ERMENİ HAÇİK USTA’NIN BULUŞU
Ispartalı Rumların İzmir üzerinden Avrupa pazarına halı ihraç etmeye başlaması, yereldeki üretimin de yaygınlaşmasına neden olur. Bu çabaların ardından Isparta halıcığı için başlayacak yeni atılımın kahramanı, Akşehirli bir Ermeni olan ve Reji İdaresi’nde muhasebecilik yaparken Isparta’ya sürgün gönderilen Haçik Usta olur. Böcüzade’nin Haçik Usta ile ilgili aktardıkları şöyle: “Halıcılığın gelişmesinde, Akşehir’den Isparta’da sürgün bulunan Ermeni Haçik Usta ön ayak olmuş, yeni bir makas icat ederek beratını almıştı. Bu Haçik Usta, İzmir’de oturan Ispartalı Agopoğlu ve Mahdumlarıyla ilişki kurarak onların yardımıyla Isparta’da Şark Halı Kumpanyasını kurmuş, kendisi de Direktör (Müdür) olmuştu. Bu şirket sayesinde halıcılık köylere kadar yayılmıştır. Halen çalışmakta olan Şark Halı Kumpanyası bu ciddi girişimin ürünüdür.”
 
BÖCÜZADE VE RUM MEBUS ARİSTİDİ OSMANLI MECLİSİNE ÖNERGE VERİYOR
1908-1912 yılları arasında Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda Isparta mebusu olarak görev yapan Böcüzade Süleyman Sami, o yıllarda Fransa’nın Isparta halılarından yüksek gümrük alacağını öğrenince İzmir Mebusu (Rum) Aristidi Paşa ile müşterek bir önerge vererek Osmanlı’nın Paris Sefareti (Elçilik) tarafından bu konuda önlem almasını ve Hariciye Nezareti’nin (Dışişleri Bakanlığı) gerekli girişimlerde bulunmasını istediklerini de tarihe not düşüyor.
 
KİREMİT KIRMIZISI, YAĞ YEŞİLİ, KİRLİ SARI: HALIDAN GÜL BAHÇESİ
Isparta’da ‘Seccade’, ‘Üzümlü’, ‘Yolluk’, ‘Kelle’ ve ‘Taban’ olarak anılan halıların dokunduğu tezgahlar hızla yaygınlaşır. Goncalı, Gülistan, Goblen, Kandahar, Elvan, Saatli gibi modellerin hakim desenleri de tıpkı Isparta’nın gül bahçeleri gibi allı-güllüdür. Isparta halılarını diğerlerinden ayırt eden renkler hemen göze çarpar; kiremit kırmızısı, lacivert, cam göbeği, yağ yeşili, ‘kirli’ de denilen kırık beyaz, kirli sarı, indigo mavi, yeşil ve bejin hakim olduğu halılar insanda hayranlık uyandıracak canlılıkla ve bir tablo gibi halıya işlenir.
 
ŞARK HALI KUMPANYASI İLE TİCARİ HALICILIK HIZLANIYOR
Böcüzade’nin kısaca değindiği Şark Halı Kumpanyası, aslında Isparta halıcılığı başta olmak üzere tüm Batı Anadolu’da geleneksel Türk halıcılığının gelişmesinde önemli rol oynayan Londra merkezli büyük bir şirketti. Daha önce aracılar eliyle Batı Avrupa pazarına ulaştırdığı Türk halılarını, doğrudan temin etmek isteyen şirket harekete geçti. 1907’de İstanbul’da, 1908’de ise İzmir’de şubeler açan ve tam adı ‘Oriental Carpet Manufacturers’ olan, Türkiye’deki adıyla Şark Halı Kumpanyası, 1911’den itibaren de İran’ın kuzeybatısında bulunan ve ağırlıklı olarak Türk nüfusun yaşadığı Hemadan kentinde bir şube açtı.
 
YIL 1978: 44 BİN TEZGAH, 100 BİN DOKUMACI, 2 MİLYON METREKARE HALI
1890’lardan 1930’lara kadar Isparta’daki ticari halıcılığı doğrudan etkileyen Şark Halı Kumpanyası, bu dönemde Avrupalı tüketicinin Oryantalist algılarına yönelik modeller de yaratarak, halıcılığın tüm köylere yayılmasını sağladı. Öyle ki 1924 yılında Isparta çevresinde 2450 tezgahta toplam 7350 halı dokumacısı çalışır. Bu tezgahlarda dokunan halı miktarı ise toplam 100 bin metrekarenin üzerine çıkar. Bu rakamlar 1950’de 5928 tezgahta 12.870 dokumacı ile 186 bin metrekare halıya çıkarılır. 1978 yılına gelindiğinde, Isparta halıcılığı için bir daha asla görülemeyecek olan rakamlara ulaşılır: Isparta çevresinde 44 bin halı tezgahında 100 bin dokumacı o yıl toplam 2 milyon 150 bin metrekare halı üretecekti.
 
SİVİL MİMARİYE EKLENEN HALI ODALARI
12. Yüzyıldan itibaren yöreye yerleşen Türk boylarının Asya’dan getirdiği bu köklü kültür mirası, Anadolulu Rumların ve Ermenilerin de emeğiyle harmanlanarak 19. Yüzyılın sonundan itibaren dünyanın en büyük üretim organizasyonlarından birini kurmuştu. Kent merkezinden dağ köylerine kadar binlerce evde, birbirinden bağımsız kadınlı erkekli yüz bin dokumacı; adeta büyük bir fabrikanın üniteleri gibi halı üretiyordu. Dokumacılar arasında Ispartalı Rum kadınlarının olması da ayrıca dikkat çekiyordu. Neredeyse her evin alt katında ya da bir köşesinde ‘halılık’ adı verilen bir oda ekleniyor, halı atölyeleri bölgedeki sivil konut mimarisinin doğal bir unsuru haline geliyordu.
 
İLK RENKLİ TÜRK FİLMİ ISPARTALI BİR HALICI KIZIN ÖYKÜSÜNÜ ANLATTI
Isparta halıcılığının ünü öylesine yaygınlaşmıştı ki, Türk sinemasının ilk renkli filmi olarak tarihe geçen Muhsin Ertuğrul’un yönetmenliğini üstlendiği 1953 yapımı ‘Halıcı Kız’ filmi Isparta’da çekilecek, halı dokuyarak yaşamını kazanan genç kızların öyküsünü beyaz perdeye aktaracaktı.
 
KENTİN KADINLARI HALI DOKUYARAK AYAKTA DURUYORDU
Şark Halı Kumpanyası’nın büyük bir ivme kazandırdığı ticari halıcılık, Birinci Dünya Savaşı ve 1920’lerin sonlarında başlayan ekonomik krizin Avrupa’daki tüketimi sekteye uğratmasıyla şirketin Türkiye şubelerini kapatmasına neden oldu. Ardından ise Isparta halıcılığı daha çok iç pazara yönelmeye başladı. 1970’li ve 1980’li yıllarda Isparta çevresinde üretilen halılar, kent merkezindeki devasa halı pazarında doğrudan dokumacı kadınlar ya da yakınları tarafından satışa sunuluyor, tüccarlar tarafından satın alınan halılar tüm ülkeye ulaştırılıyordu. Eşi askerde olan gelinler, çocuğunu okutan anneler, çarşı-pazar parası biriktiren kadınların yanısıra halı dokumacılığı kadın-erkek ailece yapılan belli başlı bir iş kolu haline gelmişti.
 
YÜN VE PAMUKLU HALILAR YERİNİ PETROL ÜRÜNÜ HALILARA BIRAKIYOR
Modern dokumacılığın gelişmesi karşısında kolaylaşan ve işgücü ucuzlayan halıcılık üretimi giderek yerini fabrikalara terk etti. Geçmişte yün ve pamuktan üretilen Türk halılarının yerini, petro-kimya ürünü ve sentetik halılar almaya başladı. İpinden boyasına, tezgahından makasına, kirkitinden modeline bir çok kalemde kent halkına büyük bir ekonomik olanak sağlayan halıcılık yalnızca zaman yenilmedi, aynı zamanda gelmekte olanı doğru okuyamayan yöneticilerin basiretsizliğine de kurban gitmişti.
 
HALI TEZGAHLARI ODUN OLDU, DEMİRLERİ HURDACIYA SATILDI
Yüzlerce yıl ömrü olan geleneksel Türk halılarının, kurtulunmak istenen birer ceset gibi evlerden sokağa atıldığı 1990’lı yıllara gelindiğinde, Isparta’da kent merkezinden köylere halı tezgahları da birer birer sökülerek ya sobalarda yakılan oduna, ya da inşaat malzemesine dönüştü. Tezgah demirleri hurdacıya satıldı, Ermeni Haçik Usta’nın yaklaşık 120 yıl önce icat ettiği makaslar ve kirkitler ise tavan arasına atıldı. Bugün kent genelinde bir iki kurumun çabasıyla sürdürülen ‘göstermelik’ halı dokumacılığını saymazsak neredeyse Isparta halısı dokunan hiç bir tezgah kalmadı. Dokumacılıkla yaşamını kazanan kırsal nüfus, üretim araçlarının işlevsiz hale gelmesiyle birlikte 1980’li yıllardan itibaren büyük bir hızla köyleri boşaltarak büyük kentlerde ucuz ve niteliksiz işgücüne dönüştü. Bir zamanlar zeminini ve çevreleyen dükkanları rengarenk halıların süslediği Isparta Halı Sarayı bugün ‘otopark’ olarak kullanılan bir viraneye dönüşmüş durumda.
 
SÜMER HALI FABRİKASI YIKILIP YERİNE ŞEHİR HASTANESİ YAPILDI
Sümerbak tarafından Isparta’da kurulan ve kentin halı üretiminin motor gücü konumunda olan ‘Sümer Halı Fabrikası’ ise 2000’li yıllarda kapatılarak makinaları hurda olarak satıldı. Bir zamanlar kentin ekonomik yaşamının lokomotif kurumlarından biri olan Sümer Halı Fabrikası’nın arazisinde bugün, kent insanın bozulan sağlığını düzeltmek için çare aradığı ‘Şehir Hastanesi’ yükseliyor. Hiç bir büyük yatırım gerektirmeden, yalnızca halkın yüzlerce yıllık geleneksel üretimini örgütleyerek, bu üretimi günün tüketim alışkanlıklarına uyumlu hale getirmeyi başaran öncülerin başlattığı Isparta’daki halı masalı ne yazık ki hüzünlü bitti. Siyasilerin ve idarecilerin aymazlıklarıyla sürüp giden son 30 yılda topuğundan yıkanabilecek bu üretim modeli, son dokumacıların da birer birer yaşamını yitirmesiyle yalnızca yasak savma babından halk eğitimi merkezlerinin cılız kurslarına kaldı. Isparta’da belediye tarafından yaptırılan bir etnografya müzesinde sergilenen binlerce halı, bugün geçmişe özlem duyan kent sakinlerini ağırlıyor. Binlerce yıldır yaşayan bir kültürü ışık hızıyla yitiren toplumun hüzünlü tarihi, müzenin her köşesine sinmiş sanki…
 
İRAN’DA TÜRKLERİN DOKUDUĞU HALILAR 100 BİN LİRAYA SATILIYOR
Bugün İran’da halen canlılığını koruyan geleneksel Türk halıcılığı dünya pazarlarında ‘İran halısı’ olarak yüksek meblağlarla alıcı bulurken, İsfahan, Tebriz, Hamedan, Şiraz, Urmiye ve onlarca kentin her birinde ayrı ayrı halıcılık fuarları düzenleniyor. İran halısı olarak ünlenen ‘Sumak’ halıları, İran’da ‘Şahseven’ olarak anılan Türkler tarafından dokunuyor. Kaşkay Türklerinin dokuduğu halılar, İran halı pazarının en önemli markalarından birini oluşturuyor. Bugün tek bir İran halısının fiyatı 10 bin liradan başlıyor, malzemesine ve ebatına göre 100 bin liraya kadar çıkıyor. Isparta, Uşak, Konya, Niğde gibi bölgelerde 30-40 yıl öncesine kadar yaşayan geleneksel Türk halı ve kilim dokumacılığının, bugün İran’da varlığını sürdürüyor olması İran’ın kazancı, Türkiye’nin ise büyük bir ayıbıdır. Isparta halıcılığının zamana ve teknolojiye yenildiği yalanını fütursuzca söylemeyi sürdüren sorumlular, bugün el dokuması halıların dünyanın her yerinde halen büyük bir kültürel ve ekonomik değer olduğunu görmüyor.
 
DİNLEYİN, YİTİP GİDEN SİZİN ÖYKÜNÜZDÜR…
Isparta halısı üzerinden anlattığımız bu öykü, aslında bütün Türkiye’nin ortak öyküsüdür. Ağrı’dan Van’a, Hakkari’den Bitlis’e, Elazığ’dan Malatya’ya, Kula’dan Uşak’a, Denizli’den Muğla’ya, Antalya’dan Konya’ya dağlarında keçilerin, düzlerinde koyunların gezdiği tüm ülkenin öyküsü. Koyunları peşine takıp, koyunların peşinden giderek imparatorluk kurup imparatorluk yıkan, bugün geldiği noktada Romanya’dan, Avustralya’dan gelecek ithal koyunların yolunu gözleyen bir halkın öyküsü. Aslında bizim öykümüz. Dinleyin, yitip giden sizin öykünüzdür…
***
Kaynaklar: Isparta Tarihi, Böcüzade Süleyman Sami. Serenler Yayını-İstanbul 1983.
Isparta Kültür ve Turizm Envanteri, Isparta İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü yayını, 2011.
-Isparta Turan Yazgan Etnografya Müzesi sergisinden bir tarihçe.
-Şark Halı Kumpanyası görselleri: (http://www.levantineheritage.com/ocm.htm)
 
2166910cookie-checkDinleyin, yitip giden sizin öykünüzdür
Önceki haberİNGİLTERE… İttifak Yasa Teklifi, Türkiye’de seçim güvenliğini tehdit ediyor
Sonraki haberAntalya’da bir garip fetih kutlaması
YUSUF YAVUZ
YUSUF YAVUZ (GAZETECİ-YAZAR) Isparta, Sütçüler'de doğdu. 1990’da edebiyatla ilgilenmeye başladı. Deneme ve inceleme tarzındaki ilk yazıları 1996 yılında 'Atatürkçü Ses' Dergisi’nde yayımlandı. Aynı yıl yerel ölçekte yayın yapan kanallarda 'Dönence' başlıklı radyo ve televizyon programları hazırlayıp sundu. 1999 yılında Antalya'da kurulan Müdafaa-i Hukuk Dergisi’nde yazmaya başladı. 2001’de Gazete Müdafaa-i Hukuk’ta Muhabir-Temsilci olarak görev aldı. Daha sonra adı 'Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk' olan dergiyle bağını temsilci-yazar olarak sürdürdü. 2001-2007 yılları arasında Kaş Kitap Şenliğini organize ederek başta çocuklar ve gençler olmak üzere yöre insanının kültür, sanat ve edebiyat çevreleriyle buluşmasını sağladı. 2005 yılında Muğla ve Antalya arasındaki sahil bandında yaşanan yabancılara toprak satışına ilişkin yaptığı araştırmalar önemli etkiler yarattı. Deneme, inceleme, röportaj, düz yazı, haber ve yorumları; Cumhuriyet Akdeniz, Odatv, Yeni Harman, Edebiyat ve Eleştiri, Yolculuk, Evrensel, Atlas, Magma, Aydınlık, Birgün, Açık Gazete gibi dergi ve gazetelerde yayımlandı. Antalya merkezli VTV Televizyonunda, Pelin Gel Ağan'la birlikte 'İki Ağaç İçin' adıyla 16 bölümden oluşan bir program hazırlayıp ve sundu. Kanal V Televizyonunda, Biyomühendis Çağlar İnce ile birlikte, Yörük kültürünü ve tarihsel köklerini ele alan 'Islak Çarıklar' adlı belgesel haber programı hazırlayıp sundu. Araştırma yazılarından bazıları, 'Yer Bize Çimen Verdi' ve 'Darağacına Takılan Düşler' adıyla belgesel filmlere de konu olan Yavuz, şu sıralar 'Islak Çarıklar' adlı bir belgesel haber programı için çalışmalarını sürdürüyor. Ağırlıklı olarak arkeoloji, çevre, kentsel dönüşüm ve tarım konularını ele alan çalışmalar yapmayı yazılı ve görsel medyada sürdüren Yavuz, yıkım politikalarıyla tarımdan hayvancılığa, kültürden mimariye kırsal yaşamın dönüşümünü ele alan araştırma yazılarıyla tanınıyor. Ziraat Mühendisleri Odası Basın Ödülü, Çağdaş Gazeteciler Derneği Belgesel ödülü, Türkiye Ziraatçılar Derneği Tarım ödülü, Kubaba Derneği kültür hizmeti ödülü'nün yanı sıra Türkiye Ormancılar Derneği gibi çeşitli meslek odası, kurum ve kuruluşlar tarafından ödüle layık görülen Gazeteci Yusuf Yavuz, Likya'dan Teke yöresine uzanan coğrafyadaki su kültürüne ilişkin uluslararası bir sanat projesinin de danışmanlığını ve metin yazarlığını üstleniyor.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.