Emekçilerin enflasyonla mücadeleye bakışı ve programı nasıl olmalı?

Prof. Dr. Mustafa Durmuş – TÜİK tarafından açıklanan enflasyon oranının, gerçek enflasyonu yansıtmadığına, enflasyon oranını olduğundan düşük gösterdiğine, vurgu yaparak başlayalım. Yani öncelikle TÜİK’in fiyat değişikliklerinin ölçülmesi konusundaki metodolojisi sorgulanmalı. Bu sorgulama yapılmadan ve gerçek enflasyon oranına erişmeden, enflasyonu yenmek mümkün olamaz.

TÜFE (manşet enflasyon) metodolojisi ve verileri sorunlu

TÜFE’nin belirlenmesi için kullanılan enflasyon sepetinde 144 mal grubu var. Tüketici fiyat endeksi  (TÜFE)  bu sepetteki ağırlıklı ortalama fiyat değişikliklerini içeriyor. 

Ancak manşet enflasyon rakamları tek başına bize hangi fiyatların hangi yönde, ne kadar, hangi nedenlerle veya hangi etkiyle değiştiğini özgün olarak söylemez. Oysa bu önemlidir çünkü fiyatlar mükemmel bir eşzamanlılık içinde yukarı ve aşağı hareket etmezler. Aksine sektörler arasında hızlıca değişiklik gösterme eğilimindedir. 

Örneğin, Covid-19 salgınının ilk aşamalarında, birçok dışarıda yeme- içme ve eğlence etkinliğinin, paket tatillerin fiyatları düşerken, maske, lastik eldiven, dezenfektanlar ve birçok gıda maddesi gibi salgınla ilgili temel ihtiyaç maddelerinin fiyatları arttı. 

Manşet enflasyonun altına bakılmalı

Ayrıca sektörel farklılıklara ek olarak, fiyatlar aynı sektörler içinde ve hatta belirli mal ve hizmet kategorileri içinde dahi farklı şekillerde hareket edebilirler. Bu farklılıklar nedeniyle, tikel sektörlerdeki veya mal kategorilerindeki büyük fiyat değişiklikleri manşet enflasyon rakamını belli bir yöne doğru (aşağı ya da yukarı) etkileyebilir.  Tüm mal ve hizmetler benzer fiyat artışları gösterse bile, bu dinamiği kavramak için yine de manşet enflasyon oranının altındaki ayrıntılara bakmak gerekir.(1)

TÜFE, ‘temsili’ bir mal sepeti, ‘tipik’ bir harcama modeli ve bir ‘ortalama’ hane halkı gibi tartışmaya açık kavramlara dayanan sadece bir enflasyon oranı. Pratikte, ne kadar tüketim modeli varsa, o kadar farklı enflasyon oranı var.

Böylece tüm nüfus için tek bir enflasyon oranı sunmak bu nedenle de anti enflasyonist politikalar belirlenirken yeterli olmaz. Fiyat değişikliklerinin farklı haneleri nasıl etkilediğini ve etkili bir politika tepkisinin nasıl oluşabileceğini anlayabilmek için mevcut manşet enflasyon rakamlarının altındakilere bakmak gerekiyor.

Özetle, Türkiye’de açıklanan resmi enflasyon oranı, diğer birçok ülkedekinin neredeyse 10 katı kadar yüksek olsa da, gerçek enflasyonu tam olarak yansıtmadığı yönünde ciddi olarak eleştiriliyor ve bu eleştiriler toplumda ağırlıklı olarak kabul görüyor.  

Ayrıca DİSK-AR gibi emek örgütlerinin enflasyon hesaplamalarından da görüleceği gibi, farklı gelir ve tüketim kalıplarına sahip haneler, haklı olarak,  manşet enflasyonunda yer alan mal ve hizmet sepeti ve madde ağırlıklarının kendi tüketim kalıplarını yansıtmadığını, dolayısıyla da kendi hissettikleri enflasyon oranının çok daha yüksek olduğunu ileri sürüyorlar. 

Keza sepette yer alan mal ve hizmetlerin bazılarının, özellikle de buzdolabı, fırın gibi sıklıkla satın alınmayan dayanıklı tüketim malı niteliğinde olanlarının hanelerin aylık ve yıllık tüketim harcamaları ile olan bağının çok zayıf olması açıklanan enflasyon oranını daha da tartışmalı hale getiriyor. 

Önce teori

Enflasyonu açıklamaya çalışan ve buna karşı hangi yöntemlerin ve araçların kullanılabileceği konusunda önerilerde bulunan çok sayıda teori var. 

Kabaca bunlardan bir kısmı, enflasyonun nedenleri konusunda aşırı yüksek talebin varlığına dikkat çekerken (talep çekişli), diğerleri maliyetlere/arza odaklanıyor ve maliyetler üzerinde yukarı yönlü baskı yaratan unsurları ön plana çıkartıyorlar (maliyet itici). Marksist gelenekten gelen iktisatçılarsa bu iki akımın dışında çözümlemelerde bulunuyorlar. 

Bu bağlamda, enflasyonla mücadele programını açıklamadan önce başvuracağımız teoriyi seçmemiz gerekiyor. Çünkü enflasyon sistemden bağışık teknik bir mesele olmaktan ziyade, farklı sınıflar üzerinde farklı etkilere neden olan bir ekonomi politik olgu.

Enflasyon sınıfsal bir olgu 

Bir başka anlatımla, sınıfsal etkileri nötr olan hiçbir anti enflasyonist yöntem ya da araç mevcut değil. Örneğin faiz oranlarını yükseltmek ile kârlara sınır koymak gibi iki farklı aracın farklı sınıfsal sonuçları ortaya çıkar. Keza toplam talebi baskılamak için ücretleri baskılamak gibi kemer sıkma politikaları uygulamak enflasyonla mücadele adına emekçileri cezalandırır.

İşte bu noktada politik karar alıcıların hangi sınıfın ya da sınıfların yanında yer alacağı enflasyonla mücadele konusunda son derece önemlidir. Bu bağlamda da politikacıların güvenebilecekleri güçlü bir teori olmalı. Böyle güçlü bilimsel bir teori yoksa enflasyonla ilgili ne kadar çok veriye sahip olursa olsunlar işin içinden çıkamaz, bir başka deyimle “ormanı görmeden ağaçlar arasında kaybolurlar”. 

Zaruri gıda ve enerji fiyatlarındaki artışlar en çok en yoksulları vuruyor

Fiyat artışlarının sınıfsal sonuçları karmaşık ve çeşitli olabilirken, kesin olan bir şey, düşük gelirli hanelerin, emekçilerin enerji ve gıda maddeleri gibi temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarındaki artışlardan en fazla etkilenen kesimler oldukları. 

Kirayı ödeyebilmek ve sofraya yiyecek koyabilmek için mücadele eden emekçiler, elektrik – doğal gaz faturalarındaki ve zorunlu gıda maddelerinin fiyatlarındaki artışı zengin hanelerden çok daha fazla hissediyorlar.

Örneğin, ortalama bir Avrupalı ya da Amerikalı hane gelirinin onda birinden azını gıdaya harcıyor. Böylece gıda fiyatları artsa da, bu göreli olarak karşılanabilir bir durum olduğundan, diğer mal ve hizmetlere yapılan harcamalardan yaptıkları kesintilerle bu artışları telafi edilebiliyorlar. Oysa düşük gelirli, yoksul ülkelerdeki emekçi haneler bütçelerinin en az yüzde 40’ını gıdaya ayırıyor. (2)

Gıdaya ve özellikle ekmeğe hane bütçesinden yüksek bir pay ayrıldığında bu durum haneleri ciddi biçimde etkiliyor. Kira, enerji ve ulaştırma gibi harcamalarından kısıntı yapamadığında hane halkının gıdaya erişimi zorlaşıyor, bu da eksik beslenme sorunları, hatta açlıkla neticelenebiliyor.

Nitekim FAO dünyada her 10 kişiden 1’inin sürekli aç olduğunu ileri sürüyor ve  bu durumu ciddi bir insani krizin göstergesi olarak nitelendiriyor. FAO ve diğer BM organları tarafından geliştirilen daha geniş bir standarda göre, dünya nüfusunun yüzde 30’u orta düzeyde gıda güvensizliği yaşarken, bu oran Afrika’da yüzde 60’ın üzerine çıkıyor. Bu kıtada nüfusun yüzde 20’sinin şiddetli gıda güvensizliğinden etkilendiği ve bu sayıların iklim istikrarsızlığı ve Ukrayna savaşının beraberinde getirdiği maliyet artışları ve gıda fiyatlarındaki astronomik artışlarla  daha da artacağı ileri sürülüyor. (3)

Katı esneklikli mallar

İktisatta bu durumun teknik bir açıklaması da mevcut. Yoksul hanelerin bütçelerinin çoğunluktaki harcama kalemleri fiyat artışları karşısında son derece katı esneklikte olan zaruri mallardan oluşuyor. 

Yani bu tür malların tüketimleri kolayca ikame edilemiyor ya da sonraki bir tarihe ertelenemiyor. Oysa insanların günlük olarak beslenmeleri, evde zaman geçirmeleri, evlerinde uyumaları, bu nedenle de zaruri olarak enerji, su ve gıda tüketmeleri gerekiyor. 

Öte yandan, zengin hanelerin tüketim durumları daha farklı. Bu kesimlerin tüketim sepetlerinde daha çok yer alabilen ama zaruri olmayan kalemlerin ikamesi daha kolaydır veya bunlar rahatça ertelenebilir. Örneğin dışarıda yemek yerine evde yemek, arabasını yenilemeyi geciktirmek bazı zenginleri rahatsız edebilirse de, bu durum onların hayatlarını riske atmaz.

Fiyat değişiklikleri birçok ekonomik ve politik faktörden etkilenebiliyor

İşin can sıkan bir diğer boyutu da, “ah bir bağımsız olsalardı” denilen ve esas işleri fiyat istikrarını sağlamak, dolayısıyla da enflasyon hedeflemesi yapmak olan merkez bankalarının yetkililerinin bile, “enflasyonun” nasıl oluştuğuna ve işlediğine dair güvenilir teorilerinin mevcut olmaması.

Mevcut yüksek enflasyonda yaşandığı gibi, jeopolitik faktörlerin de tetiklediği arz/maliyet yönlü, enerji dar boğazı, kurlardaki yükseliş, tedarik zincirlerinin kırılması, lojistik sorunları, Covid-19 salgını ve büyük sermaye şirketlerinin aşırı kâr elde etme girişimleri gibi nedenler enflasyonda etkili olabiliyor.

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) bir raporu bu yılın Haziran ayına kadar olan 12 aylık dönemde, doğal gaz maliyetlerinde yüzde 167’lik bir artış olduğunu ve bu artışın üçte ikisinden fazlasının Ukrayna savaşının başlamasından bu yana gerçekleştiğini,  böylece dünyada ilave yaklaşık 71 milyon insanın yükselen gıda ve enerji fiyatları nedeniyle savaşa bağlı yoksulluk yaşadığını açıkladı. (4)

Özetle, aşağıdaki grafiğin  de gösterdiği gibi, dünyadaki enflasyonun asıl itici gücü küresel gıda ve enerji gibi iki zaruri malın maliyetlerindeki dolayısıyla da fiyatlarındaki hızlı yükseliş. 

Çünkü tek başına gıda enflasyonu, küresel yaşam standartlarını Covid-19 salgınından hemen önceki beş yılda tüm tüketici enflasyonunun yaptığı oranda aşındırdı. Benzer bir hikaye, yüksek nakliye maliyetleri yoluyla, hem doğrudan hem de dolaylı olarak ortaya çıkan enerji maliyetleri için geçerli. Bu, diğer ürünlerin fiyatlarının  artmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin hizmet enflasyonu ABD ve Euro Bölgesi’nde yükseldi. (5)

Öte yandan gıda, enerji ve diğer kalemlerin enflasyonu artırmadaki göreli etkisi, ülkeler arasında önemli ölçüde değişiyor. Keza Türkiye’de görüldüğü gibi, israfçı nitelikteki yüksek düzeydeki kamu harcamaları, yaklaşan seçimler yüzünden uygulanan son derece gevşek para – kredi ve maliye politikaları, halktan sermayeye doğru bilinçli bir kaynak transferi ile sonuçlanan faiz politikaları ve militarist-savaşa ve otoriterleşmeye dönük harcamalar da enflasyonun hızla artmasına neden olabiliyor.

Diğer taraftan, pratikte bu etkenlerin hangilerinin baskın olduğu konusunda tam olarak bir anlaşma sağlanamadığından (çoğu kez sınıfsal ve siyasal çıkarların karşı karşıya gelmesi yüzünden), alınan önlemler başarılı olamadığı gibi, bu önlemler sonucunda enflasyondaki artışın yanı sıra işsizlik artabiliyor,  resesyon yaşanabiliyor.

Bu yüzden de fiyat değişikliklerini (dolayısıyla da enflasyonu) hangi etkenlerin yönlendirdiğini anlamak, yaşam maliyetindeki artışları en aza indirmeyi ve bu maliyetlerden toplumun en savunmasız kesimlerini korumayı amaçlayan emekten yana politikaları tasarlamak açısından son derece önemli.

İşçi ücretlerindeki artışa değil, kârlardaki süper artışa odaklanmalı

Ana akım burjuva iktisadının şöyle genel bir kabulü var: Eğer işsizlik düzeyi düşükse, işçileri işe çekmek ve işte tutmak, patronların daha yüksek ücretler teklif etmelerini gerektirir. Bu ücret artışlarının maliyeti ise daha sonra tüketicilere daha yüksek fiyatlar şeklinde yansıtılır. İşçiler yaşam maliyetindeki artış nedeniyle daha da yüksek ücretler talep ederler. İşgücü piyasasının sıkı olması nedeniyle patronlar daha yüksek ücret taleplerine boyun eğerler, bu da daha fazla fiyat artışına neden olur ve bu böyle devam ederek, bir “ücret-fiyat sarmalı” ile yani enflasyonla sonuçlanır.

Bu yaklaşımın eksiği kârın (artı değerin) emeğin sömürülmesinden değil, yatırımdan (sermaye stokundan) geldiğini varsayması. Dolayısıyla eğer sermaye stoku sabitse, artı değer de sabittir, böylece herhangi bir fiyat artışı ücretlerdeki artıştan gelmelidir. Oysa ücretlerdeki artış, genelde fiyat artışlarına değil, artı değerde yani kârlarda düşüşe neden olur. Nitekim kapitalistlerin ücret artışlarına şiddetle karşı çıkmalarının asıl nedeni de budur.

Keza bu tür analizler sosyal sınıflar arasındaki güç farklılıklarını, işçilerin örgütlenme düzeyini, devletlerin işçilere ve patronlara bakışındaki farklılığı görmezden gelerek böyle sonuçlara erişirler. Oysa düşük örgütlülükteki işçilerin pazarlık güçlerinin çok zayıf olduğu çok açıktır.

Ücretlerin payı hızla düşerken kârların payı artıyor

Bu yaklaşımın yanlışlığını gösterebilmek için toplam işçi ücretlerinin ve kârların milli gelir içindeki paylarındaki gelişmelere bakmak yeterlidir. Çünkü ücret artışlarının maliyetinin her zaman tüketicilere yansıtıldığı doğru olsaydı, milli gelirin emek ve sermaye arasındaki dağılımının hep aynı kalması gerekirdi. Oysa İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde dünyada işçilerin milli gelirden aldıkları pay göreli olarak artarken, 1980’lerden sonra azaldı.

Türkiye’den de bir örnek verelim. TÜİK verileri bu yılın ikinci çeyreğinde ücretlerin milli gelir içindeki payının, geçen yılın aynı döneminde yüzde 32,6’dan yüzde 25,4’e düştüğünü, buna karşılık kârların payının yüzde 49,2’den yüzde 54,0’a çıktığını gösteriyor. (6)

İktisatçı Z. Yükseler ise, toplam istihdam içinde ücretli istihdamının payının ciddi ölçüde artmış olmasına rağmen,  işçilerin milli gelirden aldıkları payın belirgin bir biçimde artmadığını, Covid-19 salgını öncesinde yüzde 31,2 olan bu payın 2021 yılında yüzde 26,87’ye ve bu yılın ilk yarısında yüzde 25’e gerilediğini;  kişi başı ücret ödemesinin kişi başı net işletme artığına olan oranının ise 2000 yılında yüzde 34,5 iken, 2021 yılında yüzde 17’ye kadar gerilediğini ileri sürüyor. (7)

Şu anda dünyada güçlü bir işçi hareketi yok, ancak enerji, gıda, otomobil üretimi, teknoloji ve bankacılık gibi politika yapıcıların sermayenin gücünü kötüye kullanılmasına göz yumdukları sektörlere hâkim olan az sayıda devasa tekelci konumda şirket var. 

Bu yüzden de ücret artışlarının olası enflasyonist etkilerinden endişe duymaktansa, tekellerin yüksek fiyatlar belirleyerek (dolayısıyla da yüksek kârlar sağlayarak) enflasyonu körüklemelerine karşı çıkmak gerekiyor.

Ekolojik tahribat enflasyona neden oluyor

Keza iklim değişikliği yüzünden ortaya çıkan rekor sıcaklıklar ve kuraklıkların ardından yetersiz buğday hasadı nedeniyle son zamanlarda makarna vb kıtlığının da gösterdiği gibi, ekolojik tahribat da fiyatları giderek daha fazla etkiliyor. Kapitalist üretimin fosil yakıtlara olan bağımlılığı ise bizleri enerji fiyat artışlarına ve yüksek enflasyona maruz bırakıyor. 

Bu yüzden de ileriye dönük olarak hayata geçirilecek olan çevre politikası aynı zamanda enflasyon politikası olarak görülmelidir. Kısaca, iklim yıkımı ile baş edemediğimizde enflasyonla da baş edemeyeceğiz.

Özetle, yüksek enflasyon konusundaki asıl nedenleri Keynesyen bakışla işçi ücretlerinin yükselmesinde ya da Monetarist bakışla aşırı talep artışında aramaktan ziyade, kapitalist üretim ve bölüşüm biçiminin enflasyona eğilimli yapısında,  siyasal iktidarların kısa vadeli sınıfsal çıkar ve siyasal rant arayışlarında, ulus devletlerin militarist, otoriter karakterinde ve ekonominin giderek az sayıda büyük şirketin eline geçmesinde aramak daha doğru olur. 

Fatura hep emekçilere kesiliyor

Sermaye sınıfının iktidarda olduğu her ülkede, enflasyon ister talep çekişli, isterse arz yönlü maliyet itişli olsun, onunla mücadele söz konusu olduğunda fatura hep emekçi sınıflara kesilmiştir. 

Öyle ki, örneğin eğer talep-çekişli enflasyon baskınsa, arzın artırılamadığı durumdaki bu talep fazlası, işçi sınıfının tüketim talebini baskılayarak yani işçi ücretlerinin fiyatlara paralel olarak yükselmesini önleyerek ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. İşçilerin ücret artışı talepleri ya göstermelik zamlarla geçiştirilmiş ya da şiddet de dâhil olmak üzere birçok yol ile bütünüyle reddedilmiştir.

Eğer enflasyon arz/maliyet yönlü ise, işçilerin pazarlık gücünü, böylece paylarını azaltacak adımlar atılırken, petrol, gübre, tohum ve diğer enerji maliyetleri altında ezilen diğer girdi, hammadde sağlayıcılar olan küçük tarım üreticileri başta olmak üzere, çiftçilerin payları azaltılmıştır. 

Sonuç olarak

Kısaca, işçi ücretlerinin fiyatlara paralel olarak yükselmesine izin vermemek, işçi ve köylülerin ücret ve gelirlerini baskılamak kapitalizmde enflasyonist bir yükselişe panzehir olarak gündeme getirilir ve sonuçta, enflasyonla mücadele adına, işçi sınıfından, köylülerden ve genel olarak halklardan fedakârlık yapmaları beklenir. 

Örgütlü bir işçi sınıfı ancak bu durumun bilincinde olarak bu oyunu bozabilir, aksi takdirde “ekonominin, tüm ülkenin çıkarlarının gereği” gibi açıklamalarla fatura işçi sınıfına ve diğer tüm emekçilere kesilir. Bu yüzden enflasyonla mücadeleyi işçilerin, köylülerin emekçi halkların sırtına yıkacak politikalara karşı çıkılmalıdır. Diğer taraftan enflasyonla mücadele konusunda emekten yana bir alternatifler ve çözümler mevcuttur.

Sonraki yazı: “Emekten yana enflasyonla mücadele politikaları ve araçları”.

______________

Dip notlar:

Çizgi: Ercan Akyol

  1. https://www.opendemocracy.net/en/oureconomy/how-policymakers-should-respond-to-cost-of-living-crisis (1 February 2022).
  2. https://theconversation.com/how-the-war-in-ukraine-will-affect-food-prices (14 March 2022).
  3. https://www.cadtm.org/International-food-crisis-and-proposals-to-overcome-it (5 September 2022).
  4. https://www.undp.org/press-releases/global-cost-living-crisis-catalyzed-war-ukraine-sending-tens-millions-poverty-warns-un-development-programme (7 July 2022).
  5. https://blogs.imf.org/how-food-and-energy-are-driving-the-global-inflation-surge (9 September 2022).
  6. https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Donemsel-Gayrisafi-Yurt-Ici-Hasila-II.-Ceyrek:-Nisan-Haziran-2022 (31 Ağustos 2022).
  7. https://zaferyukseler.blogspot.com (9 Eylül 2022).

 

2632530cookie-checkEmekçilerin enflasyonla mücadeleye bakışı ve programı nasıl olmalı?

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.