En uzun cümlelerim

hemen o an unutmaya meylettiğim bir yalnızlık düşüncesinde… En başta şu cümleyi bitirebilmiş olmayı isterdim… Dur… İşte bitti… Cümlenin durduğu yerde ömrümün de leylak kokularıyla bir toprak yoldan kayıp gidivermesini, bir çiçek tohumuna huzurla dönüşüvermesini isterdim… Yarım kalmış bütün cümlelerimi, o yarım cümlelerin ardına takılan isimleri, suretleri, kişileri… Hayatın bir uzun öykü olduğuna inanmış, ama hiç bir zaman kendisini o öykünün içine katamamış ve o öykü de kimin yerini değiştirirse değiştirsin hep aynı kişiye odaklanmış, anlık dalgınlıkları, dalgınlıkların haklılığını, sevimli, akılda kalıcı ve hatta akıldan çıkmayıcı ve hatta hatta -öyle bastırmış ki- kalbin tam merkezine bir çukur açmış o ağır parmakları… yazmak isterdim…  


Yaşadığı kuyudan çıkamayan insanların niçinse bir ip cambazına  tutulmalarını ve ona duydukları şefkati, -oysa o duyulan her neyse artık şefkat mi, yoksa kendi içlerindeki boşluğu karşısındakine yükleme gereksinimimi- ve  her seslenişte ‘içerisi çok karanlık’ deyişlerindeki özürü… kimselere ‘ipiniz yok mu beni çekmeye’ diyemeyecek kadar içselleştirdikleri metaforu, utançlarını gizlemek adına karanlığa teslim olan gözlerini anlatmak isterdim. Serin ve gölgeli yerleri seven ip cambazlarının da elbet bir şekilde varolabileceğine inancımı sürdürebilseydim… anlatabilirdim… 


Sıkıntıyı  sarılarak atmak, aynada seni seviyorum yazılı notlar bulmak, sıradaki şarkıya ‘bu benim olsun’ demek için bir ismin mevcudiyetini aramak… Her ne kadar çaresiz bir yoksunluk hissi gibi görünse de…. Öyle bir sıkıntı anında pof diye dağılıvermenin, öyle dramatik bir hal içinde kıvranırken yine de gülünecek bir şeyler bulabilmenin ve en önemlisi mürekkebin kağıda o ilk değişindeki kopkoyu ve yazdıkça açılan renginin , salına salına bunları nakşedişini… anlatmayı çok isterdim doğrusu…   


Umudunuzun içine şalgam suyu sıkan bir cüce gördünüz mü hiç?… Ben gördüm…O yüce ruhunuzu cüceleştiren cüce…Var.. Ruhunuzu çöplüğe döndüren cüce.…Yani akıl…yani aklın zararlı kıyıları…yani kaygı, şüphe gibi yani …yani… Hadi ama canım her nereye gider ki bu cümle?… Bir dakika…  kafiyeye uyup anlamı kaçırmadan… Durdum. Ben… Aklınızın evet, ruhunuzun hayır dediği -ya da tam tersi- bütün soruları cevaplamayı isterdim…


Sağınızı, solunuzu, ötenizi, berinizi, göremez olduysanız… Kuşları, böcekleri, çiçekleri ve onların sıcak yuvalarını ve ‘hadi gel’ seslenişlerini… Bir demli çayın büyülü sıcağını içinize çekmeyeli çok olmuştur da ondandır derdim. Unutulmuş olmayı istemediğinizdendir  ‘unuttum’ demeyi de sevmeyişiniz… derdim… Söyleyin o yüce ruhunuza, o tek başına ayakta kalabilir derdim… buradan, şu yaşadığım puslu İstanbul sabahından, bir günaydınınızın başka kıtaya uzaklaşan sesini, nefesini duymamama rağmen size ‘kendinize teslim olun’ demek isterdim… 


Mutfağın kapısından sızan o yanık vanilya kokusunun, ellerinize bulaşan sıcağını ‘çok mu acıdı canım’ a çeviremeyen donukluğu, ‘e soğudu artık ye’ diyen boğukluğu da anlatmak isterdim evet… Aklınızı başınıza almak istediğiniz… Ancak aklınızı başınıza getirenin de aklınızı başınızdan götürenin de aynı kişi olmasını istediğiniz… Sanki içinizdeki sesle konuşur gibi, aynı soluğu alıp verir gibi… Onunla.. O kişiyle.. bayatladıktan sonra bile ince dilimlere ayrılan içi vişne soslu vanilyalı kekin açlığınızı bir ömür boyu doyurmaya yetebileceğini anlatmak isterdim… Üzerine fındık, fıstık, hindistan cevizi ve bilmem ne serpeleyerek çeşitleyeceğiniz pastanın tarifini verebilmeyi çok isterdim evet… Beni bu mutfaktan alın ve Roma çağına ışınlayın diyen sesinizi kısmak isterdim. Sadece evinizde, mutfağınızda, yaşadığınız yüzyılda yani, ancak o sesin mevcudiyetiyle şımaran bu kek yapma histerinizi de anlatabilmeyi… İsterdim çok… 
 
Diğer yandan…Bir lokmasını bile ağzına yaklaştırmayan sözde galip akılların, bu kek-e niçin açlık hissetmediğini de… Yani küçücük bir önyargıyla değişiveren küçük, sıradan ama yontulası serzenişlerini de… İşte o zaman, mutfaktan kaçma ve bu yüzyıla ait olmama senaryolarınızın, umudunuza nasıl şalgam suyu sıktığını da anlayabilirdim üstelik… Eğer aşka gerçekten hakkını vererek yaşayabilseydiniz yazardım bunları… ‘İşte o ben’ derdiniz, ‘benden bahsediyor’ derdiniz… yalan da değildi üstelik… Yazardım…Sıkıldınız mı yoksa birbirinizden? derdim… Sıkılmadık ama 50gr çekilmiş fındık gerek der gibi 50 gr. aşk olsun, 30 gr.da meşk olsun, şu olsun, bu olsun gibisinden doyumsuz isteklerin zincirinden kurtulabilmenizi… ‘eh be azmış neyse ki’ gibi bir esprişinaslık ve samimiyetle size bir reçete yazabilmeyi… -niçin olmasın- hayır aslında anlatmak istediğim bu değildi… durun… yine uzun bir cümleye dalmadan … ah bir anlatabilseydim size…sana… bir çoğunuza daha pek çok şeyi… özellikle anlatmaktan korktuğunuz şeyleri.. Hepsini hepsini birden yazmak isterdim….  


Eğer birisi özellikle sizi aramıyorsa, belki istemediğinden değildir, belki sizi nerede bulacağını bilmediğindendir demek isterdim. Bulduğu noktanın kendi noktasına değemeğeceğini zannettiğinden, belki de sizi tamamen kaybedip hiçbirşeyiniz olmanın vereceği incinmişlikten… Seni o kadar çok seviyorum ki, senin de beni o kadar çok sevmediğini düşünmek istemediğimden … bu yüzden uzayıp giden giden giden cümlelerden bahsetmek isterdim. İçinizi bir balon gibi şişirip şişirip söndüren o boşluk duygusunu görmeye tahammül edenlerin ancak ve ancak sizi gerçekten sevenler olduğunu.. Yalnızlığınızı farkedemeyenlerin ise kendi yalnızlığını sizin yalnızlığınızdan üstün tutmalarından dolayı terketmeye meyilli olduklarını da anlatmak isterdim….  


Evet benim yerimde kim olsa severdi seni… Sen şu avucumdaki yonca yaprağı gibi hep 3 yapraklı, ama bir yaprağı hep eksik… Tamamlanmamış bir resim, masaüstü devrik boya kutularından sızan en  güzel renk… Asla hiç bir karışımın hiç bir şekilde bir araya getiremediği, tam tersine sıradan olmayı başaramamış bir rengin bütün resme hakimiyeti, en göz alıcı – en kışkırtıcı – en başına buyruk – ama bir o kadar uysal- şefkatin de rengiydin… Evet…Benim yerimde kim olsa severdi seni…  Göndere çekilen bayrağın incecik dokumasının içinde tek bir iplik, tek bir iğne deliği gibi sana çekilmeyi  ve orada öylece öyle bir dalgalanmayla yanında kalabilmeyi… Anlatmayı isterdim… Kim olsa severdi seni ama benim sevdiğim gibi değil… demeyi isterdim… Hiç böyle sevdiniz mi birini? diye sormayı çok isterdim size… 


Göğüs kafesinizi sıkıştıran… o kader anının küflü paslı kokusundan sıyrılabilmeyi , her ne hikmetse yaşanmış da yaşanmamış gibi gösterilen o korkunun acısını bastırabilmeyi, derin nefeslerle üzerinizden atmaya çalıştığınız o sıkıntı anlarından kurtulabilmeyi… anlatmak isterdim… 50cm sağınızdaki  boş koltuğun dolduğunu küçücük bir ürpermeyle hissediverdiğiniz ürkek -ne münasebet canım niye ürkek olsun, belki bir parça şaşkın- bakışlarınızın, koltuk boşaldığında da ‘nereye gömerseniz gömün beni’ der gibi sönen ferini… o korkunç dibe düşmeyi  -ve aynı anda ay’a ayak basmanın ayrıcalığını  anlatabilseydim keşke size…  Ama bir zamanlar…eskiden yani… belki dün… tamam aslında az önce…şu sarı saman kağıda basılmış kırmızı ciltli kitabın arasına  iliştirdiğim küçücük not,  o lime lime olmuş, kararmış, hatta atılası kağıt, salına salına ayaklarımın dibine düşüvermeseydi…  Bana hangi güc  bütüüün bu limitsiz cümleleri tek seferde kurdurabilirdi? Ne acı ki ‘Yoruldum artık’ diyen onca insanın bir sürü sıkıntısını görebilsek de , kendimizi ıskaladığımızdan mıdır nedir bazen anlatamıyoruz birbirimize derdimizi…Yoksa daha önce yazardım… niye yazmayayım… 


Biraz un, biraz şekerle helva yapmayı becerebilmiş bir mutfak kadınının…- ne eksik bir tanımlama- Sadece bununla yetinmemiş daha pek çok şeyin içinde kadınlık zerafetini barındırabilmiş bir sürü kadının ev hallerini… Akşam haberlerinin sesini açarak, gazetelerin bütün makalelerini atlamadan okuyarak, kimbilir o gün hangi işin hangi stresinden can havliyle evine kaçarak, yine de çorbayı ‘üf üf soğusun’ diye çocuğuna hazırlayarak, yorgun bedenini sırf bu uğurda diriltmiş kadınları… mesaide, yolda, tatilde, kış günü otobanda mahsur kalan, daha pek çok şeyin içinde mahsur kaldığından habersizce susan,  ‘bak kuş çıkacak’ nidalarıyla binlerce hokkabazlığa sığınan, çorbayı üflerken kendi ağzı yanan…  Ve kerevizi de hiç sevmezken çocuğunun karşısında büyük bir iştahla yemeyi başarabilmiş o göğsü şefkatten kalın nasırlar bağlamış ama bir kerecik de bir kerecik ‘mutlu musun’  çağrısı yapılmamış, mutluluğun coğrafyasına adım atmamış, hatta böyle bir haritanın varlığından asla haberdar olmamış o anneciği, o güzelim annecikleri de yazmak isterdim başarabilsem… Hani sadece kadın – sadece  ana – sadece de bir şey – olmayan… her zaman…her yerde… herşey olan kadınları… Akıllarındaki yarım kalmış cümleleri duyabilmeyi ve o esnada hemen ve şiddetle o cümleleri tamamlayabilmeyi isterdim. Açmasam daha iyi dediği telefonların, cevapsız aramalara düşen numaralarına, aslında açmasam değil -görünmesem -bu halimi görmese -bu halimle sever mi beni-  dediği anları, kendini yalnızlığa hapsettiği ev içi karaltılarını da… o güzelim başlarını da… o güzelim başlarını alıp da gidemeyişlerini de… yazabilmeyi çok isterdim.. Onlara sizi anladım diyebilmeyi isterdim çok…  


Ama kime anlatsa insan kendini biraz yavan.. Değilse bile yetersiz sanki… ve anlatmanın nafile çırpınışlarına dayanamayacak kadar da yorgun… Bir miktar katıksız saf su… Yani gözyaşı denilen…olsa olsa o anlatır belki… Hani git git bitmemiş bir yolun nihayet sonuna doğru gelindiğini belki anlayarak belki bilinçaltı bir isyankarlıkla  ve ‘yeter artık’ dedirten bir bezginlikle… Biraz gizlenen… Aslında öyle değil böyle’dir -demeyi illa da geciktiren- hatta şart koşan bir saklanma ihtiyacı… olmasaydı eğer… yazardım ..  


Birini artık tamamiyle kaybettiğinizi hissettiğinizde, bu histen kurtulmanın tek yolunun, ismini-cismini- ne varsa onu hatırlatan herşeyi atabilme mücadelesinin ne kadar da gereksiz bir yorgunluk olduğunu…Ölümün ancak  tek bir şartta o da  bir ismin bir  yüreğin çeperinden tamamiyle kazınmasıyla gerçekleşeceğini … aksi takdirde bir koku, bir ses, bir merhabayla başa dönmenizi gerektirecek milyonlarca sebebin önünüze serileceğini… anlatabilmeyi çok isterdim. O kesip atamadığınız kangren olmuş parçanızın, bekleme umudunu hiç kaybetmeyişini ve bunu ağzınızın değil ama  o kısık gözlerinizin – incecik kirpiklerinizin arasından sızan herşeye rağmen sızmayı başarabilen umut ışığını anlatabilmeyi de isterdim delice… İşte tam da o an birinin omuzunuza dokunup sizi anlaması gerekirdi… Evet işte tam da o an ‘haklısın’ demesi … O ışığın başka ışıkları yaratabilmesi için, o yaranın sterile bir bezle dezenfekte edilebilmesi ve yeni bir doğumun müjdesini verebilmesi….  hiç anlayabildiniz mi, hiç dinleyebildiniz mi? hiç… yazmak isterdim… 


Of of mesaj içerikli konuşmaların, kalıp kalıp sabun gibi kaygan sözlerine aldırmasaydınız… En iyi şarkının da, en iyi şiirin de dibe vurmadan yazılamayacağını anlardınız. Ama Siz …Siz ve pek çoğunuz. ne denli çalışkan bir zekaya sahip de olsanız, dağ çiçeklerinin tazeliğini verecek sade bir cümleniz yoksa… Bakın yine uzayan ve bitemeyecek bir cümlenin içine giriyorsunuz… susuyorum… Anladınız …  


Tavırlar, haller, hayaller, yerler, kişiler ve herşey… Değişir.. Değişmelidir de… Dünya aile kurmak ister, devam ettirebilmek için sürekliliğini. Sadakat ister ve sadık çocukları olsun ister… Üzmesin ister kendini… haklıdır da… Ama siz tek kişilik hayattan korkmayın yine de, bir gün gelecek dünyayı da tek bir kişi yönetecek, ister siz olun, ister kim olursa olsun başınızdaki.. Ben bir tek sizin, siz olduğunuz hallerinizi yazmak isterdim…Kendinizle yahut başkalarıyla, kiminle olduğunuzu değil, sizin neyi nasıl yaşadığınızı,  sevince nasıl sevdiğinizi,, gözlerinizdeki sevinci, aşkı, mahremiyeti yazmak isterdim… üzerinde yaşadığınız değil, içinizde  yarattığınız dünyanın beni nasıl değiştirdiğini … o dünyayı yazmak isterdim. 


Nasıl bir yaşam seçmiş olduğunun farkında olmayabilen yetişkinlerin şımarıklıklarını da yazmak isterdim. Bir şey canım istiyor  ama neyi-yi bilmeyen, bir şey olmak istiyorum ama olmayanı arayan, en çok kini nefreti ve unutulacak olanları unutmayanların hafızalarını değiştirmek değil sadece yazmak… Yoksa bunca şey olmasa, bunca yetersizlik – bunca tamiri olmamış duygu – bunca yitik ruh – bunca dokunulmamış his – olmasa… Nerden bilirdim iyi olan şeylerin keşfine gitmeyi…  


Bir şiirin son kelimesinde nasıl haykırırsa şair sevdiğini… Öyle bir imdat, öyle bir yardım çağrısını görmek gibi bir şeydi sizi yazma isteği. Siz belki ben, ben belki biz… Sizli bizli , senli benli bir samimiyetin saygıdan ödün vermek olmadığını bildiğimden… Ben nasıl güldüğünüzü değil nasıl ağladığınızı da yazmak isterdim. Koltuğa düşen iki damlanın gece karanlığında nasıl ışıdığını ve  parlak iki yıldızın gözlerimi nasıl aydınlattığını, ellerinizle yüzünüzü kapayıp ağzınızı tutup  susmanızı… Susmayı başarabilmenizi … Çaresizliğin o koyu, kopkoyu ama o kadar da onurlu haykırışını yazmayı… isterdim… 


Giderken kalanları, kalırken gidenleri, arada birikip fosilleşen hisleri, yağsız tuzsuz çorbaya daldırılan her kaşıkta  ‘unuttum işte’ ye dönüşen ama asla unutulamayan, her lokmada boğazı düğümleyen her lokmada hazımsızlığa iten mide krizlerinizin sebebini de yazmak isterdim.   


Ah nasıl da kolaydır aslında bunları yazabilmek bilseniz. Eğer çırılçıplak yaşayabilseydiniz… Ben asıl bunu yazmak isterdim işte… görünmeyen sizi… Sizi okumak, kendimi okur gibi… Sizi yazmak beni yazar gibi.. .İsterdim… Ama en çok siz de ki beni okumak için yazmak isterdim… Tıpkı sizin istediğiniz gibi…  


[email protected]


SİBEL BENGÜ’NÜN DİĞER YAZILARI


– Çok sevgili sevgililer günü için…
– Açık reçete…
– Çocuk
– Sen de kimsin?
– Kar yağarken pencerenden…
– Bayramları nasıl bilirdiniz?
– Ne kadar buradasın?
– Bu hayat nasıl geçer?
– Aşık kimdir?
– Aşk ne değildir?
– Aşk nedir?
– Herşeyin bir şeyi vardır…
– İyi insan kimdir?
– Kaygı çok kaygan bir kelimedir…
– Bumerang aşklar…
– İstanbul’da yine yağmur var…
– Kelimeler, kelimeler, kelimeler…
– Bir şairin bildiği sevgi/ Attila İlhan için…
– Nedir, niyedir? Neyse…
– İnsan bazen kendini bırakıp delice gitmek istiyor…
– 3 kadın 1 kritik…
– Hayatın şablonu mu var?
– Haydi dostlar buyrun kahveye…
– Muhakkak…
Aşk’a herşey dahil…
Bir İstanbul hatırası
Kadın dediğin
– ‘Adam gibi adam’ dedikleri…
– Mantığım intihar, ruhum serseri… 
– Hiç-bir-şey anlamıyorum… 
– Hayal adalar… 
– Kırmızı başlıklı kızın nesi var?  
– İstanbul’a bir günlük firar… 
-Bırak deli desinler… 
-‘Sen benim rüzgar gülümsün…’ 
-Pardon tanışıyor muyuz? 
-İstanbul 
-Kıymık… 
-Siz mağrur musunuz? 
-Ne kadar önemsiyoruz yarınlarımızı? 
-Küçük şeyler… 
-Yürek mahrem bir bölgedir 
-Kiler… 
-Keşke 
-Anne karabiyesi… 
-Tren garları… 
-Yangın yeridir yürek, külleri kelimeler…
-Bir gün… gemiler… geçer… 
-Önsöz 
-O fotoğraf… 
-Durup dururken… 
-İçiyorsam sebebi var…
-Susmak üzerine… 
-Zor…anlatması zor… 
– Ciddi insan… 
-Kalbim Anadolu…
-Aşk niye biter? 
-Oğlum şiir oku…çünkü…
-Ne olmazsa olmasın, içinde sen varsın 
-Ölüm diye bir şey var… 
-Kırmızı başlıklı kızın neyi var?.. 
-Bebek’te gitmek zamanı…
-Kadın…nedir senin aşktan anladığın? 
-Altı üstü bir küre… 
-Aşk seni sordular…
-Atlıkarınca… 
-Dün haberini aldım…
-AY bilmecesi… 
-Karanlıktan korktuğumu nereden bildiniz? 
-Yüreğimin tozunu aldım… 
-Ne zaman yağmur düşse bu şehre… 
-Onlarca onlar…
-Kimsin sen?
-Bir sevgililer günü klasiği…_
-Nakış… 
-Rüya 
-Bilmen gerek… 
-Olgunluk… 
-İlk şiir 
-Kadınlar ne ister? 
-Meraklanınca 
-Sekiz onbeş vapuru 
-Olmayınca bir adamın gözleri 
-Biz İstanbulu sevdik 
-Tatiiil…. gel artık ben delirmeden…
-Ey kalbim…
-Sana yazdığım son şiirin içindesin şimdi…
-Tamiri zor oyuncaklar
-Hayat bir köprüdür oğlum… 
-Kim 
-Kol düğmesi 
-Nasıl anlatsam… 
-Gökte yakut, yerde zift karası… 
-Hadisene 
-Gökte yakut, yerde zift karas -3- (adam) 
-Gökte yakut, yerde zift karası -5 (kör olursun) 
-Gökte yakut,yerde zift karası – 6 (Gardiyan) 
-Gökte yakut, yerde zift karası – 8 (ilaç)
-The Fountain…

702590cookie-checkEn uzun cümlelerim

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.