Önce Fransızcadan iyi bir deyişle başlamak istilorum : “Quand le chat n’est pas là, les souris dansent.”
Bunu Türkçeye şöyle çevirmek olası: « Kedinin olmadığı yerde fareler dans ederler. »
Güzel de burada “kedi” kim “fareler” kimler artık okuyana kalıyor. Herkesin ke(n)disi ke(n)disine. Farelerse ne yapacaklarını her zaman çok iyi bilirler : Hücum peynirlereeeeeeee…
Sonra siyasi bir espri. Almanya’dan. Eski Dışişleri Bakanı Joshka Fischer birkaç gün önce ve elbette gırgır olsun umuduyla aynen şöyle dedi : “Merkel, Sarkozy’yi anlayabilmek için Louis de Funes’in filmlerini izliyor.”
Louis de Funes’i anımsatmak için şu kadarını söyleyeyim : Fransız sinemasının bir saniyede en çok hareket etme rekorunu kıran aktörüdür. Çok hareket yahar ama az şey elde eder. Bilmem anlatabiliyor muyum ? Louis de Funes fransız malı komedilerin en büyük komiğiydi.
Joshka Fischer’in bu esprisi aynı zamanda Merkel ile Sarkozy arasındaki aşılmaz duvara da işaret ediyor. Sarkozy’nin ite kaka işleri halletmek için sağa sola koşturmasına karşın Merkel’in sakin, herkesle ve her zaman olabildiği ölçüde uzlaşma arayan tavrı arasındaki uçuruma da.
İşleri zorlamadan ve Almanya Federal Cumhuriyeti’nin federal yapısı ile kendine özgü koşullarını göz ardı etmeden çözmeye çalışan Merkel ile merkeziyetci anlayışın ve tek-adamlık ruhsal halinin Avrupa’daki en son örneklerinden biri olan Sarkozy arasında müthiş farklar olduğu ortada.
Ekonomik ve geniş ölçüde işten çıkarmalar sonucu toplumsal kriz biçimine dönüşen mali kirizin çözümü için Sarkozy bir bakanlık kurup işlerin üstesinden geleceğini sanıyor : Bir kez daha tam anlamıyla jakoben/tepedeninmeci/hotzotcu anlayışını sergiledi, bunun en son örneklerinden birini verdi. Bu arada bu bakanlığın başına kendisi için ileride olası bir rakip olarak gördüğü Deveçiyan’ı atayarak onu hem partisinin başından uzaklaştırma fıratını buldu, hem de ona tuzak kurdu. Çünkü bu işi başaramazsa Deveciyan’ın siyasi geleceği perperişan olacak. Bu işi başarması da çok zor elbette. Bu da ayrı konu.
Dahası Sarkozy « patronların cumhurbaşkanı » olduğunu asla unutmadan krizden çıkış için patronlara yardımı birincil amaç edindi/ediniyor.
Oysa Almanya’da zora düşen şirketleri fransız türü ve böylesine desteklemek geleneği yok. İngiltere’de ise yoksullara, dar gelirlilere yardım yapılması tercih edildi/ediliiyor. Bu kadar fark olmasına karşın Sarkzoy ille kendi reçetesinin herkes tarafından kabul edilmesi için bastırdı. Bunun için AB dönem başkanlığının kimi olanaklarını bile zorlamaktan çekinmedi. Neyse bütün bunların sonu geldi : Çünkü Sarkozy artık AB dönem başkanlığı kostümünü çıkarmak üzere. Merkel derin bir nefes alıyor. Buradan bile duyumsanan…
Evet Sarkozy’nin AB “Başkanlığı” bitti biter. 31 Aralık 2008’de bu « kabus » ta sona erecek. Artık. Evet bundan en çok Almanlar memnun. İyi bir Alman gazeteci, 13 Aralık 2008 cumartesi, saat sekizi onaltı geçe, France İnfo Radyosu’nda, “Sarkozy parantezinin kapatılması çok iyi olacak” dedi örneğin.
Merkel’in Sarkozy’yi hiç mi hiç sevmediği ise devlet sırrı değil. Daha önce defalarca yazmak olanağı bulduk. Kameralara bile yansıdı. Merkel bazen Sarkozy’ye öyle bir bakış fırlatıyor ki ayıp olmazsa Sarkozy’ye biçakacak pîr çakacak sanırsınız. Yani hanfendi böyle de bakılır mı yani ?
Sarkozy’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliğine karşı haçlı seferi de artık bir parça durabilir sanıyorum. Ancak sorun sadece devletlerin yöneticileriyle veya kimi kötü ve art niyetli yöneticileriyle değil. AB bünyesindeki yurttaşlarla ve onları temsil eden kurumlarla da çok iyi ilişkilerin kurulması ülkenin ve sorunlarının tanıtılması gerekiyor. Ki Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda sağlıklı bir karar verebilsinler. Ancak bugüne kadar gelen sinyaller, gönderilen işaretler hiç te umut verici değiller : İşte bir örnek olarak bir kamuoyu yoklamasını dikkatinize sunabilirim :
ARTE isimli Alman-Fransız ortak televizyon kanalında her cuma günü 19.00 ile 19.45 arasında yayınlanan “zoomeuropa” isimli program her hafta bir soru soruyor ve sonucunu bir sonraki cuma açıklıyor. Geçen haftalardaki sorulardan biri şuydu :
“Türkiye Cumhuriyeti’nin AB’ye üye olmasını en çok kim istiyor en çok kim İSTEMİYOR?”
Gelen yanıtlara göre, sonuçlar ortaya şöyle serildiler :
Türkiye’nin AB’ye üyeliğini en çok isteyenler ROMANYALILAR.
Türkiye’nin AB’ye üye olmasını en çok İSTEMEYENLER Avusturyalılar.
Bu elbette bir kamuoyu yoklaması. Yani ne bunsuz kalmalı ne de buna yüzde yüz inanmalı. Ama netice olarak bir fikir vermesi açısından da epey ders yüklü.
Bu arada AB’nin ve üye devletlerden birkaçının 2002’den itibaren değişik nedenlerle çok « sıkı tuttuğu » Recep Tayyip Erdoğan’ın karizması da çiziliyor. Hem de birçok yönden : Avrupa ve Amerika’daki birçok medyada önce :
Le Monde, Avusturya’daki birkaç gazete, The New-York Times, The Economist ve daha birçok gazeteden ve dergiden sonra Fransa’nın en sağcı ve en tutucu günlük gazetesi Le Figaro da koroya katıldı: 8 Aralık 2008 tarihli sayısındaki haberinin başlığı aynen şudur :
“Le premier ministre turc ne convainc plus”. « Türk başbakan artık inandıramıyor ».
Tamam RTE’nin “sonunun geldiği” konusunda her medya aynı kanıda. Herkes aynı fikirde.
Le Figaro “takılmayı” da ihmal etmiyor : “29 mart (2009) seçimlerinde seçimleri kazanmazsam giderim” demesini “bravade” olarak niteliyor. Bu sözcüğü “farfaralık, yalancı pehlivanlık, cesaret gösterisi” olarak çevirmek mümkün. Veya iyi niyetle kullanıldığını varsayarsak, ki burada öyle bir şey na-mümkün, “meydan okuma”. Artık nasıl isterseniz öyle.
Evet genel durum bu. Sarkozy’nin AB dönem başkanlığından ayrılması Türkiye Cumhuriyeti’nin tam üyeliği konusunda önemli bir engelin ikinci plana geçmesi açıssından olumlu. Ama öte yandan AB kamuoyunda ve kamuoyunu oluşturmada büyük rol oynayan günlük gazetelerde ve haftalık dergilerdeki görüntü çok kötü. Hatta görüntü hiç yok. O zaman işte baştaki deyişe ve sonrasındaki sorumuza dönebiliriz : Kedi kim fareler kimler ?