FRANSA'DAN… Yılmaz

Yılmaz Güney 1 Nisan 1937’de Adana’nın Yenice köyünde dünyaya merhaba dedi. 9 Eylül 1984’te Paris’te  aramızdan ayrıldı.
 
47 yılının 12’den fazlasını hapishanede geçirdi. Türkiye’nin haritasını hapishanelerde çizdi. Bütün hapishanelerde arkadaşı vardır Yılmaz’ın. Tutuklu, mahkum ve gardiyanlar arasında. Nöbet tutan askerler arasında.

Yılmaz'ın dramı, özgürlüğüne kavuştuktan sonra, yeterince zamana sahip olamamasıdır. Hep bir şeyler gelip gelip zamanını çaldı : Hapishane, hastalık ve kaçınılmaz yazgı, ölüm.

 İki yıl askerlik yaptı Yılmaz Güney : Sürgün bölüğünde.
 
 Üç yıl yurtdışında yaşamak zorunda kaldı. Yurt dışında daha uzun süre kaldığı sanılıyor, çünkü o üç yıl içinde başkalarının otuz yılda yapacağından fazlasını gerçekleştirdi. 

Yılmaz Güney’in en çarpıcı özelliği çok çalışkan olmasıdır. Zekasının da yardımıyla aynı anda birçok işi yapabildi. Aynı anda birçok işin yanında birçok tasarıyı da olumlu sonuca ulaştırmak amacıyla ugraştı. Ve genellikle tasarılarını sonuçlandırabildi. Zamanı yetmediği için gerçekleştiremediklerini,  kendisinden sonraya kalanları saymıyorum burada…

Evet Çok çalıştı. Çok üretti. 47 yılını çok güzel renklerle donattı.

Yazar, öykücü ve romancı, saati gelince şair, sinema ustası, oyuncu, senarist, yönetmen, gençliğini yaşamış bir delikanlıdır Yılmaz Güney.
 
Yılmaz Güney, siyasi bir lider ve bir tür yol göstericisi olarak Güney, Yurtsever Devrimci-Demokrat, Demokrasi Bayrağı, Mayıs gibi dergileri yönetti. Birçok siyasi yazıya imza attı.

Evet Yılmaz Güney böyledir : Hem aşıktır, hem devrimcidir.
 
Size bugün Yılmaz Güney’in cenaze törenini anlatmak istiyorum :

Yılmaz Güney, 9 Eylül 1984'te 47 yaşında, Paris’te, uzun bir hastalık döneminden sonra, aramızdan ayrıldı. Yılmaz’ın cenaze töreni 13 Eylül'de yapıldı: Paris Paris olalı böylesi bir cenaze törenini görmemişti.

O gün Paris Kürt Enstitüsü’nün önü ana-baba günüydü. Yılmaz Güney’le vedalaşmak için dünyanın dört bucağından gelen Yılmaz Güney dostları, arkadaşları, yol arkadaşları, yoldaşları, tanıdıkları ve elbette hayranları, hemşerileri saygı duruşunda bulundular. Kimi sıkılı yumruklarını kaldırdı gökyüzüne, yarınların daha mutlu olması dilekleriyle ve geleceğe sarsılmaz inanmışlıkla. Kimi iki damla gözyaşını saklamaya çalıştı : “Erkek adam ağlamaz” meselesi. Oysa buna gerek yoktu : Çünkü Yılmaz bilirdi erkeklerin de ağladığını. Saklamak boşuna.

Eller üstünde  taşındı Yılmaz, Rue La Fayette’den Republique Meydanı’na.

Meydan öğlen saatlerinden beri tıklım tıklımdı.

Orada bindirildi cenaze arabasına. Servet Tanilli o arabanın içindeydi. Yılmaz’la birlikte. Ve arabanın tepesine gazeteciler, kameraları ve fotograf makinalarıyla, üşüştüler. Onları oradan indirmek zor işti. Ama indirildiler. Çaresiz. Yılmaz Güney öyle istemişti çünkü.

O araba harekete geçtiğinde arkasından akan seli görmeliydiniz. Evet akan bir seldi bu. Yılmaz Güney Nehri. Ceyhan ve Seyhan’a, Dicle ve Fırat’a, Asi Nehri’ne, Kızılırmak’a  bin selam…

Güney, cenaze törenini görmek isterdi diye düşünüyorum. Çünkü o gün herkes oradaydı. Bütün Paris cenazesinin peşinden yürüdü.

Bir avukat arkadaşı, o kalabalığı görünce, "İşte Yılmaz Güney budur." dedi.

Yılmaz'ın halkı, kadın, erkek, genç yaşlı, çoluk çocuk , o gün oradaydı.

Adana, Yenice, İstanbul, Diyarbakır, Siverek, Ergani, Silvan, Muş, Tunceli, Kars, İzmir, Kayseri, İmralı, İzmit, Nevşehir, Antakya, Sakarya, Isparta, Konya, Edirne, Çorum, Kastamonu, Antalya, Kemer, Söke, Bucak, Ağrı… o gün oradaydı. Hiç eksiksiz.

Duvar'da oynayan çocuklar, kimi Fransa'nın taşra kent ve kasabalarından ve köylerinden, kimi Almanya'dan gelmişlerdi. Kimi Belçika’dan. Kimi İngiltere’den. Yılmaz Abi’lerine saygı. Birçoğu filmdeki kıyafetleriyle neredeyse, gözleri yaşlıydılar,  ama işte gelmişlerdi ve oradaydılar.

Türkiye'yi onun filmleriyle tanıyan Fransızlar, Arjantinliler, Brezilyalılar, İspanyalılar, Urugaylılar, Filistinliler, Araplar, Afrika’nın değişik ülkelerinden değişik halkların temsilcileri oradaydılar…Hepsi Yılmaz Güney’i, sinemasını, mücadelesini ve yaptıklarını çok iyi biliyorlardı. Yılmaz Güney birçoğu için bir örnekti ve bir örnek kalıyor.

Şu siyahlar giyinmiş genç kız gibi. O kız işte, o siyahlar içindeki kız, bütün yürüyüş boyunca elinde taşıdığı kırmızı bir gülü getirdi tabutunun üstüne koydu: Olağanüstü bir incelikle ve hafifçe.

Ve Yılmaz Güney’in kadim dostları: Hastalık günlerinde yanı başından ayrılmayanlar: Kazım’lar, Bekir’ler, Ahmet’ler, Kendal’ler, Erdoğan’lar ve diğerleri.

Ve ailesi elbette: Fatoş Güney, Küçük Yılmaz ve elbette Elif.

Evet herkes oradaydı. Herkes. Abidin Dino, Ayşe Emel Mesçi , Tülay German ve Erdem Buri ve daha pek çok ama pek çok sanatcımız da…Kimi en önde, kimi kitlenin içinde, tanıdıklarıyla birlikte. Herkes Yılmaz’la içiçe. Herkes Yılmaz’la. Yılmaz herkeste.

Pere Lachaise Mezarlığı içine girildiği andan sonra ilerlemek mümkün değildi artık. Mezarlar, mezar  taşları, ağaçlar, ara yollar, her yer evet her yer işgal edilmişti. Salkım saçak insanlar…

Ve Servet Tanilli’nin damıtılmış sözcüklerden oluşturduğu ve bir demet Malatya gülü gibi sunduğu konuşması: Fena vurdu dinleyenleri. Nasıl ağlıyor insanlar kardeşim nasıl ağlıyorlar. Anlatamam. Kocaman adamlar ve, bu satırları yazan ben, nasıl ağlıyoruz: Nasıl? Servet Tanilli nereden buldu çıkardı bu sözcükleri: Taaa kalbimizin oralara kadar gidiyor, göğüs kafesimizi sıkıştırıyor, bizi perişan ediyor, ve vuruyor bizi içeriden. Vuruyor ve kalkamıyoruz. Dizlerimiz tutmuyor : Çömeliyoruz. Yılmaz’ın “it oturuşu” dediği türden. Oturuyoruz ve göz yaşlarımızı bıyıklarımıza ve sakallarımıza  saklıyoruz. Bıyıklarımız ve sakallarımız ıslanıyor heval!: Anlatamam. Sadece hüngür hüngür sesleri duyuluyor. Gökyüzü başını önüne eğiyor. Kuşlar susalı çok oluyor. Mezarlıkta sadece Tanilli’nin sözcükleri ve koskocaman adamların, erkeklerin ve kadınların, ama bilhassa erkeklerin hüngür hüngürleri duyuluyor. Sadece hüngür hüngürleri… Kaç gün sürdü bu gözyaşları, kaç ay, kaç hafta, kaç saat? Ve aniden kuş sesleri yeniden örttü bütün gürültülerimizi, bütün gökyüzünü, bütün kalabalığı. Bütün insanlığı. Ve hepimiz Yılmaz Güney’le birlikte indik ve çıktık. İndik  ve çıktık. İndik ve çıktık. Kaç defa ? Kaç zaman ? Kaç asır ? Ve sonra kardeşlerim o mezarlık çiçeklerle bir donatıldı bir  donatıldı ki anlatmak olası değil. Birara Fatoş’a gözüm takıldı: Çünkü o ve yakınları ve herkes Yılmaz’dan ayrılamıyorduk. Fatoş’a takıldı gözüm evet ve Fatoş’un o çiçek bahçesi, o çiçek sergisi önünde memnun ve neredeyse mutlu olduğunu farkettim. Bu da bize yeter dedim. Zaman aktı, saatler geçti, Yılmaz’dan o gün bir çiçek bahçesinde, bir çicek sergisinde ayrıldık. Ama tamamen ayrıldık mı? Bilinmez.

Biz onu bırakmadık o da bizi bırakmaz.

Peki ulan ölüm!: Sana pabuç bırakacak değiliz ulan! Gelip bizi alamazsın oğlum çünkü Yılmaz ve biz yazılıyız bu topraklara. Ve yalnız değiliz, yazılıyız çünkü halklarımızın yüreklerinde:

Yılmaz Pere Lachaise’de yalnız değil: Arkadaşları, yoldaşları, ve yol arkadaşları arasında Visconti, Chopin, Auguste Comte, Moliere, La Fontaine, Balzac, Pierre Brasseur, Jules Berry, Proust, Apollinaire, Oscar Wilde, Auguste Blanqui, Eugene Pottier, Modigliani, Edith Piaf, Maurice Thorez, Jacques Duclos, Yves Montand ve Simone Signoret ve  Dr. Abdurrahman Kasımlo ve daha sonra onlara katılan Ahmet Kaya …

Ve bir de Yılmaz’ı sürekli ve düzenli ziyaret edenler…Yılmaz’ın halkı ve halkının o sevimli çocukları : Kadın ve erkekler…Anıt-Mezarı’nı süsleyenler, donatanlar, gönüllerinden geldiği gibi gönüllerini açıp oraya iki satır not düşenler, iki damla gözyaşının peşinden . Dertlerini yazanlar. Yılmaz’a sevgilerini dillendirenler…

Evet Yılmaz Güney Pere Lachaise’de ve bizimle.

Not : M. Şehmus Güzel, Yılmaz Güney’e ilişkin şu üç kitabın yazarıdır :
İNSAN YILMAZ GÜNEY, KAYNAK YAYINLARI, İSTANBUL, 1994, 
ÖZGÜR YILMAZ GÜNEY , GÜNEY DERGİSİ YAYINLARI, HAMBURG, 1996,
YILMAZ GÜNEY HAZİNESİ , PERİ YAYINLARI, İSTANBUL, 2006.

1633460cookie-checkFRANSA'DAN… Yılmaz

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.