Gülen’in gücünün sırrı

CEMAAT-AKP SAVAŞINDA GÜLEN’İN ELDE ETTİĞİ GÜCÜN SIRRI NEREDEN GELİYOR

Erdoğan’ın merkezinde yer aldığı, AKP ile Gülen Cemaati arasında devam eden ve önümüzdeki süreçte karşılıklı operasyonlarla kapsamı genişleyecek olan iktidar savaşının arka planını anlamak oldukça önemli. Gülen Cemaati’nin 1965’lerden beri belirlediği stratejiyi büyük bir sabırla uygulayıp bugünkü düzeye gelmiş olmasının, sadece Gülen’in özel yetenekleri ve çabasıyla açıklanamayacağına dair pek çok önemli veri bulunuyor. Gülen üzerinden uygulamaya konulan stratejide uluslararası, bölgesel gelişmelerin ve Türkiye’nin iç politik faktörlerinin çok önemli bir etkisi bulunuyor. Tek başına iktidarı ele geçirme savaşı veren ve Erdoğan karşısında ciddi bir mücadele yürüten Gülen’e dair bilinenlerin ‘gizemli’ hale getirilerek sorgulanmaması bir devlet politikasıdır. Kemalistlerle dahi derin ilişkileri bulunan Gülen’in çok kritik dönemlerde devletin vermiş olduğu stratejik görevleri yerine getirdi.

Bütün yaşamı boyunca devlete hizmet eden Gülen, en önemli kaygısını ‘otoriteye başkaldırmak’ olarak tanımlıyordu. Hiçbir koşulda ezilenlerin ezenlere, haklıların haksızlara karşı çıkmasını istemedi. Tersine, devlete boyun eğmeyi temel bir felsefe olarak benimsedi. İtaat etmek onun cemaat ilişkilerinin de temelin oluşturuyor.

Gülen’in yaşamına dair bilinenler bilinmeyenlerin onda biridir. Onu, Türkiye’nin ‘karanlıklar prenslerinden’ biri olarak tanımlamak yanlış olmaz. Kendisi tarafından anlatılan hayat hikâyesindeki küçük kesitler incelendiğinde dahi çok önemli ve çarpıcı sonuçlar ortaya çıkabilir. Bu nedenle devlette tek başına iktidar olmak isteyen Gülen’in oynadığı tarihsel rolü daha iyi anlayabilmek için yaşamının bazı noktalarını irdelemek yararlı olacaktır.

Gülen’in ailesi nereli

Yahudilerin Gülen’e karşı bu hassasiyeti esasen ortak kökenden gelmelerinden kaynaklanıyor. Bu hikâyeyi biraz yorumlayalım. Gülen ne anne tarafından ne de baba tarafından Türk değil. Küçük Dünyam isimli kitabının baskısında baba tarafından ‘Kürt olduğunu’ söyler. (Hatta baba tarafından ailesinin Kürt-Ermeni karışımı olduğuna dair bir kısım önemli iddialar da var) Daha sonraki baskılarından bunu kaldırır. Gülen’in ailesi aslen, Van Gölü’nün kuzeyinde bulunan ve Ermenilerle Kürtlerin birlikte yaşadığı Ahlât bölgesindedir. Ailesi, başka bir bölgeden gelmeyip bu bölgenin yerleşiklerindendir. Baba tarafından Kürt veya Ermeni kökenli olmasını güçlendiren önemli iddialardan biri de budur. Kendi anlatımlarında da anlaşılabileceği gibi Türk boyları ile hiçbir ilgisi yoktur. Ailesinin karışmış olduğu bir namus meselesi nedeniyle sürgüne tabi tutulurlar ve gelip Erzurum ili, Pasinler ilçesi, Korucuk köyüne yerleşirler. Kendisi de Korucuk köyünde doğduğu için Erzurumlu olarak tanınır.

Anne tarafı için verdiği bilgiler ise ilginçtir. Gülen’in annesinin ismi Refia’dır. Anneannesi Hatice hanımın Şükrü paşazadelerden geldiğini söyler. “Hatice ninem, annemin annesidir. Herhalde verem olduğundan erken ölmüş. Edirne Şükrü Paşa sülalesinden gelme.” Edirne ilinde bulunan Şükrü Paşazadelerin ise, 1492 yılında İspanya’da kovulup ve Trakya’ya gelip yerleşen Safarad Yahudi göçmenleri olduğu iddia edilir. Tarihe ‘İspanyolca konuşan Türk Yahudileri’ olarak geçen bunların ezici bir çoğunluğu, Yahudiliğini gizlemek için Türk olduğunu söyleyen sabetaylar olduğuna dair güçlü bir yargı var.

Gülen, annesinin İspanya göçmeni Yahudilerden olduğunu gizlemek için dedesi yani annesinin babası Ahmet’in ve ninesi Hatice’nin Müslümanlığına özel bir vurgu yapar. Yaşamında baba tarafını çok az anlatır, ama anne tarafına dair anlattığı rivayetlerin her satırında hayranlığını vurgular. Dedesini, dayılarını, teyzelerini öyle olağanüstü anlatır ki, hikâyeyi okuyan herkesi hayran bırakır. Anne tarafını bu düzeyde ön planda tutmasının nedeni, onların gerçek kimliğini gizlemeye yönelik olabilir.

Dikkatle vurgulamalıyız ki, kimin hangi etnik ve dini kökende olduğuyla ilgilenmek doğru olmadığı gibi, uluslar arası insan hakları sözleşmesine de terstir. Kişinin etnik-ulusal kimliği değil, ideolojik görüşleri, politik duruşu esastır. Durduğu konum belirleyicidir. Ancak uluslararası alanda belirgin bir etkinliği olan ve politik dengeleri belirleme gücüne sahip olan Gülen gibi birinin kendi etnik kimliğini gizlemeye çalışması da tesadüfi bir durum değil. Bunun baskı görmekle hiçbir ilişkisi olmadığı da biliniyor. Bu topraklarda Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Süryaniler, hatta zaman zaman Yahudiler de kendi kimliklerini gizlemek zorunda kaldılar. Ancak Gülen’in durumu tamamen bunlardan farklı olup esasen bilinçli politik bir tercihtir. Dahası izlediği stratejinin bir parçasını oluşturmaktadır.

Gerçek kimliğini gizlemek için de, anne ve baba tarafına ait ‘secerenin kaybolduğunu’ söyler. Her iki ailenin Seyyid olduğuna dair soruya geçiştirmeli bir yanıt verir. ‘Ahmet dedem bu mevzuda bir şey anlatmazdı’ diyor. Ailesinin köken olarak Ahlât’tan geldiğini söyleyen Gülen’in aile tarafının ‘Seyyid’ olduğunu bilmemesi mümkün değildir. Hele Kürtler içerisinde ‘Seyyid’ olmanın manevi olarak önemli bir yer tuttuğu bilindiği halde, dedesinin ve babasının bundan söz etmemesi mümkün olmadığına göre, Gülen esasen gerçek kimliğini gizlemeye çalışmış olabilir mi sorusu insanı düşündürüyor.

Çok zengin bir ailenin çocuğuymuş!

Gülen bütün konuşmalarında ve günlük sohbetlerinde yaşamının ne kadar yoksulluk içinde geçtiğini söyler. Yoksulluk içinde büyüdüğünü vurgular ve özellikle bu noktada insanın duygularını sömürmeye özen gösterir. Kendi anılarını anlatırken ise, bunun tersini söyler. “Halil Dede’min çocukları buradaki gayri menkulleri 80 bin altına satarlar ve aralarında paylaşırlar… Zira babalarından kalan mirası iki kardeş pay ederken, altınları tas tas paylaşmışlar. Teker teker saymak vakitlerini alacağı için böyle yapmışlar. O devirlerde onların bu mirası bölüşme keyifleri de çok meşhur olmuş bir hadisedir.” 80 bin altını olan bir ailenin o günkü koşullarda sanırım çok zengin olması gerekirdi. Daha sonraki hayatlarında farklı yorumlar yapsa da, gerçek olan şu ki, yoksulluk içinde büyümemiştir. Kendi anlatımlarında ortaya çıktığı gibi, ailesi, ‘altınları, zaman kaybı olmaması için tas tas paylaşacak’ kadar bölgenin zenginleridirler. Demek ki, hemen her vaazında veya röportajında vurguladığı gibi yoksulluk içinde yetişen biri değildir.

Babası Ermeni düşmanıymış!

Gülen ailesindeki ırkçı-şoven duygularının çok olduğunu sık sık vurgular. Örneğin “Şamil Dedem de feveran derecesinde bir Ermeni ve Rus düşmanlığı vardır. Bütün Ermeni ve Rusları doğrasa bu feveran dinmezdi.” Bütün ‘Ermeni ve Rusları kesecek’ kadar kindar olan bir aile Erzurum, Van, Muş gibi bölgelerde Ermenilerin katledilmesinde nasıl bir rol oynamıştır. Ayrıca Gülen’in kendisi bu katliamı destekliyor mu? Bu ve benzeri sorulara Gülen’in yanıt vermesi gerekir. Ayrıca 80 bin altına sahip bir ailenin büyük bir Kürt aşiretinden veya Ermeni bir ailede olması olasılığı insanın aklına geliyor. Dedesini ‘bir Ermeni düşmanı’ olarak göstermesi de gerçeği gizlemeye yönelik bir taktik olabilir mi? sorusu akla geliyor.

Gülen’in Nurcuların arasına girişi kontrgerilla kararıdır

Yaşamı karanlıklarla dolu olan Gülen’in Nurcu cemaatinin içine gönderilmesinin dahi, MİT ve kontrgerilla gibi devletin gizli örgütlerinin kararı olduğu anlaşılıyor. Kendi yaşamına dair anlattıkları dahi bunu doğrulayacak düzeydedir.

Erzurum’da öğrencilik yıllarında ‘Bediüzzaman’ın yanından gelen Muzaffer Arslan’ın sohbetlerine katılması üzerine risaleleri tanır ve bir daha da sohbetlere katılmaktan geri kalmadığını’ belirtir. Ramazan nedeniyle Amasya, Tokat ve Sivas taraflarını dolaşarak vaazlar verir ve sohbetler yapar. Gittiği her yerde ilk işi devletin bölge yöneticilerinden biriyle ilişki kurmak olur. Hem de çok kısa sürede bunu başarır.

“‘Kırkıncı Hoca, bana, Selahattin ve Hatem’e Bediüzzaman Hazretlerinin yanından birisi gelmiş, akşam sohbet yapacak, oraya gidelim’ dedi. Teklifini hemen kabul ettik. Mehmet Şergil’in terzi dükkânına geldik. Burası, iki kilimden biraz daha genişçeydi. İlk gece veya ikinci gece orada bulunanlardan aklımda kalan isimlerden bazıları, Mehmet Şevket Eygi, Kırkıncı Hoca, Esat Keşafoğlu ve Osman Demirci’dir. Şevket Eygi, yedek subaylık yapıyordu. Esad Keşafoğlu ise o sırada üsteğmendi. Bediüzzaman Hazretleri, Muzaffer Arslan’a ‘şark’ı bir dolaş gel’ demiş o da Sivas, Erzincan ve Erzurum’u dolaşmaya gelmişti.”

Bu toplantıya katılan isimlerin üçü dikkat çekicidir. O dönem yedek subay olarak görev yapan ve Gülen’in yakın dostlarından biri olan Mehmet Şevket Eygi, İslamcı yazar olarak dönemin Amerika’nın ‘anti-komünist stratejisini’ Türkiye’de gündemleştiren ve CIA ile yakın bağları olan biridir. Amerika’yı komünizmle mücadelenin merkezi olarak gören ve İslamcıların Amerika’nın yanında yer alması gerektiğini söyleyen fetvalar veriyordu. “Bizim en büyük düşmanımız komünistlerdir. Elbette bir İslam devletinde komünistlere fikir yayma ve örgütlenme özgürlüğü tanınmaz… İslam’ın düşmanları ve komünistler doğrudan karşı çıkmadıkları İslam görüntüsü altında melanetlerini işletmeye devam edeceklerdir…” Hatta Deniz Gezmiş’in önderliğini yaptığı, Amerika’nın 6 Filo’suna karşı yapılan protesto gösterilerine karşı, camilerde Müslümanlara çağrı yaparak, ‘özgürlüğün temsilcisi ABD’nin yanında yer almaları’ gerektiğini söyler. Eygi, Milli Gazete yazarı olarak, bir Amerikan ajanı gibi yürüttüğü faaliyetler nedeniyle daha sonraları pişmanlığını belirtmiştir.

İkinci kişi ise, ‘yeni Asyalılar Grubu’nun kurucusu olarak bilinen Gülen ile birlikte kendisini ‘Nurcu’ olarak tanıtan Mehmet Kırkıncı’dır. Said-i Nursi hareketinden görünen ama Türk-İslam sentezini savunan, Demirel’i ve Adalet Partisi’ni çok aktif destekleyen bir cemaat lideridir.

Üçüncü kişi ise Yahudi kökenli Üsteğmen Esad Keşafoğlu’dur, Bu kişi, Türkeş’le birlikte Amerika’ya gönderilen ve CIA tarafından kontrgerilla eğitimi verilen grubun içerisinde olan bir subaydır. ABD’nin çok özel olarak eğittiği ve Türkiye’de anti-komünizm stratejisini uygulamak için görevlendirdiği bir subayın Gülen ile yakın dostluğunun olması ve birlikte dini toplantılara katılması da çok dikkat çekicidir.

Gülen askerler tarafından korunmuş!

İlginç olan en önemli nokta, Gülen’in yaşamı boyunca yürüttüğü bütün faaliyetlerde mutlaka subaylarla yakın bir ilişkisinin bulunmasıdır. Hangi il veya ilçeye giderse gitsin, mutlaka iletişim halinde olduğu bir kısım askeri elamanlar var. Özellikle de askerler tarafından korunması da dikkat çekicidir. Ayrıca savcı, hâkim, emniyet müdürü, komiser vs. devlet görevlileri ile çok yakın ilişkiler kurar. “Zaten Emniyet Amiri Resul Bey’le ileri derecede dostluğum vardı. Bazı hâkim ve savcılarla içli dışlıydım.” Asker kökenli Vali Sabri Sarp ile iletişimleri gayet iyidir. Askerlik şubesi başkanı Karadenizli Albay ile yakın bir ilişki içine girer.

Gülen’in askerlik yaşamı son derece dikkat çekicidir. Askerdeyken kontrgerilla faaliyetlerine uyumlu bir çalışma yürütüyor. Daha askeri birliğine katıldığı andan itibaren askerlerin korunmasına girer. “Teslim olduğumda zannediyorum 10 Kasım’dı. Mehmet Mutlu o zamanlar üsteğmendi. Zaten yarbaylıktan emekli oldu. Bizim bölük komutanı Yılmaz bey, onun Harbiye’den arkadaşıymış ve gelip beni bölük komutanına lanse etti. Ayrıca Kurmay Başkanı Reşad Taylan’a ben de Edirne’deki bir yakınından selam getirmiştim. Hatta benimle ona badem ezmesi göndermişlerdi. Cenabı Hakk’ın inayetiyle böyle korunmaya alındım.” Nizamiyeden içeri girer girmez, subayların korunmasına alınan Gülen’e bu ilgi, Allah’tan gelen bir yardım olmayıp, onun yürüttüğü ve yürüteceği dönemin kontrgerilla faaliyetlerinin içinde yer almasındandır.

Gülen’in yaşamı torpillerle geçiyor. Birinci torpilli, ilkokula gitmediği için, Erzurum’da dışarıdan aldığı diplomada görülür. İkinci torpilli görev, İmamlık sınavını kazanması ve Edirne’ye İmam olarak atanmasıdır. Gülen’in açıklamasına göre ‘uzun yıllar Türk Hava Kurumu Başkanlığı yapmış olan eski Milletvekili Mustafa Zeren” devreye girer. Bir gün M. Zeren Edirne Müftülüğünü arar: “Yeğenimin gözlerinde öperim, imtihanı kazandı” sözleriyle torpil müjdesini verir.
Üçüncü torpilli görevi ise askerde istihbaratçı olmasıdır. “Dört ay sonra, Özmutlu’nun araçlığı ile beni de yüksek sürate ayırmışlar. Özmutlu, beni rahat ettirmek için böyle düşünmüş, telsizci olursam, eğitime, içtimaya çıkmam ve rahat ederim diye komutana söylemiş… Böylece yüksek sürate yazıldık. Hâlbuki benim kafamda Genelkurmay’da kalma planı vardı. Orada bir görev istiyordum; fakat olmadı.” İslamcı görünen Gülen’e ordunun ‘laik’ subayları tarafından özel torpilli telsizci olarak istihbarat görevi verilir. Böylelikle ordu içindeki bütün konuşmaları dinleme olanağına sahip olur. Bu görevin sıradan birine verilmeyeceği bilinir. Genelkurmay’da görev alma isteğinin olması da bir başka ilgi çekici noktayı oluşturuyor.

Gülen, Mamak’ta acemi birliğindeyken, Tümen komutanlığında ilk namaz kıldıran imam olarak da tanınır. Hatta kendisinin deyimiyle mescit dahi kurar. “Bir de askerde iken mescit yaptık. Hayatında hiç namaz kılmamış insanlar dahi orada namaza başladılar. 200 kişilik mevcut varsa, yaklaşık 30 kişi devamlı namaz kılar hale gelmişti. Sinema salonunda Cuma namazı kıldırdım, Hutbe de okudum” Din konusunda çok hassas olduğu söylenen Ordu’nun en önemli birliğinde namaz kıldırması, hutbe okutması vaazlar vermesinin Gülen’in etkinliğiyle değil esas olarak ona biçilen görevle ilişkisi olduğu açıktır.

İstihbaratçı Gülen

Gülen, telsiz istihbaratçısı olarak İskenderun’a gider. Her ne kadar, kura çekimi sırasında iki kez üst üste Erzurum çıktığını söylese de peki inandırıcı değil. Bir askere dört kez kura çekimi yaptırılmaz. Üçüncüsünde Diyarbakır’ın çıktığını ama bu kez de subayların gönlünün razı olmadığını söyler. İskenderun’a gelişi ile çok yönlü faaliyetleri eşzamanlı yürür. “Komutanlarla aram iyiydi. Bir de Arif Başçavuş vardı ki, onun himayesini çok gördüm. Beni haber merkezine almıştı. Müstakil kalabileceğim bir şekilde arabayı ayarlamıştı.”

‘Laik’ komutanlarla olan ilişkisi ona özel muamele edilmesini, özel yerde kalmasını sağlayacak özelliktedir. İlginç olan bir başka önemli nokta da, her hafta İskenderun Merkez Camii’nde vaaz vermesidir. Geldiği ikinci hafta vaazlarına başlar, peki bir askerin, gidip camilerde vaaz verebilmesi nasıl mümkün oluyor? Kimler bunu organize ediyor. Kendi söylemine göre, verdiği vaazları dinleyen birçok subay varmış. Gülen nasıl bir görev üslenmiş ki, asker olarak, camilerde imamlık yapabilir. Bunun bir tesadüf olmadığını tersine çok yönlü bir projenin parçası olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Askerdeyken özel görevle Erzurum’da

Gülen, ABD’nin bölgede uyguladığı anti-komünizm stratejisini uygulamak için görevlendirilmiş biri olarak hemen her alanda faaliyetlerini yürütür. Özellikle halkın dini duygularını kullanmaya özel bir önem verir. Kendisine 3 aylık hasta raporu verilir ve Erzurum’a gönderilir. Öncelikli görevi anti-komünist mücadeleyi örgütlemek olarak belirlenir. Asker olarak geldiği Erzurum’da ikinci Komünizmle Mücadele Derneği’ni kurar: “…Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir’de vardı. İkincisi de Erzurum’da bizim gayretlerimizle açılacaktı… Bir arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük getirttik. Derneği kuracaktık. Ben bir vaazdan sonra anons ettim ve gençlerle Caferiye Cami önünde toplandık. Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti. Dernek ve camii işlerinden anlayan bir akrabam vardı. O gelip bize yardım etti, bize yol gösterdi…” Gülen’in söz konusu ettiği bu akrabası kimdi ? Dönemin kontrgerilla örgütleriyle ilişkisi var mıydı ? gibi soruları da not düşmek gerekir.

Maraş Katliamının provası Erzurum’da yapılır!

Gülen dernek kurma görevini yerine getirdikten sonra Erzurum ve çevre illerinde propaganda faaliyetlerine devam eder. Dönemsel olarak provokasyonların devlet kurumları tarafından çok yaygın olarak kullanıldığı, halkın manevi ve dini duygularıyla oynanarak, anti-komünist mücadele stratejisine bir meşruluk kazandırıldığı bir süreçte, Gülen, bir er olmasına rağmen, zamanının önemli bir kesimini bu çalışmalara ayırır. “Yine ikindi vaktiydi. Cemaate ‘yazıklar olsun size! Sizin dininizle, peygamberinizle alay edecekler, siz de kuzu kuzu oturup burada beni dinleyeceksiniz. Onlar ecdadımızın aziz ruhlarıyla eğlenecekler, siz de Müslüman geçineceksiniz’ gibi sözler söyledim. Cemaat birden ayağa kalktı, Ben ‘yok, yok, bizim sokağa dökülmekle işimiz yok, Bu meseleyi başka yoldan haletmek lazım’ falan dediysem de dinletemedim. Yolda iltihaklarda olmuş. Büyük bir kalabalık sinemayı basmış. Hadise tamamen bütün Erzurumlarca benimsenmişti.” Bu provokasyon bir ön hazırlık aşamasını taşıyor. Provokatör ise asker olarak görevlendirilmiş Gülen’in kendisidir. Maraş katliamı sırasında, aynı oyun oynanmış, bir sinema ateşe verilmişti. Gülen bunun tatbikatını Erzurum’da birkaç yıl önce denemiş ve başarılı olduğunu görmüştü.

Üç aylık izin süresi dolar ve hastalık gerekçesiyle bir aylık izin daha alır. Böylece 4 aylık süre Erzurum ve çevresinde çok boyutlu örgütlenmeler yapar. Bir başka gün yine camide ‘Deccal’ı anlatmaya karar verir. Vaaz sırasında “Deccal hakkında ne biliyorsam anlattım. Cami miting meydanına dönmüştü. Cemaat bazen heyecandan ayağa kalkıp oturuyor. Meğer istihbarat erkenden gelip kürsünün etrafını almış ve belki de konuşmaları kaybetmişler. Meğer benim gelip teslim olmam hadiseyi yatıştırmış. Yoksa gaye ikinci Menemen hadisesi çıkartmakmış. Askerlerden bir ikisi ‘vurun şu herifi’ deyince halk bağırıp çağırmaya başlamış, Hava iyice gerginleşmiş. Bunlar olurken ben caminin içindeydim. Çıkıp da teslim olunca yapacakları bir şey kalmadı.” Bu olay toplumsal provokasyonun bir başka deneme alanını oluştururken, camiye gelen askerler, yine bir başka özel görevli askeri tutuklar. Gülen, tutuklandığı anda, hemen tümen komutanına bildirilir. Gülen’e göre Tümen komutanı ‘milliyetçi bir insan’mış. O’na gidenler, “Efendim, bu arkadaş onların dediği gibi değildir, Biz vatanımızı, milletimizi, bayrağımızı ve tarihimizi sevmeyi ondan öğrendik” demişler, ayrıca, “derhal Ankara’ya Genelkurmaya gitmişler ve oradaki bazı paşalarla görüşmüşler.” Gülen’in bu anlatımlarından kontrgerilla ve istihbarat tarafından ne kadar kıymetli biri olduğu anlaşılıyor. Öyle ki sıradan bir asker için Genelkurmay Başkanlığı düzeyinde müdahale edilmesi tesadüf olmasa gerek.

Gülen, Genelkurmayın devreye girmesiyle hemen serbest bırakılır ve İskenderun’da birliğine döner. İskenderun’a gelir gelmez, yine merkez camiinde vaaz verir. Halkın dini duygularını kullanarak tahrik eder ve bir bakıma yeni bir provokasyona hazırlar. “Bu nasıl Müslümanlık, bu otellerin çerçevelerini indirmek lazım gibi şeyler söyledim. Sert konuştum. Askeri elbisenin üzerine cübbe giyilmezken ben böyle bir kıyafetle vaaz veriyordum. Bir başka konuşmamda da ‘devletin nizamı var, polisi var. Polis yapmazsa bu vazifeyi kim yapacak’ diye yine otellerdeki ahlaksızlıkla ilgili bir şeyler söylemiştim.” Erzurum’dan gelir gelmez, hem de asker elbisesi ile vaaz vermek ve halkı provokasyona getirmenin, Gülen’in cesaretinden kaynaklanmadığı bilinir. Böyle rahatça hareket etmesini sağlayan nokta, devletin kontrgerilla güçleriyle olan derin bağlarıdır.

Asker olarak camilerde vaazlarını süreklileştiren Gülen ikinci bir kez tutuklanır. Ancak Genelkurmayın müdahalesiyle hemen serbest bırakılır. “Lehimdeki umumi baskılar mahkeme heyeti üzerinde toplanınca hâkimlerin tavırları değişti. Tümen komutanı ağırlığını koymuştu. Ankara’dan -Genelkurmay bn- ‘mademki milliyetçi bir çocuk, bir meseleden dolayı onu niye bu kadar eziyorsunuz’ mealinde telefon ve telgraf gelmiş. Hiç beklemediğim bir anda, bana küfür yağdıran o binbaşı, elinde çanta, hapishaneye girdi. Daktilosunu da yanında getirmişti. Beni de müdürün odasına aldılar. Daha önce zorla aldıkları ifadeleri bir bir değiştirip, yerine mahzursuz ifadeler yazdılar. Sonunda da, ‘bundan böyle hapishaneye atılmasını gerektiren bir şey yok. Çıkarın dediler..” Genelkurmay’ın, ordu ve tümen komutanlarının devreye girmesi, Gülen’in üstlendiği görevle ilişkilidir. Bu nedenle askeri açından suç görülen hiçbir yasa, kanun Gülen için geçersizdir. Bir asker olarak camilerde ve hatta bazen askeri elbisesinin üzerine cübbe giyerek vaazlar vermek konusunda, sanırım ordu tarihinde tek örnek Gülen’dir. Peki, neden sorusunu sormak gerekir. Genelkurmay, neden Gülen için her defasında devreye girer?

Gülen, Said-i Nursi’nin mezarını ortadan kaldıran general Turan’ın korumasında

Gülen’i koruyan önemli kişilerden biri de dönemin 2. Ordu Komutanı Cemal Tural’dır. Belki de dikkat edilmesi gereken en önemli ilişkilerden biri budur. Gülen şunları söyler: “Cemal Tural o sıralarda 2. Ordu Komutanıydı. Ve hakikaten milliyetçi görünüyordu. Barzani hareketini adım adım takip ediyordu. O günlerde, Güneydoğu’daki bazı evlerde, Barzani’nin resimleri asılıydı. Barzani her an halkı ayaklandırabilir şeklinde şayia vardı. Cemal Tural’a karşı duyduğumuz alaka biraz da Barzani’yi yakın takibe almasından dolayıydı. Şimdi durum ve tutumumuza bakınca bir kere daha şu tuhaflıkların karşısında hayrete düşüyorum. Dünkü şaki bugün eller üstünde.” Gülen’in Erzurum ve çevre illerindeki faaliyetleri çok daha net olarak ortaya çıkıyor. Hedef, Barzani’nin etkisini kırmaya yönelik Türk-İslam çizgisi ekseninde dini faaliyetleri örgütlemektedir. Yani bir bakıma Kürtlerin tasfiye politikasının çok kapsamlı olarak uygulandığını ve Gülen’in de bunun önemli bir parçası olarak işlev gördüğünü ortaya koyuyor. Yakın dönemd sarfettiği ‘Kürtlerin köküne kibrit çalın’ fetvasını nkökeni eski.

Ancak Cemal Tural’ın yaptığı çok önemli bir iş daha var. Tural, Said-i Nursi’nin mezarını yerinde kaldırıp kaybettiren kişidir. Gülen, bunu çok iyi bilir. Ama hiç bahsetmez. Said-i Nursi’nin Kürdi kimliğini çok bilinçli olarak arka planda tutar ve hatta yok sayar. Bu nedenle Gülen’in, Nurcu olduğunu iddia etmesi çok bilinçli bir yalan ve aldatmacadır. Tersine, Said-i Nursi’nin mezarını ortadan kaldıran generale duyduğu saygıyı vurgular. General Cemal Tural, Gülen’in kim olduğunu ve nasıl bir görev üstlendiğini çok iyi bilmekte ve onu bu nedenle korumaktadır.

Gülen, askerliğinin önemli bir kesimini kışlanın dışında yapmıştır. 24 aylık askerliğin yaklaşık olarak 10 ayını farklı şehirlerde camilerde verdiği vaazlar geçirmiş veya komünizmle mücadeleyi örgütlemekle meşgul olmuştur. Bunun için de askerliği 34 gün erken bitirtilmiş. “İkinci bölük komutanı Mahmud Mardin adında bir yüzbaşıydı. Çok sert bir insandı. Meğer o da her zaman gelip beni dinliyormuş. Benim haberim yoktu. Ben disiplinden çıkınca hemen yanıma geldi. ‘Ben seni çok dinledim. Şimdi ben seni evine göndereceğim. Artık askerlik bitti. Ben tezkereni arkandan gönderirim’ dedi… Beni böylece 34 gün evvelinden saldılar, tezkeremi de arkamdan gönderdiler.” Gülen öyle ki, yaşamın her anı torpillerle geçiyor. Konuşmalarında öyle sözler söyler ki, dinleyen acır, üzülür, efkârlanır. Yaşamını öyle çileli anlatır ki, insan hayranlık duyar. Ama yaşamını az çok incelediğimizde bunun böyle olmadığını, bütün yaşamı boyunca devletin önemli güçleri tarafından korunduğunu, sahiplenildiğini görürüz.

Said-i Nursi’yi hiç görmemiş!

Said-i Nursi’ye dair anılarında geçen tek bölüm şudur: “Üstad’dan Erzurum’a bir mektup geldi. ‘Mektup kime hitaben yazılmıştı? Üstad bu mektubu kime dikte ettirmişti?’ hatırlamıyorum. Fakat selam gönderdiği isimler vardı. Sonunda da Fethullah ile Hatem’e de selam deniyordu. Ben adımın zikredildiğini duyunca ayaklarım yerden kesildi zannettim; o kadar sevinmiştim. Hayatımda o derece sevindiğim çok az vakidir. Şimdi o mektup nerdedir, kimdedir, onu da bilmiyorum. Ancak bu bana yetmişti. Sohbetlere gitmeyi bir daha terk etmedim.” Bunun dışında Said-i Nursi için söylediği pek bir şey bulunmaz.

Türkiyenin her yerini istediği gibi dolaşan, gittiği her yerde devlet yönetiçilerinde himaye gören Gülen; Said-i Nursi yaşadığı halde gidip görme ihtiyacı hissetmemişti. Nursi’ye yüksek derecede bağlı olduğununu sıklıkla vurgulamasına, gönderilen bir mektupta kendisine selam söylenmesine rağmen, bir gün huzuruna çıkıp elini öpmemesi oldukça garip ve düşündürücüdür. Peki, neden sorusu gündeme geliyor: Gülen’in, Nursi cemaatinin içerisine devletin bir görevlisi olarak gönderildiğine dair iddialar bu savı doğrular niteliktedir.

Kontrgerilla eğitim kapmalarını kuran Gülen

Gülen, hemen her dönem devlet gizli gücünü arkasında hissetmiştir. Bütün faaliyetlerinde gizli ilişkilerin özel bir rolü var. Örneğin, eğitim kampları olarak anlattığı sürecin, bir bakıma devlet destekli kontrgerilla çalışmalarının bir parçası olduğu çok açıktır. Özellikle 1965-1980 yılları arasında, devletin kontrgerilla güçlerinin, toplum içerisinde anti-komünist propagandayı süreklileştirmek ve sivil faşist ve İslamcı güçleri kullanarak devrimci harekete saldırmak için, askeri ve politik eğitim kampları kurdurduğunu biliyoruz. Gülen bu sürecin çok önemli bir halkasını oluşturmaktadır.

Edremit, Buca, Avcılar, Kızılkeçeli bölgelerinde kurulan ve devlet tarafından da korunan eğitim kamplarında yüzlerce genç eğitime tabi tutuluyordu. Gülen, kampların amacını şu cümlelerle açıklar: “Bir inayet ve bir koruma altında olduğumuz apaçıktı. Umumi teveccüh ekseriyetteydi. Urfa’dan, Diyarbakır’dan bile talebe geliyordu. Komünizmin gemi azıya aldığı bir dönemde ona karşı, hem de böyle nizamı bir mücadele, geleceğin milliyetçi ve maneviyatçı tarihçilerini derin derin düşündürecektir.” Çok açık olarak belirtildiği gibi, bu kamplar, ABD’nin özellikle Ortadoğu ve Asya bölgesinde uygulamaya koyduğu ‘yeşil kuşak’ stratejisinin somutlaşmış biçimi olan ‘komünizmle mücadele’ politikasının Türkiye’de güncelleştirilmesinin bir parçasıdır. MHP’ye bağlı olarak kurulan ama esasen MİT ve CİA tarafından organize edilen ‘Komando Kampları’ gibi Gülen öncülüğünde oluşturulan ‘İslamcı Kampları’ da birer kontrgerilla faaliyetidir.

12 Mart 1971 Askeri darbesi sırasında kısa bir süre tutuklanmasına rağmen, kampların faaliyeti kesintisiz olarak davam etti. “Benim tutuklu olduğum dönemde de, kamp hizmeti devam etmişti. Bu hizmet çok masumdu ve hedefi de gençleri komünizm ve anarşizmden koparmaktı… Ben kaldığımda Avcılarda kalıyordum. İlk sene kapasitemiz azdı. Avcılar’da 50-60 kişi vardı. Diğer iki kampta ise 70-80 kişi bulunuyordu. İkinci ve üçüncü senelerde Avcılar’ın kapasitesi daha da arttırıldı ve ortalama bu kampa 80-100 arasında insan katılabiliyordu.” Peki, bu gücü nereden alabildi. Tutuklu olmasına rağmen, kamp eğitimlerini nasıl örgütledi. Kendi deyimiyle çevresinde çok az kişi kalmasına rağmen, bunu başarması yine devlet destekli bir politikadır. Kamuoyu genelde Türkeş tarafından organize edilen ‘kampları bilir. Gülen’in organize ettiği ve MİT, Ordu ve Hükümet tarafından desteklenen kamplar genelde kamuoyundan gizlendi. MİT ve CIA desteğinde, komünizme karşı mücadeleyi öncelikli görevleri arasında gören Gülen, Türkiye’nin hemen her yerinde örgütlenir. Özel görevi bilinmediğinden dolayı bazen tutuklansa da, Ankara’daki üst düzey dostları vasıtasıyla her defasında ‘paçayı’ kurtarır, dahası. Gülen’in kısa sürelerle cezaevine konulmasının, onu meşrulaştırma ve etki gücünü arttırmanın bir aracı olarak kullanıldığı anlaşılıyor.

Kendisini Hz. Hamza olarak görüyor

Gülen’in bir başka özelliği de muska yapmaktır. “Ben merdivenden çıkarken, bacımız trans halinde imiş. Cinler ona ‘hoca geliyor, fakat biz onun hakkında da geliriz’ diyorlarmış. Kapıyı çaldım. Arkadaşım beni karşısında görünce şaşırdı. Tabii ki, onun böyle şaşırmasının sebebini ben daha sonra anlayacaktım… ‘Bu dua mecmuasını bacımız üzerinde taşısın, mutlaka faydası olur, cinler yayına sokulamazlar’ dedim… Sonra trans halindeki bacımız, ‘nasıl, Hz. Hamza geldi diye kaçıyorsunuz değil mi?’ diye bağırmaya başlamış.” Gülen’ın insanların psikolojik sorunlarını muskalarla çözmesi bir yana, anlattığı uyduruk hikâyeden görüleceği gibi müthiş bir egoizmi ve kendini beğenmişlik duygusu var. Trans halindeki kadın, Gülen’i Hz. Hamza ile eş değer görüyor. Vaaz sırasında hıçkırarak ağlaması, kendisini sıradan zavallı göstermesinin arka planında büyük bir beğenmişlik, bencillik vardır. Dikkat edilirse yaşamına ait anlattığı bütün anılarında, kendisini sürekli Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali gibi İslam büyükleriyle kıyaslar, onlarla eş değer görür.

Tüccarlarla özel ilişkisi var

Gülen bütün yaşamı boyunca ticaretle, parayla çok iç içe olmuştur. Ailesinin zenginliğini bir yana bırakırsak, gittiği bölgelerde devlet yöneticileriyle bağlar kurarken, aynı zamanda tüccarlarıyla, zengin eşrafıyla da yakın bağlar kurar. Yaptığı örgütlemede onları özel olarak değerlendirir. Özellikle anti-komünist mücadele stratejisine bağlı olarak kurdukları kampların bütün masraflarını bölgenin zenginlerine ödettirir. Bu bakımdan İzmir’de, Kestane pazarını kendisine mesken seçmesi de bilinçli bir tercihidir. Burası aynı zamanda ekonomik bir merkezdir. Tüccarların ve işadamların yoğun olduğu Kestanepazarı, Gülen’in ilişkilerinde önemli bir yer tutar. Örneğin Kamp kurmak için Ankara’da topladığı 3 bin liralık bonoyu, Kestanepazarında paraya çevirir.

Askeri darbeleri destekleyen Gülen

Ordu ile stratejik bir ittifak içinde olan Gülen, hem 12 Mart 1971, hem de 12 Eylül 1980 askeri darbesini çok aktif bir tarzda destekledi.

Örneğin, 12 Mart 1971 askeri darbesini desteklemek için vermiş olduğu bir vaaz da, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan için dini merasim yapılmasını dahi eleştirmektedir: “Deniz Gezmiş’ler, ömürleri boyunca dine, Allah’a, mukaddesata küfrediyor, sonra da devlete baş kaldırınca öldürülüyor. Ama sonra da dini merasimle gömülüyor. Bu ne perhiz, ne lahana turşusu?” 1971 Askeri darbesinde aranır durumda görünmesine rağmen askeri darbeyi çok açık destekler ve generallerin ‘süngüleri’ çekmek zorunda kaldığını söyler.

Haziran 1980’de yani askeri darbeden yaklaşık olarak 3 ay önce, İzmir’de camide verdiği vaazda, darbe çağrısı yapar: “İstihbarat duysun, emniyet duysun, askeriye duysun, başbakan duysun, riyaset-i cumhuriyet duysun. Polise, askere kurşun sıkan bu hainlere mahkemelerde gereken ceza verilmezse ne devlet kalır, ne millet… Bu nasıl iştir!.. Türkiye’de devlet ve hükümet yok mu? Ne oldu askere? Polisler Nerede? Marks’ın bayrağı altında mitingler yapıyorlar ve bunlara müdahale eden çıkmıyor! Aslında bunlar askeri de karşılarına almışlardır.”

12 Eylül 1980 darbesinden sonra yine bir camii vaazında yapmış olduğu ve daha sonra ‘Sızıntı’ dergisinde yayınlanan konuşmasında şunları söyler: ”Her milletin tarihinde asker bir tepe varlıktır (…) bir de anadan doğma asker-millet vardır. o, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Âşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya (…) onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük… Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam… Düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. içtimai bünyenin, harici bir kısım eraciften temizlenme, arındırılma ve aslına irca zaferi (…) ümidimizin tükendiği yerde, hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihalerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.”

12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, afişlerle aranan Gülen, İzmir’de camilerde darbeyi desteklemek için vaazlar verir. Dönemin Milli Güvenlik Konseyi Sekreteri Haydar Saltık’ın koruması altında, faşist darbeyi desteklemek için görevini sürdürmüştür.

Gülen’in stratejisi devleti içten ele geçirmek

Gülen Cemaati’nin uzun yıllara dayanan örgütlenme stratejisinin özü; devleti içerde ele geçirecek kadroların yetiştirilmesidir. 14 Aralık Operasyon’unda Zaman gazetesi ve Çağlayan Adliyesi’nin önüne giderek Cemaatin gösterdiği reaksiyonu yakından izledim. Gülen, diğer Cemaatlerin yaptığı gibi mahallelerde, camiilerde, sokaklarda örgütlenmekten çok devlet kurumlarında örgütlenecek elit kadrolara önem verdiği anlaşılıyor. Cemaatin seçimlerde istenilen düzeyde başarılı olmamasının temel nedeni, geçmişten beri izlemiş olduğu örgütlenme stratejisiyle ilişkilidir. Toplumun alt katmanlarından örgütlenmeyi ön planda tutmadı. Bütün dikkatini devletin hücrelerine kadar örgütlenecek olan kadroların eğitilmesine/yetiştirilmesine verdi. Bu çalışmada oldukça başarılı oldu.

Gülen hareketinin izlediği politika’da devlet ve devleti içten ele geçirme esaslı bir durumu teşkil eder. Gülen’in yıllar önce söyledikleri, bugünkü durumu özetler niteliktedir: “Adliyede, Mülkiyede veya başka bir hayati müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti, öyle ferdi mecburiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim ünitelerde bizim garantilerimizdir. İstikbale yürümek için, sistemin püf noktalarını keşfedin. Hatta bu sistem devam ediyor. Bu sistem içerisinde arkadaşlarımız istikbale yürüyeceklerdir. Öyleyse o sistemin püf noktalarını bilmemiz lazım. Aşmaları lazım. Bu da meselenin diğer bir yanıdır. Kuvvet dengesi olmadığı bir yerde kuvvete başvurmayacaksınız. Teknik-taktik yerinde sizin kalbiniz önemli… İster mülkiyede çalışan arkadaşlarımız olsun, ister Adliyede çalışan arkadaşlarımız olsun herkes için söz konusudur bu. Sivrilmeden, mevcudiyetinizi hissettirmeden çok ilerilere gitme. Erken vuruş diyeceğim çıkışlar yapılırsa, dünya Cezayir’deki gibi başlarını ezer. Zayiata meydan verilmemeli. Bu açıdan ister o daireden ister diğer daireden arkadaşlarımızın korunması çok önemlidir.

Fakat ben kuvvet dengesi olmadığı için şahsen o yol yerine, böyle kendi düşüncemi yayma, kendi düşünce sistemim adına varlığı, her tarafı fethetme, ele geçirme yolunu şahsen tercih ederim, Hususiyetle öyle devlet memuru olarak arkadaşlarımız kahramanlık yapmazlar, fuzuli kahramanlık olur. Gereği yoktur o tür şeylerin… Başka kuvvetler var bu ülkede. Değişik kuvvetleri hesap ederek, böyle dengeli, dikkatli, tedbirli temkinli yürütmekte yarar var ki geriye adım atmayalım….

Anayasal müesseslerdeki kuvveti cephenize çekmeden her adım erken. Kirama ereceğiniz ana kadar dünyayı sırtınıza alıp, taşıyabilecek güce ulaşacak ana kadar, o kuvveti temsil edeceğiniz şeyler elinizden olacağı ana kadar, Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseslerdeki kuvveti cephenize çekeceğiniz ana kadar her adım erken sayılır…” İslamcı hareketin devlet içerisinde örgütlenerek iktidarı ele geçirme stratejisinin en iyi uygulayıcılarından Gülen, Erdoğan ile girdiği iktidar mücadelesinde tahmin edilenden daha güçlü bir konumda bulunuyor.
Gülen Cemaati’nin örgütlenmesini öncelikli olarak tamamladığı alanlar:

• Polis/Emniyet Genel Müdürlüğü
• Adalet Bakanlığı
• Milli Eğitim Bakanlığı
• Maliye ve Ekonomi Bakanlığı
• Ordu/Genel Kurmay Başkanlığı

Ayrıca Sağlık, Ulaştırma, Bayındırlık, Tarım ve Kültür Bakanlıklarına ait bütün genel müdürlüklerin, bölge ve il müdürlüklerinin çok önemli bir kısmına Gülen cemaatine yakın isimler atandı. Bu atamaların tamamı Erdoğan’ın bilgisi ve onayı ile gerçekleştirildi. Daha önce ‘Gülen’in Emniyetteki Polisleri’ isimle makalemde yaklaşık olarak 54 emniyet amirinin isimlerini yazmıştım. 985-1987 yılları arasında Gülen tarafından özel olarak eğitilen 60 kişilik bir grubun polis akademesine, yaklaşık 50 kişilik bir grubun da Harp Akademileri Okuluna girmesi sağlandı. Emniyet Müdürlüğü’ndeki isimlerin bir kısmı deşifre edilmesine rağmen önemli bir kısmı görevde bulunuyor. Ordudaki ekip ise ‘uyuyan hücreler’ olarak varlıklarını olduğu gibi koruyorlar. Bunların önemli bir kısmının kurbay albay, tuğgeneral veya tümgeneral rütbesine oldukları tahmin ediliyor.

Cemaat devlet içerisindeki kurumsal yapısını tamamlamak için önceliği AKP ile ittifaka verdi. Böylelikle Kemalist generalleri önemli oranda tasfiye etti. AKP’ye her dediğini yaptıran Gülen Cemaati, uluslar arası dengeleri de gözeterek Erdoğan’ın tasfiye edilmesini öncelikli olarak önplana çıkarttı. “Kuvvet dengesi olmadığı bir yerde kuvvete başvurmayacaksınız” yerine bu kez ‘ kuvvet dengesinin değiştirilmesi” noktasına gelindiğine karar verildi. “Sivrilmeden, mevcudiyetinizi hissettirmeden çok ilerilere gitme” sürecinin tamamlanarak devlet içerisinde güç dengelerinin esasen kendi lehine dönüştüğünden emin olarak, bu kez İslamcı güçler arasındaki ‘ikili iktidar’ yerine bütünüyle cemaate endeksli ‘tek merkezli iktidar’ planı uygulanmaya konuldu. Yıllarca birlikte çalıştıkları Erdoğan ve AKP’yi çok yakın takibe alarak bütün zaaflarını tespit edip saldırdı. AKP kadrolarının özellikle rüşvet ve yolsuzlarını kontrol altına alarak baştılan operasyon, Erdoğan ve ekibinin tasfiyesine veya etkisizleştirilmesine yönelik bir hamle olarak ön plana çıktı. Bu bakımdan Erdoğan ile Gülen arasındaki iktidar savaşı kesintisizce devam edecek. Erdoğan bütün olanaklarıyla Cemaate saldırıp, iktidar içerisindeki gücünü kırmaya yönelmiş bulunsa da, Cemaat’ı ciddi oranda geriletemedi. Tersine Erdoğan’ın etrafını kuşatan ve yönlendiren ekibin içerisinde halen Gülen’in talimatıyla hareket edenler var.

Gülen’in istihbarat örgütleriyle olan ilişkisi kamuoyuna açıklanmalı

Gülen’in yaşamı tahmin edildiğinden çok daha karmaşık ve karanlıktır. Kozmik odalarda gizlenen Gülen’e ait çok sayıda ve son derece önemli olan bilgiler ve belgeler vardır. Örneğin Gülen’in CİA ile çalıştığına dair ciddi iddialar bulunuyor.1970’lı yıllarda Gülen’in adına açılan özel banka hesapları var mıdır? CİA veya benzeri bir ABD kurumundan düzenli olarak para aktarıldı mı? 1965’lerden bu yana Gülen’i Genelkurmayda özel olarak koruyan generaller oldu mu? Gülen, Amerika’da süresiz oturum almak için hazırlattığı dosyada ne tür çok özel bilgiler bulunuyor. Bütün bunların açığa çıkartılmadan küresel güçlerin desteğiyle büyüyen Gülen ve cemaatini deşifre etmek oldukça zordur.

Gülen cemaatiyle çatışmalı olan ve fiilen iktidar savaşına tutuşan AKP hükümetinin Gülen’in geçmiş yıllarını deşifre etmeye gücü yetmez. Devletin başında bulunan Erdoğan’ın ve yakın arkadaşım dediği MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın da gücü yetmez. Devlet adına yapılmış onlarca provokasyonun ve katliamın birçoğunun izi Gülen’in kapısına çıkar. Geçmiş yıllara ait arşivleri açabilirler ama açmaya hiçbir şekilde cesaret edemezler. Özel Harp Dairesi ve Genelkurmay Başkanlığı İstihbar Dairesi ile olan derin ilişkilerinin bütün belgeleri, CİA ile olan özel bağlantıları, yer aldığı provokasyonların tamamı MİT’in dosyalarındadır. İktidar olduğunu söyleyen İslamcı hükümet, hiçbir şeyin karanlıkta kalmasını istemiyorsa, öncelikle açması gereken Gülen dosyasıdır.

Bu dosyalar açıldığında bu kez, ‘ne istedinde vermedik’ diyen cumhurbaşkanına çok özel sorular gelecektir. Bu bakımdan AKP ile Cemaat arasındaki savaşın sınırları her iki taraf için de devletin ‘derin’ sınırlarına dayanıp durur.

NOT: Bu yazı Haziran 2010 tarihinden kaleme alınmıştı. AKP-Cemaat ittifakında Gülen’in ‘bilinmeyen’ özelliklerine dikkat çekmiştim. Mevcut politik gelişmeler AKP-Cemaat çatışmasında Gülen’in elde ettiği gücün arka planını yeniden sorgulamamıza yol açtı. Bu nedenle yazıyı bugünkü gelişmeler çerçevesinde günceleyerek yayınlıyorum.

______________________

[email protected]

1608710cookie-checkGülen’in gücünün sırrı

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.