GÖL HİKAYELERİ: HAYTA YILLAR

RECEP MEŞE – İznik gölünün kuzey yakasındaki dağ yamacına konumlanmış bu göl köyünde sıcak bir temmuz sabahıydı… Kuşluk vakti… Güneş bir adam boyu yükselmiş, köylüler için gün çoktan başlamıştı. Hayvanlar sağılıp keçiler-koyunlar davarlara katılmış, hanelerin inekleri sığırtmaça teslim edilip dağa yollanmıştı.

    Öte yandan eli iş tutanlar zeytin bahçelerine dağılmış sulama, ilaçlama, çift sürme gibi günlük işlerine koyulmuşlardı.

    Cemil de sabah erkenden küfelere hayvan dışkısı doldurup eşeğe sarmış, iki eşek yükünü yakın bahçeye taşıyarak zeytinlerin dibine gübre niyetine dökmüş, bugünün işini tamamlamıştı.

    Evden dışarı çıkmadan önce aynada kendini kontrol etti. Bir hafta kadar önce köyün berberine kafasını alabros tıraşı ettirmiş, günlerdir saçlarına sürdüğü oksijenli su etkisini göstererek ön kısmını sarartmış, öndeki perçemi yukarı doğru kıvırıp lüle yaparak saçına ilginç bir hava verdirmişti.

    Her aynaya bakışında bıyıklarının belirginleşmeye başladığını ancak onun istediği kadar henüz uzamadığını fark ediyordu. Aynayı da alıp evin çatısına çıkarak soba borularından parmakla kurum alıp özenle bıyıklarına sürerek daha da belirginleştirdi. Bunu arada bir yapıyordu.

    Üzerine vücut hatlarını belli eden dar, mavi bir tişört giydikten sonra tokyo terliklerini ayağına geçirip kırçıllı kumaştan pantolonun paçalarını iki kat kıvırarak kendine bir imaj yarattığını sandığı bu garabet görüntüsüyle sokağa çıktı.

    Nereye gideceğini bilmiyordu. Köyün neresine gidilirdi ki?

    İstediği kızın evinin önünden geçti ama onu göremedi. Oradan Derebahçe’ye geçti. Cuma vakti kaçıp vakit geçirdiği yerdi burası. Oradan da yön değiştirip caminin yanından kahvehanelerin önüne indi.

    Cemil, lisede okurken bir boşluğa düşüp ikinci sınıftan ayrılmıştı. Nedense okumaya hevesi kalmamış, tahsile olan inancını yitirmişti. Ne olacaktı okuyup da. Aslında kendine itiraf edemiyordu ama dersler zor geliyor, enim konum üşeniyordu okumaya.

    Mallarına güveniyordu zahar. Zeytinlikleri, bağ, bahçeleri ile bir gelecek kurulabilirdi nasılsa. Şimdiden onlarla ilgilenmesi yeterliydi.

     İyi tarafından bakıldığında kitap okumayı seviyordu. Çizgi romanları Tom Miks, Teksas ile başlayan okuma serüveni hikâye ve romanlara kadar uzanmıştı. Aslında onun kitap okuması hiç de kötü değildi. Ancak şeytan, zibidi işleri bunlar diyordu babası ve anlaşmaları, uzlaşmaları mümkün görünmüyordu.

    Hiç bir şeyden tatmin olmuyor, bu köy ona dar geliyor, köye sığamıyordu. Hiç bir şey yetmiyordu ona. Aşırılıkların peşindeydi hep. Geçen gün bir arkadaşıyla gölde yüzerken o tatlı suda tehlikeli şekilde bir hayli açılmışlar, öyle ki gölün iki yakası aynı uzaklıkta göründüğünde korkup geri dönmüşler, enerjileri iyice tükenip kıyıya kendilerini zor atmışlardı.

     Kahvelerin önüne geldiğinde fazla insan yoktu bugün. Demek ki herkes işinde, gücündeydi. Sadece tekaüt edilmiş bir kaç ihtiyardan oluşan bir grup çınarın altında gölgede tahta sandalyelere oturmuşlardı.

    Köşedeki ağaçtan elektrik direğinin dibinde bir müddet dikildi. Tek tük insanlar gelip geçiyor, arada bir arabalar gelip gidiyordu. Arabalara bakıp, başka kasabalara, şehirlere gitme arzusuyla hayallere dalıyordu.

    Durduğu yerden çınarın altına, ihtiyarlara doğru yürüdü. Onu henüz kahvelere sokmadıkları için taş duvara oturup ayaklarını sarkıttı. Ayaklarını sallarken ihtiyarlara kulak verdi. Goygoy yapıyorlardı. O günlerde insanlık Ay’a ayak basmıştı, İçlerinden Arnavut olanı:

    “Yok be yav, olur mu hiç?” diyor,Öteki Yörük olanı da onu tasdikliyor,

    “İmkânsız.” diyordu.

    Bir diğeri de

    “Mübareğe çıkılır mı, çarpılırlar onlar orda.” dedi.

    Bu boş konuşmalardan sıkıldı. Yola atlayıp oradan ayrılırken ihtiyarın biri arkadan:

    “Hey be! Bak görüyonuz mu? Zalimden âlim, âlimden zalim doğar.” dedi. Duymuştu lakin duymazlıktan geldi. Babasını âlim, onu zalim diye nitelendirmişlerdi. O an içerlemiş hatta kızmış, ancak sonradan bu lafa takılmamıştı. “Cahiller!” dedi içinden. Tekrar kitaplarına sığınmak üzere eve döndü. Okumaya, sihirli sayfaları çevirmeye devam etti 

    Akşamüstüne doğru kahvelerin önünü bir defa daha kolaçan etti. Yukarı dağ köyünde bir kurt öldürmüşler, derisini yüzüp içi boş deriyi onların köyüne getirmişlerdi. Koca koca adamlar kurdun derisini çarmıha gerer gibi üç oduna çivilediler ve köyün üst başına yerleştirdiler. Kurdun başı ve sivri dişleri hâlâ duruyordu. Akşam dağdan dönen davarların köpeklerini test edeceklerdi. İddialara bile girilmişti. Tantanayı o da seyretmeye karar verdi. Ne de olsa köyde rutin dışı bir olaydı bu.

    Sürüler tek tek köye dönmeye başladılar. Herkes saklandı. Onun da saklanması için uyardılar.

    Yaklaşan sürülerin köpekleri daha uzaktan kurdu fark ettikçe birer ikişer kirişi kırıyor, yolunu değiştiriyor, bahçeliklere dalarak kaçışıyorlardı.

    Sadece biri, daha yukarıdan kurdu fark eder etmez direkt kurdun üzerine yürüdü ve saldırdı. Adeta deriyi parçaladı.

    Beyaz bir çoban köpeğiydi. Adı Pamuktu. Hacı Ramo’nundu. İddiayı o kazandı.

    Cemil köpeğin cesaretine hayran kalmıştı.

    O akşam yatsı üzeri istediği kızın evinin ikinci katının penceresinin altına geldiğinde kız da onu camda, tül perdenin arkasında bekliyordu. Kız pencereyi açtı. Boşnak kızıydı,

    “Kakosi dobra?” (Nasılsın iyi misin) dedi ona.

    “Dobra, kakosi ti? (İyiyim, sen nasılsın) diye cevapladı kız.

    “Dobra.” dedi o da.

    Muhacirdi ve Boşnakçası o kadardı, Türkçe devam ettiler sonrasında.

    “Bahçeye in!” dedi.

    “Nema!” (Olmaz) dedi kız.

     Epey konuştular. Yolda uzakta birilerinin geldiğini görünce konuşmayı bitirdiler. Kızla gündüzleri karşıdan karşıya bakışabiliyor ve işaretleşiyorlar ancak geceleri böyle, tehlikeyi göze alarak pencere altından konuşabiliyorlardı. Kız annesini uyutuyor ama ya babası. Geceleri kahvehanede oluyor ancak eve erken gelmesi durumunda yakalanma riski ile karşı karşıyaydılar. Nitekim bir gece kızın dayısı yan evden çıkarak onu kovalamış, bahçedeki iki metre uzunluğunda kireç kuyusu karşısına çıkınca nasıl bir uzun atlamayla kuyuyu atladığına kendisi de şaşırmıştı.

    Gece geç vakit bir grup arkadaşıyla sokaklarda köy turuna çıktıklarında kızın evinin yanından bir daha geçerken kız duysun diye “Arkadaşlar gürültülü geçelim.” diye uyarınca seslerini yükselttiler. Kız cama tekrar çıkıp bu sefer tülün arkasından bakmakla yetindi.

    Köyde enteresan şeyler de oluyordu.

    Cemil bir cuma günü babasından kaçamayıp cuma namazına gitti. İlk dört rekât kılındıktan sonra hoca minbere çıkıp o günkü rutin hutbesini okudu. Hutbe bittikten sonra hutbe dışı söyleyecekleri vardı.

    Köyün helaları kahvelerin hemen altındaydı. Üç kabini vardı. Tahtadan kapıları alttan yüksek, üstten alçak yani eğilsen alttan, başını uzatsan üstten hacetini gidereni görebilirdin.

    O zamanlar alafranga tuvalet pek bilinmezdi. Onu bırak helaların taşı bile olmayıp ayak koyma yerleri ve kuburu (deliği) çimentodan yapılmıştı. Sular devamlı akar, kurnanın altında bir maşrapa durur, tuvalet kâğıdı falan hak getireydi.

    Muhtar helalardan yana dertliydi. Millet helaları çok pisliyordu.

    Haftada bir yıkatıyor ama başa çıkamıyordu. Bir helacı koyup küçük 10 büyük 25 kuruş dese bu köyde olmazdı. “Helaları temiz tutun” diye bir tabela yazdıracak olsa, kasabada ve bu civarda yazacak kimse bulamazdı.

    Ama kolayı vardı, ezana giden imamı çevirip:

    “Hocam, şu helaların halini sen de görüyorsun, şu cemaate iki çift laf söyle!” demiş,

    İmam da:

    “Tamam.” demişti.

    Bu konuya değinecekti. Önce sakince tuvalet adabı ve muaşeret kurallarını saydı. Helaya paçalar sıvalı, sol ayakla girip, sağ ayakla çıkılması, ayakta küçük su dökülmemesi, içerde bir şey yenilmemesi, konuşulmaması, taharetin sol elle yapılması gerektiğini anlattı. Sesi gittikçe yükselmeye başlamıştı. Asıl konuya geldi.

    “Helaları temiz tutun! Girerken nasıl görmek istiyorsanız öyle bırakın! Helaları bok götürüyor!” deyip cemaati azarladı.

    Cemaat başını öne eğdi.

    O günlerde Amerikalılar aya ayak basmıştı. Buna istinaden hoca kendini tutamayarak

    “Be mübarekler, elin gavuru buradan taa ayı bulduruyor, siz kıçınızın altındaki bir karış deliği bulduramıyorsunuz.” deyiverdi. Doz biraz kaçmıştı ama bu millet böyle anlar demişti herhalde.

    Faydası olmuştu. O günden sonra helalar bir hayli temiz kalmıştı.

    Ertesi günü erkenden Ilıcaya gitti. O gece cünüp olmuştu. Ilıca köye bir kilometre mesafede, göl boyuna yakın, kayanın dibinden kaynayan sıcak suyu ile tarla büyüklüğünde bir bir göldür. Köylü içinde yıkanır, yüzer, kadınlar kenarında halı, çul, pılı-pırtı yıkarlar.

    Ilıca sabahları sakindir. İnsan olmaz pek. Üç ağzına, üç de burnuna su alıp üç kere suya dalıp çıkarak gusül abdestini alarak berrak suda yıkandı ve cünüplükten kurtuldu. Biraz yüzdükten sonra su içindeki bir kayanın üstüne oturup gözleri suya daldı. Başından, kaşlarından şıp şıp sular damlıyordu.

    Öyle berraktır ki su, dipteki taş ve kayalar ayan görünür aynı zamanda da büyüteç gibi büyütür, kendi bedenini şişman gösterir.

    Vücudundaki ve ellerindeki yara izlerine baktı.

    Çoğu insanın bedeninde geçmişten kalma yara izleri vardır. Onda, dört taneydi ve hepsi de çocukluğundan kalmaydı.

    Birisi, dağda odun keserken olduydu. Baltayı hesapsız sallamış, baltanın keskin yüzü dizinin altına girmişti. Dağdan kan revan içinde dönmüştü köye. Bir diğerinde Çonga’daki bağlıkta asma kazığı sivriltirken, keser elinin kabasına girmiş, ötekinde domates toplarken, yine hesapsız bir eğilmenin sonucunda domates sırığının sivri tepesi kaşının altına, tam gözünün kenarına girmişti. Dördüncüsünde köpekle oynuyordu, oyun oynamayı bıraktı diye köpek kızıp dişini elinin kabasına geçirdiydi,

    Hemen herkes düşe-kalka, yaralana-berelene büyür, öğrenir, tecrübe kazanır.

    Hepsinin izleri duruyordur.

    Yara izleri, hayat yolculukları hakkında böyle hikâyeler anlatır bize. Geçmişin tanıklarıdırlar. Anıların izleridirler.

    Bedenin kanının aktığında korkulan, acılarını hala unutmadığı tecrübelerin kaynağıdır.

    Bugüne kadar onlar taşındı. Hücreler yenileyerek onları kapatsa da, izleri kalacak ve onlarla mezara gidilecek.

    Peki ya dil yarası. Ya gönül yarası? Ya da kalp yarası? Kalpler açılabilse izleri görülebilir miydi acaba?

    Ya beyinlerdeki travma izleri? Ya ruhların yaralarının izleri?

    Pandora kutusu, insan.

    Tekrar kendini suya bırakıp nefesini tutarak dipten yüzdü.

    Akşamdan arkadaşlarıyla anlaştılar. Köyden, beş-altı yeni yetme avare genç, yağmurlu günlerin aylaklığında Bursa’ya, şehirlerine gezmeye gideceklerdi. Köyde gidecek hiçbir yer yoktu. Aynı yaştaki arkadaşlar bir araya toplanır, mahalle ve sokaklarında topluca yürürler, bazen köyün çevresini de köyün içine katarlar, bahçe yollarını ve zeytinlikleri arşınlarlardı.

    Arada bir düğün olunca gençler müthiş bir değişiklik yaşarlardı. Düğünler iki gün, üç gün sürer, Bursa’dan çalgıcılar, çengiler, köçekler getirilir, kadınlara ayrı erkeklere ayrı cemiyetler yapılır, millet oynamaya doyar, erkekler içkiyle sarhoş olurlar, silahlar patlar, gençler bazen aralarında ya kız yüzünden ya da oyun havası yüzünden kavgaya tutuşurlardı.

    Gece yatmadan önce terasın balkonuna çıkıp sessizlik içinde köyün zayıf ışıkları altındaki görüntüsüne baktı. Köy uykuya dalmıştı. Ayın parıltısı göle vurmuş, karşıki köylerin ışıkları göle yansıyordu. Yan evin gölü gören penceresinde Pala Ömer cigarasını içiyordu yine.

    Cemil iki elini şaklatır gibi özel bir ses çıkararak leylek taklidi yapınca Bayramoğlu’nun kahvesinin üstünde yuvası olan leyleklerden lak lak sesi olarak cevap geldi. Ardından iki elini ağzına koyarak baykuş sesi çıkardı. Bir baykuşun cevap vermesi gecikmedi. Cemil bazı akşamları bunu yapardı.

   O gün Bursa’da değişik bir gün yaşayacaklarını umut ediyorlardı. Şehre iner inmez o malum yere , “Kerhaneye” gittiler. Fakat yaşları tam olarak tutmadığından hiç birini içeri almadılar. Zaten bir halt edecekleri yoktu ya, hiç değilse evlerin kapılarından göz banyosu yapacaklardı.

    Genelevin kapısından dönüp şehir merkezine yöneldiler. Heykel-Ulucami arasını gidip gelerek adeta caddeyi karışladılar. Sonra rotayı Tophane’ye çevirdiler.

    Tophane, bambaşkaydı. Yüksekçe bir yerde bulunuyor, buradan şehrin büyük bir bölümü seyredilebiliyordu.

    İşte olay tam da burada oldu. Gençler oradayken genç bir kadın Tophane’ye giriş yaptı. Seyir yerine doğru ağır ağır yürüyordu. Yüzü üzüntülü, acı ve endişe kaplıydı. Yürürken biraz yalpalıyordu sanki.

    Gençlerin gözleri birer fener gibi kadını takip etti. Kadın gelip gençlere yakın bir yerde, seyir parmaklıklarının sağ yanında durdu. Uzaklara bakıyor, ama aynı zamanda hiç bir şey görmüyor gibiydi.

    Gençler bu ayrıntıların pek farkında değildi. Onlar, ağlarına bir av düştü gözüyle bakıyorlardı. Gene de kadın sağlıklı ve dik duruşlu olaydı yaklaşmaya cesaret edemezlerdi ya, kadının düşkün hali onları cesaretlendirmiş olmalıydı.

    Hani bir planları da yoktu. Olay spontaneydi. Ne yapabilirlerdi ki? Kadının öyle davetkâr davranışları da yoktu. Belki biraz kadına yaklaşmak, onunla konuşmak hatta sohbet etmek, masumane istekleri olabilirdi.

    Kendi içlerinde konuşmalar yaptılar. Sonra Cemil cesaret edip kadına yaklaştı, laf attı. Kadın hiç bir tepki vermedi. Konuşmaya devam etti ama kadın hiçbir şey duymuyordu sanki. Bir ara fersiz gözlerle dönüp Cemil’e baktı. Cemil bu bakışlardan korkmuş, kadında bir şeyler gizli olduğunu hissetmişti. Konuşmasını müşfik bir perdeden devam ettirdi lakin nafileydi. Cemil’in hiçbir sözü hedefine ulaşmıyor, lafları yerlere dökülüyordu.

    Çaresiz diğer gençlerin yanına döndü. Bu kez başka bir genç cesaretini toplayıp şansını denedi. Köyündeki zeytinliklerinden, zenginliğinden söz ederek kadını tavlamaya çalıştı. Fakat o da bir sonuç alamadı.

    Cemil bir daha gitti. Bu sefer, iyice alt perdeden, onu anlamaya yönelik, yardımcı olmak niyetini öne sürerek tekrar konuşmak istediğini belirtti.

    Kadın ona döndü. Gözleri bu kez buğuluydu.

    “Ben intihar ettim, ben öleceğim.” dedi. Sonra yine uzaklara daldı gözleri.

    Cemil buz kesildi. Diğerlerinin yanına dönüp kadının dediğini fısıldadı onlara. Hepsini bir korku kapladı. Usulca kirişi kırdılar. Tophane’den aşağı, o yarı uçurum, yarı yokuş çalılıklardan aşağı yola doğru topukladılar. Ayakları kıçlarına vuruyordu.

    Ya kadına bir şey olursa, ya üstlerine kalırsa diye çok korktular. O çalılıkların arasındaki patikalardan yola inmeleri bir anda oldu. Yolu geçip Fomara’ya, oradan da garajlara inip kasabaya giden minibüslerine oturdular.

    Köylerine dönüp, kendi küçük dünyalarına sığındılar.

    Eylül ayı, havalar hâlâ çok sıcaktı. Öğleden sonra can sıkıntısından terasta otururken kahvenin üstündeki leyleklerden biri olmalıydı, havalanmış, köyün üstünde daire çizerek dönüyordu. Biraz sonra başka leylekler de katılmaya başladı bu tavafa. Bir saat sonra onlarca leylek toplandı havada, İçlerinden biri -ki muhtemelen ilk havalanan olmalıydı- başı çekmesiyle güneye doğru hüzünlü bir şekilde yolculuğa başladılar. Demek ki göç vakti gelmişti.   

    Kasabaya yeni lise açılmış bu sene ikinci sınıflar öğrenim görecekti.

    Cemil, beyhude geçen şu yılların ardından hedefsiz, hayta hayattan sıkılmış, bu başıboş, apaş, serseri yaşantının ona göre olmadığının farkına varmıştı. Ani bir kararla tekrar liseye yazılmak üzere kasabanın yolunu tuttu. 

 

 

2590500cookie-checkGÖL HİKAYELERİ: HAYTA YILLAR

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.