Hiç bir vakit tam karanlık değildir gece…

Hiç bir vakit tam karanlık değil gece
Kendimde denemişim ben
Kulak ver dinle
Her acının sonunda
Açık bir pencere vardır
Aydınlık bir pencere…

PAUL ELUARD…

Zülfü Livaneli’nin “Ey Özgürlük” şarkısı ile tanıdığımız

“Sırama, ağaçlara
Kumlara kar üstüne
Yazarım adını
Okunmuş yapraklara
Bembeyaz sayfalara
Taş, kan, kağıt, kül veya
Yazarım adını
Bir tek sözün şevkiyle
Dönüyorum hayata
Senin için doğmuşum
Seni haykırmaya
Ey Özgürlük”

dizelerinin yazarı Paul Eluard’ın umuda ve özgürlüğe dair sözleridir bunlar… Söylenecek ne varsa söylemiştir aslında  bu dizelerde Eluard; ama ben yine de bugün biraz daha umuttan biraz daha özgürlükten, yaşama sevincinden bahsetmek istiyorum sizlere; bu duygulara en çok ihtiyacımız olduğu şu günlerde…

Bu amaçla aktaracağım iki olay olacak, böylece her şeye rağmen yaşama tutunmanın, umut etmenin ne kadar önemli olduğunu ifade etmeye çalışacağım…

İlk hikayem, depremde göçük altında kalan bir arkadaştan bu sabah dinlemiş olduğum gerçek bir hikayedir; Bu satırları aktardığım için umarım arkadaşım bana darılmaz; bunu onun hala nasıl umut taşıyabildiğini, yaşamı sevebildiğini, buna ihtiyacı olan başka insanlar için onun bu deneyiminin ne anlama geleceğini fark ettiğinde beni anlayacağını umarak yapıyorum…

Ağustos depreminin olduğu gece, annesi, babası, ağabeyi ve iki kız kardeşi ile Gölcük’te beş katlı bir apartmanda bulunuyorlar o sırada… Arkadaşım gece çok huzursuz, önce erken yatmaya karar veriyor, sonra uykusu kaçıyor, kalkıyor ve balkonda hala sohbet etmekte olan annesi ve kız kardeşlerinin yanına gidiyor. Gök yüzünde birikmiş kara bulutlara bakarak, “hayırlara gitsin, kötü bir şey olacak gibi bir his var içimde” diyor ve bir süre sonra odasına gidip uyumak için zorluyor kendini ve sonunda uyuyor.

Gecenin bir yarısında acı içinde uyandığında göçük altında olduğunu fark ediyor. Beş katlı apartman tuzla buz olmuştur… Üzerinde molozlar, beton parçaları, demirler ve etraftan gelen inleme, haykırma sesleri… Şok içindedir; o sırada kaburgalarının kırıldığını, moloz altında ezilen ayağının acısını hissedemeyecek kadar şaşkındır… Onca haykırış içinde annesinin, ağabeyinin ve kız kardeşlerinden birinin sesini tanıyabilmiştir. Ağabeyi en iyi durumda olandır.

Kendisinin göçük altından nasıl çıkarıldığı, nasıl hastaneye yetiştirildiği ve hastanede tedavi gördüğü  kırk gün bir hayal gibidir hafızasında… O sırada iki kız kardeşini ve babasını kaybettiğinden haberi bile yoktur. Hastaneden çıktığında yüzleştiği gerçekler ve hafızasından silinmeyen o felaket gecesi ile yaşama nasıl yeniden tutunabileceği, depremde kaybettiği babası ve kız kardeşlerini nasıl unutabileceği; birilerini nasıl yeniden sevip bağlanabileceği konusunda hiçbir fikri yoktur… geleceğe dair hiçbir umudu kalmamıştır…
Ailesi, evi, yuvası darmadağındır; kimlikleri, şahsına ait bütün kayıtlar göçük altında kalmıştır, her şeye yeniden başlamak, kendini yeniden yaratmak zorundadır…  Artık   mükemmel hayatı  zedelenmiş, yara almıştır… Kırık bir çıkrık gibidir yüreği…

Bugün bana bu olayı anlattığında arkadaşım şunları söyledi; “bazen hala daha gülebildiğim,  hala daha beni sevindirecek bir şeyler olduğu için kendimi suçlu hissediyorum. Unutabilmek bu kadar normal bir şey mi, yoksa ben de  mi bir anormallik var diye sık sık  düşünüyorum…”

Bunun üzerine ben de şunları söyledim: “her şeye rağmen unutabilmek, en büyük acılara rağmen halen gülebilmek, mutlu olabilmek ve hayatı sevmeye devam edebilmek insan olmanın mucizesidir. Böyle olmasaydı daha ilk acımızda hepimizin hayata küsmesi, yaşamaktan vazgeçmesi gerekirdi”

Evet iyi ki böyle değildi; iyi ki her şeye rağmen unutabiliyorduk ve yaşamaya, umut etmeye devam edebiliyorduk; yeniden bağlanabiliyor ve yeniden sevmeyi, güvenmeyi başarabiliyorduk… Gerçekten insan olmanın mucizesiydi bu…

Ve diğer hikayem; bu hikayedeki olay yıllar önce yaşandı; 90’lı yıllardı. Henüz yeni asistan olmuştum; öğrencilik ve asistanlık arasında bocalıyordum. Öğrencilik alışkanlıklarımdan henüz tam  vazgeçemediğim için arada bir orta bahçede,( biz İstanbul Üniversitesindekiler havuzlu bahçe deriz oraya) kitap okuyordum. Genelde öğrenciler takılırdı buraya, sohbet eder, kitap okurlardı. Sınavlarda çimlerin üzerine serilir ders çalışırlardı..

Bankta kitap okurken, sonradan Hukuk fakültesinden olduğunu öğrendiğim bir öğrenci oturdu yanıma. Önceleri hiç konuşmadık. Sonra birden ortalık birbirine karıştı; sağcı öğrenciler her zamanki gibi  yine satırlarla, bıçaklarla içeriye girmişler ve solcu öğrencilere saldırmışlardı. Biz orada otururken önce solcu öğrenciler ardından elleri silahlı sağcı öğrenciler orta bahçeye hemen yakınımıza gelmişlerdi. Polisler sağcı öğrencilerin safında, onlarla birlikte solcu öğrencilere saldırıyorlardı. Elleri satırlı bıçaklı olan sağcılardı ama polisin kovaladığı solculardı… Okulda bu sahneler o kadar sık tekrarlanıyordu ki, en tarafsız insanlar bile Polisin taraf tuttuğunu, sürekli sağcıları koruduğunu, hatta onların silahla içeri girmelerine izin verdiğini artık çok iyi biliyordu.

Bir süre sonra ortalık dağıldı, solcular yan kapıdan kaçtılar, sağcılar ve polis dağıldı ve biz o öğrenci ile hala o bankta oturmaya devam ettik. Ben çok öfkeliydim. Özellikle gözlerimin önünde her şeyin gerçekleşmesi, polisin bu kadar açık bir şekilde sağcı öğrencileri koruması beni çıldırtmıştı…

Yanımdaki genç
-çok etkilendiniz galiba dedi… Ben şaşkınlıkla
-Siz etkilenmediniz mi?dedim. Bu arada benimle bir öğrenciymişim gibi konuşuyordu. Belli ki beni öğrenci sanmıştı.
-Etkilendim tabii ki, ama kendimi kaptırmamaya çalışıyorum dedi bu kez.. Şaşkınlığım artmıştı;
-Nasıl yani, haklıyı haksızı ayırt edebiliyorsunuz, olanların yanlışlığını görebiliyorsunuz ama kaptırmamaya çalışıyorsunuz, bu nasıl bir mantıktır bana açıklar mısınız?
-Bakın aklı biraz çalışan herkes çok taraflı bakmıyorsa olaylara, doğruyu yanlışı ayıt edebilir burada. Her şey o kadar ortada ki. Gözlerimizle gördük işte polisin eli silahlı öğrencileri nasıl koruduğunu ve hep birlikte silahsız insanlara  nasıl saldırdıklarını…
-Peki bunu görüyorsunuz da niçin bir şey yapmıyorsunuz, tavır koymuyorsunuz…
bu sözlerim onu düşündürmüştü bir an; devam etti sonra;
-Bakın bu konular derin konular; bu bir tercih meselesi; hayatı sorgulayarak huzurunuzu mu kaçıracaksınız yoksa görmeyerek, kendinizi sıkıntılardan uzak mı tutacaksınız, tercihinizi bu iki seçenekten biri olarak yapabilirsiniz… Ben ikinciyi seçiyorum…
-Nasıl yani bir şeylerin yanlış gittiğini bile bile, birilerinin haksızlığa uğradığını göre göre susmak size huzur verebiliyor öyle mi, bunu mu demek istiyorsunuz?
Biraz daha sıkıntılı baktı yüzüme;
-Yoo tam olarak onu demek istemiyorum; aslında ben hangi tarafta olmam gerektiğini biliyorum ama henüz tavır almaya karar vermedim; çünkü bu ülkede tavır almanın, sistemi eleştirmenin bedeli çok ağır ödetiliyor; dayak yiyorsun, işkence görüyorsun, okuldan atılıyorsun,  toplumdan dışlanıyorsun, başına gelmedik kalıyor; en kötüsü ne biliyor musunuz bir kez gözünüz açıldığında ve o cesareti bulduğunuzda bir daha geri dönemiyorsunuz… Artık sistemle barışamıyorsunuz; hep mutsuz, huzursuz, sorgulayan, şikayet eden biri oluyorsunuz; Ben böyle yaşamak istemiyorum…

Ne diyebilirdim ki, haklıydı kendince; bu ülkede düşüncelerini ifade etmenin, daha iyi yaşamak için farklı seçenekleri dile getirmenin, daha güzel bir gelecek için mücadele etmenin bedelleri ağır ödetilmişti yıllarca; Ne işkenceler, ne acılar çekilmişti bu ülkede; idamlar, soruşturmalar, göz altılar, tutuklamalar hayatımızın hep bir parçası olmuştu…
 
 Güzel olan neydi biliyor musunuz bir kere sorgulamaya başladığınızda artık beyninizi, yüreğinizi susturamıyordunuz; yanlışı göre göre yerinizde durup seyredemiyordunuz ve eninde sonunda bir tavır alıyordunuz; O gencin de dediği gibi insan bir kez gözlerini açtı mı bir daha kapatamıyor, uykuya dalamıyordu; aydınlık bir kez sızdımı yüreğine, karanlık bir daha sığınamıyordu; bedeli çok ağır olsa bile…

Hep acı çekmekten korkarak yaşasaydı insanlık, bu kadar değişim, dönüşüm devrim nasıl yaşanırdı ki dünyamızda…

Her şeye rağmen korkusuz insanlar, aydınlık düşünceler, vicdanlı yürekler, toplumsal adaleti, insanca yaşamayı savunan bireyler hep olacaktı dünyamızda ve bencilce yaşamak yerine toplumsal mücadelenin dikenli yollarını seçecek cesur yürekler hep bulunacaktı çevremizde…

Biliyor musunuz o genç de bir süre sonra kayıtsız kalamayacağını, susarak, tepki göstermeyerek yaşayamayacağını anlamış ve çok geçmeden arkadaşlarının arasına Katılmıştı.  Polisten dayak yediği zamanlar olmuştu, göz altına alındığı, okuldan uzaklaştırıldığı…  Diğerlerinden çok daha zor yaşamıştı öğrenciliğini…
Ama bir şey var ki onda diğerlerinde olmayan, o insanların dünyayı değiştirme gücünün olduğuna inanmıştı ve bu onu diğerlerinden farklı kılıyordu…

İnsan öyle bir varlıktı ki, sürekli kendisi değişir gelişirken çevresini de değiştirebiliyordu; dönüştürebiliyordu ve bir tek insan ancak dünyaya müdahale etme gücüne sahipti… Bu insan olmanın mucizesiydi…

Bu yüzden “Hiç bir vakit tam karanlık değildir gece” derken Paul Eluard çok haklıydı…

Evet
Hiç bir vakit tam karanlık değildir gece
Kendimde denemişim ben
Kulak ver dinle
Her acının sonunda
Açık bir pencere vardır
Aydınlık bir pencere…

_____________

* İÜ’de öğretim üyesi

 

1080040cookie-checkHiç bir vakit tam karanlık değildir gece…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.