Hiç bir savaş söndüremedi Likya’nın ateşini, son 40 yılın yağması kadar…

YUSUF YAVUZ / AÇIK GAZETE – Yitip giden sadece bir coğrafya, dağ-taş, koy-koyak değil. Kaybedilen ormanlar, oksijen, su, hava değil. Yoksun kaldığımız o eski keskin kokulu tulum peynirleri, insanın dilini mest eden pembe domatesler, yarpuza kesmiş subaşları değil. Unutulup giden komşunun burcu burcu kokan bazlama ekmeği, taze sütü, bir tabak fesleğenli badılcan cilvesi, üç kaşık un helvası, iki çanak aşuresi değil; her türlü melanete karşı koca bir ülkenin içten, tertemiz ve çıkarsız gülümsemesidir.

Şu koronavirüs salgını günlerinde bile hızını kesmeyen beton kokulu inşaat tanrıları Anadolu’nun rantı yüksek kentlerinin kalan son parçalarına var gücüyle abanıyorlar…

Antalya’da çiçeğe durmuş portakal bahçeleri, Ege kıyılarında baharın patladığı zümrüt ovalar, zeytinlik yamaçlar, Karadeniz yaylalarında, o deli ormanların kıyısında havada uçuşan projelerin ortak yanı, inşaat…

Uzunca bir süredir giderek rengini, kokusunu, gülüşünü yitiren bir toprağın üzerinde uyanıyoruz. Binlerce yıllık bir hafızayı büyük bir sabırla taşıyıp duran bu topraklar, üzerinde her gün bir başka tasarrufta bulunma telaşındaki insanlar yüzünden yorgun, enerjisi her gün biraz daha sömürülüyor…

Üstelik bu büyük altüst oluş, yıkımın birine yanmadan diğerinin başladığı bir hızda yaşanıyor. Daha yıkımın ve yağmanın, değerbilmezliğin birinin şokunu atlatmadan diğeri başlıyor. Yok oluşun birini sindiremeden, kaydını tutamadan, üzerinde düşünüp dersler çıkaramadan bir diğeri sırada bekliyor.

Her sabah bir başka acıya uyanmaktan bitkin düştü bu toprakların tüm canları…

Birileri “hiç değilse şu korona salgını günlerinde biraz dursa bari bu yağma” dedikçe, birileri de inşaat, daha çok inşaat diyor.

Kalkınmanın ve büyümenin memleket toprağı üzerine dökülen betonun hacmiyle açıklayan idarecilerin yönettiği bir ülkede, her büyümenin gelişmeden sayılmadığı gerçeği dillendirildiği yerden bir suçlu gibi sürgün ediliyor…

Hiçbir güzelliğin cezasız kalmadığı dönemlerde üzerine en çok çullanılan kentlerden biri de Kaş oldu…

1980’lere kadar kendi halinde ve büyük merkezlere kapalı bir yaşam süren Kaş ve çevresi, 1990’lardan sonra adım adım turizm hareketinin gözde merkezlerinden birine dönüştü. Geçmişteki bakir güzelliği yavaş yavaş beklenti ve hayaller üzerinden pazarlanan bir mala dönüşürken son 10-15 yıldır da yağma dağı taşı sardı…

Kuralsız, plansız, hukuksuz bir yapılaşmanın kanser gibi yayılmaya başladığı bölgede olup bitenleri yetkililerin birçoğu sadece izledi.  Bu süreç halen de sürüp gidiyor…

LİKYA’NIN SÖNMEYEN ATEŞİNİN PEŞİNDE

2004’te yitirdiğimiz usta Yönetmen Süha Arın, 1978 yılında çektiği ‘Likya’nın Sönmeyen Ateşi’ belgeseli için Kaş’a da gelmişti…

Tarihi ve doğal dokunun yanında insanların gündelik yaşamına da dokunan Arın ve ekibinin elde ettiği görüntüler arasında, Kaşlıların “Kırkmerdiven” olarak andığı yaklaşık 2 bin yıllık antik tiyatro da yer alıyor…

Kaş’ta sıradan bir gün… Antik tiyatroda bir yağlı güreş müsabakası var. Denize bakan tiyatronun toprak sahnenin ortasında kıyasıya güreş tutan pehlivanlar, oturma sıralarında ise yüzlerce seyirci… Kadın-erkek, çoluk çocuk toplaşıp gelmişler. Erkeklerin çoğunun başında kasket var, kimi ihtiyarlarda el örgüsü yün takke. Kadınlar, çocuklar rengârenk, Yörük-Türkmen gönüllerinin alacalı renklerine bürünmüşler. Hazır giyimin tüm ülkeyi tek-tip kıyafete sokamadığı dönemler yaşanıyor henüz. Her kasketin, her eteğin, her mintanın,’ göyneğin’ hangi köye ait olduğunun ayırt edilebildiği dönemler…

RÖLYEFLERDEN, SİKKELERDEN FIRLAYIP GELMİŞ İKİ PEHLİVAN

Çocuklar, genç kızlar ellerinde çekirdek çitleyerek yaşamlarının ilerleyen dönemlerinde spot ışıkları altında çok farklı gösterilerin sergileneceği antik tiyatroda içine doğdukları toprağın binlerce yıllık kültürünün bir parçası oluyorlar… Yüzlerde bir belirsizlik, kaygı, keder yok. Henüz rant canavarının suretlerin gerisindeki akıllarda tahribat yaratmadığı dönemler. Aksakallı, sarı takkeli bir dede, bir insanlık heykeli gibi olanca güzelliğiyle gönlünü okşayan pehlivanların güreşine alkış tutuyor. Orta yaşlı erkekler kim bilir kaçıncı güreş maçını izlemenin keyfiyle, zamanın adeta donup kaldığı bu tiyatroda eski zaman rölyeflerinden ya da Likya sikkelerinden fırlayıp gelmiş gibi güreş tutan pehlivanları hayranlıkla ve gülümseyen yüzlerle takip ediyorlar…

Rant ve beklentiler yükseldikçe, zaman da bütün olağanlığıyla donup kaldığı, dağına taşına, insanına sindiği mekânlardan buharlaşıp uçuyor sanki.

ANLAMI BİR ANA SIĞDIRAMAYAN GÜNLERDEN ANLAMIN KALMADIĞI GÜNLERE

Kaş’ta yaşanagelen o sıradan günlerin dokusu yerini sentetik mekânların kurgusal turistik cazibesine bırakıyor giderek. Yaşamın mekânla bütünleşen gerçekliği, ‘Home Magazin’ türü son moda dergilerden fırlamış alanlara yenildikçe, yereldeki insanın doğallığını kuşatan sentetiklik en çok da yüzlerdeki anlamı silip atıyor. Tıpkı eski, siyah-beyaz fotoğraflarda, ansızın görüntülenmek istendiği sırada duygusunu bir ana sığdıramayan insanların yerini, bugün elinden düşürmediği telefon kameralarıyla her anını görüntüleyen ancak tek bir karede bile gerçekliğin duygusunu yakalayamayan zamane insanlarının alması gibi…

YİTİP GİDEN SADECE COĞRAFYA DEĞİL, BİR ÜLKENİN GÜLÜMSEMESİDİR

Yitip giden sadece bir coğrafya, dağ-taş, koy-koyak değil. Kaybedilen ormanlar, oksijen, su, hava değil. Yoksun kaldığımız o eski keskin kokulu tulum peynirleri, insanın dilini mest eden pembe domatesler, yarpuza kesmiş subaşları değil. Unutulup giden komşunun burcu burcu kokan bazlama ekmeği, taze sütü, bir tabak fesleğenli badılcan cilvesi, üç kaşık un helvası, iki çanak aşuresi değil; her türlü melanete karşı koca bir ülkenin içten, tertemiz ve çıkarsız gülümsemesidir.

SÜHA ARIN BELGESELLERİ YENİDEN İZLEYİCİYLE BULUŞTU

Süha Arın Usta’nın Anadolu’ya tüm yönleriyle ayna tutan tanıklığında çekilen bir dizi belgeselden biri olan Likya’nın Sönmeyen Ateşi Belgeseli’ni izlerken Kaş antik tiyatrosunda yüzlerce gösteri izlemiş, çeşitli etkinlikler organize etmiş ve kimi zaman efkâr dağıtmak için gidip taş oturma sıralarından maviliğe dalmış biri olarak bunları hissettim.

Süha Arın’ın yeğeni sevgili Evren Arın, yaklaşık dört ay önce Likya’nın Sönmeyen Ateşi Belgeseli’nin restore edilerek diğer belgesellerle birlikte digital ortamda sırayla yayınlanacağını haber verdiğinde çok sevinmiştim. Bu belgeselin çekimleri sırasında Arın ve ekibine rehberlik yapan değerli dostum, ağabeyim Elmalılı arkeolog Ünsal Özçakır, Kaş antik tiyatrodaki güreşin doğaçlama çekildiğini, ilçeye gelindiğinde böyle bir atmosferle karşılaştıklarında kayıt altına alındığını anlatmıştı.

KIRK YIL SONRA COĞRAFYAYA YENİDEN BAKMAK

Çok istememe karşın belgesellerin ‘Geçmişten Günümüze Süha Arın Projesi’ kapsamında restore edilmesinin ardından 28 Kasım’da İstanbul’da gerçekleştirilen özel gösterimine katılamadım. Ancak bu vesileyle, aradan epeyce zaman geçmesine karşı birçoğumuzun evde kaldığı bu dönemde hem Likya’nın Sönmeyen Ateşi’ni hem de diğer Süha Arın belgesellerini izlemenin anlamlı olacağını düşündüm. Kaş antik tiyatrodaki güreş sahneleri, belgeselin ikinci bölümünde yer alıyor. Ancak yalnızca Kaş değil, iki bölüm boyunca Antalya’nın batısındaki coğrafyanın doğal dokusunun henüz bozulmadığı zamanlara tanıklık etmek hem büyüleyici, hem de bugünkü yıkımların üzerinden bakınca bir o kadar üzücü…

*Görseller, belgeselden alınmıştır.

***

BELGESELİ İZLEMEK İÇİN:

Likya’nın Sönmeyen Ateşi, 1. Bölüm: https://www.youtube.com/watch?v=ZXHLk48-BME

Likya’nın Sönmeyen Ateşi, 2. Bölüm: https://www.youtube.com/watch?v=D1Eu7KzWiXc

***

Belgesel hakkında:

Yönetmen: Suha Arın

1978 Yönetmen Suha Arın tarafından, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nun desteği ile hazırlanan ve “Anadolu Uygarlıklarından İzler” dizisinin dördüncü filmi olan “Likya’nın Sönmeyen Ateşi”, 30’ar dakikalık iki bölümden oluşuyor. Belgesel, Anadolu insanının uygarlık üretiminde bir başka durak olan Likya Uygarlığı’nı yansıtıyor. Gerçekten de Likya Uygarlığı, tarihsel sürekliliğini Anadolu insanının bağımsızlık direncinde bulan bir “ateş”. Bir anlamda görkemli ve söndürülemeyen bir “ateş”. Filmin çekimi sırasında, Antalya ile Fethiye arasında kalan Likya Bölgesi, iki ayrı mevsimde ve titiz bir çalışma anlayışı ile adım-adım tarandı, bu konuda uzmanlaşmış bilim insanlarının görüşlerinden yararlanıldı.

2409560cookie-checkHiç bir savaş söndüremedi Likya’nın ateşini, son 40 yılın yağması kadar…
Önceki haberTrump’ın dezenfektan enjekte önerisi tepki çekti
Sonraki haberSalda’nın büyüleyici beyaz halkası ölüm tozuna dönüştü!
YUSUF YAVUZ
YUSUF YAVUZ (GAZETECİ-YAZAR) Isparta, Sütçüler'de doğdu. 1990’da edebiyatla ilgilenmeye başladı. Deneme ve inceleme tarzındaki ilk yazıları 1996 yılında 'Atatürkçü Ses' Dergisi’nde yayımlandı. Aynı yıl yerel ölçekte yayın yapan kanallarda 'Dönence' başlıklı radyo ve televizyon programları hazırlayıp sundu. 1999 yılında Antalya'da kurulan Müdafaa-i Hukuk Dergisi’nde yazmaya başladı. 2001’de Gazete Müdafaa-i Hukuk’ta Muhabir-Temsilci olarak görev aldı. Daha sonra adı 'Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk' olan dergiyle bağını temsilci-yazar olarak sürdürdü. 2001-2007 yılları arasında Kaş Kitap Şenliğini organize ederek başta çocuklar ve gençler olmak üzere yöre insanının kültür, sanat ve edebiyat çevreleriyle buluşmasını sağladı. 2005 yılında Muğla ve Antalya arasındaki sahil bandında yaşanan yabancılara toprak satışına ilişkin yaptığı araştırmalar önemli etkiler yarattı. Deneme, inceleme, röportaj, düz yazı, haber ve yorumları; Cumhuriyet Akdeniz, Odatv, Yeni Harman, Edebiyat ve Eleştiri, Yolculuk, Evrensel, Atlas, Magma, Aydınlık, Birgün, Açık Gazete gibi dergi ve gazetelerde yayımlandı. Antalya merkezli VTV Televizyonunda, Pelin Gel Ağan'la birlikte 'İki Ağaç İçin' adıyla 16 bölümden oluşan bir program hazırlayıp ve sundu. Kanal V Televizyonunda, Biyomühendis Çağlar İnce ile birlikte, Yörük kültürünü ve tarihsel köklerini ele alan 'Islak Çarıklar' adlı belgesel haber programı hazırlayıp sundu. Araştırma yazılarından bazıları, 'Yer Bize Çimen Verdi' ve 'Darağacına Takılan Düşler' adıyla belgesel filmlere de konu olan Yavuz, şu sıralar 'Islak Çarıklar' adlı bir belgesel haber programı için çalışmalarını sürdürüyor. Ağırlıklı olarak arkeoloji, çevre, kentsel dönüşüm ve tarım konularını ele alan çalışmalar yapmayı yazılı ve görsel medyada sürdüren Yavuz, yıkım politikalarıyla tarımdan hayvancılığa, kültürden mimariye kırsal yaşamın dönüşümünü ele alan araştırma yazılarıyla tanınıyor. Ziraat Mühendisleri Odası Basın Ödülü, Çağdaş Gazeteciler Derneği Belgesel ödülü, Türkiye Ziraatçılar Derneği Tarım ödülü, Kubaba Derneği kültür hizmeti ödülü'nün yanı sıra Türkiye Ormancılar Derneği gibi çeşitli meslek odası, kurum ve kuruluşlar tarafından ödüle layık görülen Gazeteci Yusuf Yavuz, Likya'dan Teke yöresine uzanan coğrafyadaki su kültürüne ilişkin uluslararası bir sanat projesinin de danışmanlığını ve metin yazarlığını üstleniyor.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.