Hızırların adımladığı topraklarda umut tükenmez

YUSUF YAVUZ / AÇIK GAZETE – Savaşlara, zulümlere, baskılara, acılara; kısacası doğanın insana yarattığı zorluğun yanında insanın insana yaptığı kötülüklere karşı ayakta durabilmenin yolu, Hızır’a inanmaktan ve onu beklemekten geçiyordu.  Hızır, nereden ve nasıl geleceğini bilmeden gelecek güzel günlere inanmaktı. Bunca naifliğine ve saflığına rağmen onca ağır yıkımlar ve kötülükler karşısında bile Yukarı Köprüçay’ın insanları halen Hızır’la birlikte yaşıyorlar.
 
Hıdrellez, doğa tanrıcı inanışların binlerce yılda biçimlenerek günümüze ulaşan en canlı örneklerinden biri… Yılın bu döneminde Toroslar Hızırların adımlarıyla bir yeşil denizine dönüşür. Hıdrellez, yani Hızır ile İlyas’ın buluşması binlerce yıllık insanlık inancının bu yeşil denizinin dalgalarında salına salına bugüne ulaşmış öyküsüdür…
HIZIRLARIN YEŞERTTİĞİ COĞRAFYA: YUKARI KÖPRÜÇAY
Hızır kültü Balkanlardan Ortadoğu’ya, Anadolu’dan Orta Asya’ya uzanan coğrafyalarda kadim inançların izlerini taşıyan bir inanış… Baharla birlikte uyanan doğanın içinde yaşayan topluluklarda Hızır inancı günümüzde de varlığını sürdürüyor. O coğrafyalardan biri de Isparta’nın Sütçüler ilçesi sınırlarında yer alan Yukarı Köprüçay Havzası…
 
Antalya, Konya ve Isparta sınırlarının kesiştiği bu sarp ve dağlık coğrafya, antik çağda Psidya uygarlığının sınırları içerisinde bulunuyordu. Eski çağın Hitit, Luwi ve Anawarza gibi birbiri içine girmiş uygarlıklarının da etki alanında bulunan bölge, Anadolu’nun küçük, kapalı yerleşimlerini kapsıyor.
 
Orta Torosların en yüksek zirvesini barındıran Dedegöl Dağı’nın doğusunda Beyşehir Gölü, batısından başlayarak güneye, Antalya sınırlarına kadar uzanan vadilerde ise Yukarı Köprüçay Havzası bulunuyor.
 
Dağlık Pisidya’nın irili ufaklı kentlerini barındıran bu bölge, antik çağ ve Roma dönemlerindeki kolonizasyon politikalarına karşı direnmeleriyle biliniyor. Özgürlüklerine son derece düşkün olan ve savaşçı kimlikleriyle tanınan bu dağlık bölgede yaşayanların büyük çoğunluğu Anadolu’nun yerli halklarıydı…
 
ZORLUKLARA DİRENMEK İÇİN HIZIR’A TUTUNMAK GEREKİYORDU
Türklerin bölgeye yerleşmesiyle birlikte geçmiş inanç ve kültürlerin izleri uzunca bir süre yaşamaya devam etti. Orta Asya’dan taşınan inanç ve kültüre, bölgenin geçmişinde varolan kültürler de eklenince, varlığı yakın zamana kadar süregelen bir yaşam pratiği ortaya çıktı… Zorlu coğrafi şartların belirlediği yaşam koşullarına, her dönemin idari sisteminin yarattığı açmazlar da eklenince, bu kapalı coğrafyada yaşayan insanlar için en belirleyici inançlardan biri de Hızır inancı oldu. Yarı konar-göçer bir üretim tarzını sürdüren TürklerHıristiyanlığın zor koşullarda ve baskılar altında geliştiği Anadolu’da yaygın olarak inanılan ‘Aziz George’ inanışındaki karakterle benzerlik gösteren, (kimi yerde biraz da bundan etkilenerek) Bozatlı Hızır tasvirlerini kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa aktardı durdu.
HER KILIĞA GİREN HIZIR’IN NEREDEN ÇIKACAĞI BELLİ OLMAZ
Hızır, bir anlamda iyilerin koruyucusu, bolluk ve bereket sağlayan, kötülüğü uzaklaştıran, umut veren ve direnme gücü sağlayan bir karakterdi. Her kılığa ve her canlının donuna girmesi ise Hızır’ın nereden ve nasıl geleceği konusunda sonsuz bir olasılık yaratıyor, böylece insanlar hemen her canlının, insanın aslında Hızır da olabileceği fikrini hep canlı tutuyordu.
Aslında Arap ve İran coğrafyalarındaki ‘al-Khadr’ (Hızır-Hıdır) çerçevesinin biraz dışında, daha yalın ve coğrafyanın insanla bütünleştiği bir inanıştı bu. Daytamacı olmayan, bir önerme şeklinde yaşamın içinde akıp giden ve böylece daha kolay kabul gören bir inanış…
 
YUKARI KÖPRÜÇAY’DA YAŞANMIŞ HIZIR ÖYKÜLERİ
Yukarı Köprüçay Havzası’nın kalbinde yer alan Darıbükü köyü, Hızır inancının canlı olduğu yerleşimlerden biriydi. Bu köyde büyüklerden dinlediğim Hızır öykülerinden bazılarını kısaca aşağıda özetliyorum:
 
BİRİNCİ ÖYKÜ: ‘HIZIR ALEYHİSELAMIN ANNESİ VE KIZLARI’
Bölgede dokumacılık yaparak yaşamını kazanan Sultan Yavuz’un anlattığı, bizzat kendisinin yaşadığı bu öykü şöyle: “30’lu yaşlarımdaydım. Kocam kardeşiyle kavga etmişti ve kardeşi onu yaralamıştı. Bir aydır yaralı ve hasta olarak yatıyordu. O sırada küçük bir çocuğum vardı. Bir yandan günlük işlere koşuyor, diğer yandan da çocuklarımla ilgileniyordum. Bir gün beşikteki çocuğumu emzirirken yorgunluktan öylece uyuyakalmışım. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum…
 
‘KORKMA KIZIM BİZ HIZIR’IN ANNESİ VE KIZLARIYIZ’
Odanın ahşap kapısı aralandı, içeriye bir ışık süzüldü. Ardından da kapıdan üç kadın belirdi. Üzerlerinde allı-yeşilli tertemiz giysiler vardı. Başımı kaldırıp doğruldum. Bir şey söyleyecek oldum. İçlerinden yaşlı olanı konuştu: ‘Korkma kızım, biz Hızır Aleyhisselamın annesi ve kızlarıyız’ dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Birden misafirler için sandıkta hep hazır tuttuğum ceviz ve baldan ikram etmek geldi aklıma. O sırada kadın yine konuştu, ‘Allah her zaman sevdiği kullarının yanındadır. Kapıdan giren acıyı bacadan bir duman gibi çıkarır gider. Hiç üzülme…’
 
‘YAŞADIĞIN HER DERT GEÇİP GİDECEK…’
Ben sandığa doğru yöneldim, ceviz torbasıyla bal çanağını alıp geri döndüğümde Hızır Aleyhisselam’ın annesi ve kızları olduklarını söyleyen o üç kadın gitmişti… Bu yaşadığımı sonra köyümüzün yaşlılarından, güvendiğim bir kadına anlattığımda, bana ‘seni Hızır ziyaret etmiş. Korkma, yaşadığın her dert geçip gidecek’ dedi.”
 
İKİNCİ ÖYKÜ: ‘DELİ OMAR’
Darıbükü köyünde ağır savaşların yarattığı yoksullukların kendisini gösterdiği 1920’li yıllarda yaşandığı sanılan gerçek bir olaya dayandırılan öykü şöyledir: Deli Omar adındaki gencin ellerini annesi kızgın sacın üstünde yakmıştır. Çünkü Omar evde herkesin yemesi gereken ekmeği tek başına yemiş, bu kıtlık zamanında diğerlerinin aç kalmasına neden olmuştur. Annesinin ellerini yaktığı Omar (Ömer), aç bilaç kapı kapı dolaşıp, komşularında da olmayan yiyecek umarak karnını doyurmaya çalışır. Bir gün yemek vakti komşulardan birinin kapısı çalar. Evin hanımı kapıyı açmaya yönelince kocası uyarır: ‘Boş ver, kapıyı açma. Deli Omar’dır yine. Ancak kadının içinde kapıyı açmak için güçlü bir istek oluşur ve gidip kapıyı açar. Akşamın alacakaranlığında kapıyı açtığında karşısına birden iki ayakları üstünde dikilen sakallı bir keçi çıkar. Keçi kadına bir şeyler söyler ve arkasına dönüp kaybolur. Kadın da keçinin peşine düşüp ormana doğru ilerleyen patikada uzun süre keçiyi takip eder. Ancak bir süre sonra keçi ormanda kaybolur…
 
HER YAĞMUR SONRASI YEMEK KOKULARI YÜKSELİYOR
Bu öyküyü anlattığında, köyün yaşlı kadınları, ‘seni Hızır yoklamış, ayağına baktın mı?’ derler… Daha sonra o keçinin kaybolduğu yerde yılın belli zamanlarında yağan yağmurların ardından topraktan hep insanı cezbeden yemek kokuları yükselir.
 
ÜÇÜNCÜ ÖYKÜ: ‘HASAN DAYI’NIN SALATALIKLARI’
Hasan Dayı, 1914 yılında Darıbükü köyünde doğmuş, küçük yaşta öksüz kalınca annesinin yeniden evlendiği adamla gitmek istememiş, dedesinden kalan köyün 6-7 km uzağındaki orman içinde küçük bir tarlada yaşamaya başlamıştı. Daha sonra burada ekip dikerek kendini geçindiren, ardından da bütün çevre köylerin sebze mevye ihtiyacını karşılayan büyük bir üreticiye dönüşmüştü. Ölünceye kadar ‘Elma Deresi’ denilen bu vadide yaşadı.
 
‘KİMSENİN İÇİNDEKİNİ BİLEMEZSİN’
Bu Hızır öyküsünü, Hasan Dayı’dan elma, havuç ya da üzüm satın almak için gittiğinde kendisinden dinlediğini söyleyen İbişler köyünden Gülizar Çelik anlattı:“Bir gün Hasan Dayı’ya meyve almaya gittiydim. Bana o anlattı… Ondan kimileri hoşlanmazdı ama o çok iyi bir adamdı… Bir gün bahçesinde çalışırken bir adam çıkagelmiş. Yoksul, üstü başı perişan… Hasan Dayı ne istediğini sormuş adama. Adam da ‘şu salatalıklardan bir kaç tane istiyorum ama sana verecek param yok’ demiş. Hasan Dayı da yeni yetişen çiçeği burnunda salatalıkları işaret ederek, ‘Hadi git al istediğin kadar’ demiş ve işine koyulmuş. Adam gidip salatalıklardan koparmış ve ansızın ortadan kaybolmuş… Hasan Dayı dönüp salatalıkların olduğu yere bakınca, daha önce bir kaç tane salatalık olan bitkilerde salkım salkım salatalıkların üst üste yığıldığını görmüş, şaşırmış… O gelen adam Hızır’mış. Çoğu insan Hasan Dayı’nın cimri olduğunu söylerdi oysa kimsenin içindekini bilemezsin…”
 
HALA HIZIRLA BİRLİKTE YAŞAYAN İNSANLAR
Hızır inancı coğrafyanın kültürü ve inancı belirlediği Anadolu topraklarında yöreye göre küçük farklılıklar göstererek yaşam ırmağından taşındı durdu… Savaşlara, zulümlere, baskılara, acılara; kısacası doğanın insana yarattığı zorluğun yanında insanın insana yaptığı kötülüklere karşı ayakta durabilmenin yolu, Hızır’a inanmaktan ve onu beklemekten geçiyordu. Hızır, nereden ve nasıl geleceğini bilmeden gelecek güzel günlere inanmaktı. Bunca naifliğine ve saflığına rağmen onca ağır yıkımlar ve kötülükler karşısında bile Yukarı Köprüçay’ın insanları halen Hızır’la birlikte yaşıyorlar…
 
‘KARŞI DAĞLAR BİZİM İDİ, İÇİN DOLU ÜZÜM İDİ…’
Geçtiğimiz hafta, Hızırladın adımlarıyla yeşeren Yukarı Köprüay Havzası’nın kalbindeki Darıbükü köyünü ziyaret ettim. Dağlarında yürüdüm, insanlarıyla dertleştim, sularından içip ekmeğini yedim… Büyük bir baraj yıkımının ardından evlerini ve yaşam alanlarını kaybeden köylülerle sohbet ederken 71 yaşındaki Ünzile Korkmaz çıkageldi. Baraj gölünün köprülerini yutmasıyla artık gidemedikleri karşı yamaçlarda beyaz çiçekleriyle dikkat çeken ağacın dişbudak olup olmadığını konuşuldu bir süre. Sonra nehrin yukarılardan getirdiği kazların nereye kaybolduğu soruldu sessizce… “Karşı dağlar bizim idi, içi dolu üzüm idi, şimdi ellerin oldu, içine yılanlar doldu” diye söylendi Ünzile teyze. Kendilerine yaşamlarının en ağır kötülüklerini yapan yağmacılara karşı söyleyebilecekleri en ağır sözler bunlardı. Çünkü Hızırların adımladığı bir coğrafyada bugünün aklıyla ve mantığıyla anlaşılmayacak kadar naif bir direnme kültürleri vardı.
‘DİLEKLER KABUL OLDUĞUNDA KUŞLAR BİRER DİL ALMIŞ’
“Bir öykümüz kalmadı artık” dedi Ünzile Korkmaz, ardından da tepemizde şakıyarak uçuşup duran kırlangıçlara bakarak anlatmaya başladı: “Dileklerin kabul olduğu zamanlarda her kuş bir dil seçmiş kendine. Bizim hesap, adamlar bir yerde konuşurken kuşlar dinlemişler. Adamın birisinin 740 lira borcu varmış. İçinden hep ‘yedi yüz kırk’ diye söylenir, nasıl ödeyeceğini düşünürmüş. Kumrular bunu duyunca adamın söylediğini öğrenmişler ve hep böyle ötmeye başlamışlar: ‘Yedi yüz kırk.. yedi yüz kırk…’ Alakargalar da hiç uyumamış, her dili öğrenmişler. Her sesi taklit ederler. oğlak gibi meleyip, kedi gibi miyavlarlar, çocuk gibi ağlarlar. Bir de çulha tezgahında yapılan dokumanın sesini çıkarırlar: ‘Dıgıdıgııık dıkkık… dıkıdıkııık dıkkık…’ Çulha dokur dururlar işte… Üveyik de uyumuş kalmış da çoğu dilleri kaçırmış. Sonra yaşlı bir kadıncağız buzağı güderken bunu gören üveyik, ‘büdüdüd büd.. büdüdüd büd…’ seslerini duyunca o da bu sesi almış…”
 
HIZIR, ANADOLU’NUN MAYASIDIR…
Zamanın durduğu bu coğrafyada, ‘dileklerin kabul olduğu’ masalsı bir zaman tünelinin tam ortasında yaşayan insanların bin yıldır bu toprakları yurt eyleyen inancı, bugün umutsuzluk ve karamsarlık girdabında yuvarlanan koca bir toplumun köklerinden nasıl koparıldığını anlatıyor bize. Hızır, Anadolu’nun mayasıdır.Bozatlı Hızır hep yoldaşınız olsun…
 
2186240cookie-checkHızırların adımladığı topraklarda umut tükenmez
Önceki haberSibirya’daki Türkler kömür yüzünden ölüyor!
Sonraki haberFatih’in kemiklerini sızlatacak rant projesi!
YUSUF YAVUZ
YUSUF YAVUZ (GAZETECİ-YAZAR) Isparta, Sütçüler'de doğdu. 1990’da edebiyatla ilgilenmeye başladı. Deneme ve inceleme tarzındaki ilk yazıları 1996 yılında 'Atatürkçü Ses' Dergisi’nde yayımlandı. Aynı yıl yerel ölçekte yayın yapan kanallarda 'Dönence' başlıklı radyo ve televizyon programları hazırlayıp sundu. 1999 yılında Antalya'da kurulan Müdafaa-i Hukuk Dergisi’nde yazmaya başladı. 2001’de Gazete Müdafaa-i Hukuk’ta Muhabir-Temsilci olarak görev aldı. Daha sonra adı 'Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk' olan dergiyle bağını temsilci-yazar olarak sürdürdü. 2001-2007 yılları arasında Kaş Kitap Şenliğini organize ederek başta çocuklar ve gençler olmak üzere yöre insanının kültür, sanat ve edebiyat çevreleriyle buluşmasını sağladı. 2005 yılında Muğla ve Antalya arasındaki sahil bandında yaşanan yabancılara toprak satışına ilişkin yaptığı araştırmalar önemli etkiler yarattı. Deneme, inceleme, röportaj, düz yazı, haber ve yorumları; Cumhuriyet Akdeniz, Odatv, Yeni Harman, Edebiyat ve Eleştiri, Yolculuk, Evrensel, Atlas, Magma, Aydınlık, Birgün, Açık Gazete gibi dergi ve gazetelerde yayımlandı. Antalya merkezli VTV Televizyonunda, Pelin Gel Ağan'la birlikte 'İki Ağaç İçin' adıyla 16 bölümden oluşan bir program hazırlayıp ve sundu. Kanal V Televizyonunda, Biyomühendis Çağlar İnce ile birlikte, Yörük kültürünü ve tarihsel köklerini ele alan 'Islak Çarıklar' adlı belgesel haber programı hazırlayıp sundu. Araştırma yazılarından bazıları, 'Yer Bize Çimen Verdi' ve 'Darağacına Takılan Düşler' adıyla belgesel filmlere de konu olan Yavuz, şu sıralar 'Islak Çarıklar' adlı bir belgesel haber programı için çalışmalarını sürdürüyor. Ağırlıklı olarak arkeoloji, çevre, kentsel dönüşüm ve tarım konularını ele alan çalışmalar yapmayı yazılı ve görsel medyada sürdüren Yavuz, yıkım politikalarıyla tarımdan hayvancılığa, kültürden mimariye kırsal yaşamın dönüşümünü ele alan araştırma yazılarıyla tanınıyor. Ziraat Mühendisleri Odası Basın Ödülü, Çağdaş Gazeteciler Derneği Belgesel ödülü, Türkiye Ziraatçılar Derneği Tarım ödülü, Kubaba Derneği kültür hizmeti ödülü'nün yanı sıra Türkiye Ormancılar Derneği gibi çeşitli meslek odası, kurum ve kuruluşlar tarafından ödüle layık görülen Gazeteci Yusuf Yavuz, Likya'dan Teke yöresine uzanan coğrafyadaki su kültürüne ilişkin uluslararası bir sanat projesinin de danışmanlığını ve metin yazarlığını üstleniyor.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.