İLAHİ TECELLİ

SEDAT YILDIRIM SARICI* – Felsefeci, akademisyen Prof. Dr. Ahmet Aslan Urfalıdır. Baldan tatlı aksanıyla televizyonda bir anısını anlatır. 

“Biri Urfalı, diğeri Diyarbakırlı iki arkadaş varmış. Sabah uyanmışlar. Urfalı ‘Ne Yiyekh?’Diyarbakırlı ise ’Ne Yapakh?’ diye sormuş. Yüksek düzeyde resmi görevli Urfalı bir yönetici de eklemiş; “Biz yaşamak için yemiyoruz. Yemek için yaşıyoruz”.

İşte tam da bütün felsefelerin, din ve öğretilerin “mukaddes sırrını” hocamız Prof. Dr. Ahmet Aslan sezdirmeden deşifre etmiş olur. ‘Ne Yiyek? Ne Yapak?’.

Çağımız insanı ana gaye noksanlığının zirve yaptığı bir zırvalama asrını deneyimlerken Prof. Dr. Aslan çaktırmadan mevzuya ışık tutar.

İnsan, düşünebilen bir canlı olduğundan ‘Ne Yapak’ mevzusunda derinleşmiş ve medeniyetler kurmuştur. Yine de ‘Ne Yiyek’ düşünmeye üşenenlere has bir tasa olarak varlığını sürdürür. Elbette hikayemiz ekmek ve su bulamayan ülkeler üzerine değildir. Zikredilen sebebiyetin çözümüne katkı olabilir.

Aşağıda alıntılamış olduğum reklamlara siz de rastlamışsınızdır. “50 Çeşit Açık Büfe Kahvaltı ve 30 Çeşit Serpme Kahvaltı Keyfi”, “Soğuk ve sıcak 40 çeşit mezeyi nefis manzaraya karşı rakınızla yudumlamak”…  Sahillerimizdeki yatlar, müstesna kentlerimizdeki abartılı katlar ve villalarla uçurumun uçtuğu bir haz evresi yaşanıyor. “Nefsini öldür ölmeden” sözünü Aşık Veysel’den duymuş, manasına katılmış olsaydık 2022 itibarıyla yurdumuz da, bölgemiz de bu kadar acılarla yüzleşmemiş olacaktık.

Aşık Veysel

Haz ve keyif odaklı damak ve uçkura adanan ömürler zehir saçar. Müjdat Gezen diyor ki “Siz hiç bir kuzu ile çiftleşmeye kalkan koç, buzağıya musallat olan bir boğa, civcivi kovalayan bir horoz, minik yavrulara tecavüz eden kedi veya köpek gördünüz mü?.. Göremezsiniz!.. Onun için, sapıklara “HAYVAN” demeyin!…”

Biliyorsunuz kapitalizm, sınırsız bir arsızlıkla yeme, içme ve yağma fikriyatından beslenir. Liberal kapitalizmin fikir babası Adam Smith, 1776’da “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!” (Laissez faire, laissez passer!”) buyurunca kuyruğuna Süleyman Demirel dahil dünyanın yarısı takıldı. Demirel’in ADALET Partisi yurdumuzdaki ADALETSİZLİĞİN temelidir. Bugünkü kamu kaynaklarının yağmalanması ve yargının lağvedilme sürecinin mimarı inşaat mühendisi Demirel’dir. Menderes’den aldığı talan bayrağını sündürerek bugünkü meclise emanet etmiştir.

Diyarbakırlının işaret ettiği ‘Ne yapak?’ öğretisi yağma, yeme, içmenin terki için önümüze sunulan en büyük önermedir. Diyarbakırlıdan binlerce yıl önce de keşfedilmiş olan bu öğretiyle insan ölümsüzlüğün yolunu açmıştır. Devraldığımız besteler, güfteler, edebi eserler, mimari şaheserler yaratıcılarının adlarını ölümsüzlüğe dönüştürmüştür. Tek tek bireyler de medeniyetler gibi ölümsüzlüğe sanatsal yaratılarıyla erişebilirler.

Halifeden icazet alsa da harem gibi aslen haram olan sefahat, yarattığı felaketlerle kendi ecelini aceleye taşıdıysa da “Ne Yapak” fikrini hatırlayan medeniyetler her köşesi sanatsal yaratılarla dolu mimari eserlerle “fikri egemenliğin” beyanına özen göstermişlerdir.

EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ SANATINDIR

Ayasofya Kilisesi ile Sultan Ahmet Camii’nin izdivacı, endamı, ebatları ve muhiti fikri egemenliğin temsili sebebiyledir. 

İlahlarla ilahilerle irtibat kurarız. “Allah’ın evi” camiye, namaza çağrı ezanladır. Ezan makamı belli müziktir. Sabah ezanı saba, öğle uşşak, ikindi rast, akşam segah, yatsı hicaz makamında okunur. Süleymaniye Camii’nin vakfiyesinde müezzinlerde aranan şartlar arasında ‘musiki ilmine vakıf, makam ve terennümlerde mahir ve güzel sesli olmak’ şartı aranır” diye yazarlar.

Ölü ölünce mevlid okuruz. Cenaze, cenaze marşıyla yürür. Mevlid, ezan gibi makamı belli müziktir. Ruh öbür dünyaya göçünce bu dünyadan öbür dünyayla mevlidle, müzikle bağlantıya geçeriz. Efes’te başladığına dair referanslar olan kilise müziği 2000 yıllık tarihiyle milyonlarca incelikli repertuara erişmiştir.

Bilirsiniz, ölümsüz Yunus (1238–1328) “Cennet cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver sen anı, bana seni gerek seni” der. Emre’nin meselesi yaradanın cismiyle kucaklaşmak değil, fikriyle, ilmiyle buluşmaktır (ilahi tecelli-vuslat).

Yaradanın cismi yoktur, derler. Oysa İtalyan sanatçı Michelangelo (1508–1512), Sistine Şapeli’nin tavanındaki “Adem’in Yaratılışı” adlı çalışmasında yaradanın cismini çizer. Eser bugüne değin “tüm zamanların en çok kopyalanan dini tabloları” arasına girer.

Michelangelo, “Adem’in Yaratılışı”

Tanrının cisminin resmine bir de tüm zamanların en başarılı çizgi film dizisi “Simpsonlar”da rastlarız. Dizi, emekçileri sömüren holdingleri ahlaksız varlıklar olarak  resmeder, din adamlarının kayıtsızlığını, polisin beceriksizliğini de konu edinir.

Biz evvele dönelim; Michelangelo’nun kendi yüzünü tanrının yüzü olarak çizdiği düşünülür. Tasavvufta yaratanla yaratılanın tek ve “bir” olduğu, Vahdet-i Vücud (Varlık Birliği) tasavvurunda ifadesini bulur.

Mustafa Kemal başta olmak üzere devrimci fikirleriyle dönemin pek çok aydınını etkileyen, bir önceki makalemizde Han’ı Yağma şiiriyle bahsi geçen Tevfik Fikret (1867 – 1915) ile aynı dönemde yaşayan bir başka ölümsüz şairimizi hatırlamak farz oldu.

Vahdet-i Vücud’un en önemli şairlerinden, aruz ve hece ustası Ahmet Edip Harabî Baba’nın (1853-1917) yazmış olduğu 28 beyitlik “Vahdetnamesi”  edebiyatımızın baş yapıtları arasında anılır. Dört beyitini aktarayım:

“Daha Allah ile Cihan yok iken, biz anı var edip ilân eyledik

Hakk’a hiçbir lâyık mekân yok iken, hanemize aldık mihman eyledik

Kendisinin henüz ismi yok idi, ismi şöyle dursun cismi yok idi

Hiçbir kıyafeti, resmi yok idi, şekil verip tıpkı insan eyledik

Bu sözleri sanma her insan anlar, kuş dilidir bunu Süleyman anlar

Bu sırrı müphemi ârifan anlar, çünkü cahillerden pinhan eyledik

Vahdet âlemini bilmeyen insan, insan suretinde kaldı bir hayvan

Bizden ayrı değil hazreti sübhân, bunu Kur’an ile âyân eyledik”

Az önce Müjdat Gezen’in hayvanlara hak ettikleri fazilet teslimiyetine itiraz edenimiz olamaz. “Şeref” veya “fazilet gibi erdemlerin salt insana has olduğu fikri, tabiata haksızlıktır.

Aşık Veysel “tabiata Veysel aşık / topraktan olduk kardaşık / aynı yolcuyuz yoldaşık” derken tabiatın parçası olduğumuzu zikreder. Vahdet-i Vücud birliği semada arandığı kadar toprakta da arandığında varlığın birliğine ve tekliğine ulaşmış olacağız.

Londralı ressam ağabeyimiz Kaya Mar çizgisiyle Ahmet Edip Harabî Baba

Genel geçer yargıların etkisi Ahmet Edip Harabî Baba’yı da etkilemiş mi, tam bilemeyiz. Kur’an’da Isra Suresinin 70. Ayetinde “İnsanları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık” ifadesi yer alır. Osmanlı’daki  “eşref-i mahlukat” fikri, yeryüzünü yaşanamaz bir hale getirdiğimiz için sorgulanması kaçınılmazdır.

Diğer yandan “Süleyman’ın anlaması için kuş dili”ni kullanmak, dört kitabın dördünü  de anlaşılmaz kılmış, inananlarını perişan etmiş, egemenliği altındaki toprakların neredeyse tamamını kan gölüne çevirmiştir.

Aynı mevzu İncil’de şöyle geçer: İsa kalabalığa seslenir, Matthew 7:6  “Do not give dogs what is sacred; do not throw your pearls to pigs. If you do, they may trample them under their feet, and turn and tear you to pieces.

(Matta 7): “Kutsal olanı köpeklere vermeyin. İncilerinizi domuzların önüne atmayın. İncilerinizi ayaklarıyla çiğnedikten sonra dönüp sizi parçalayabilirler.”  Kelamın yanlışları doğrularından daha fazla. Günahsız köpek ve domuzlar üzerinden sanki kredi talep eder gibi.

Bu sebeble gökten de inse, yerden de bitse yalın ve anlaşılır dil vazgeçilmezdir. Toplumsal alanda kuram ya da kural (yasa, kanun,kararname) yazarken ima, mecaz veya kinaye kullanımı felakete davetiyedir. Kelamsal tuzaklardan uzak durmalı, “izaha muhtaç beyanatlar” dedirtmemeliyiz.

İzah sebebiyle bu yazım biraz uzayacak, özür dilerim. Mizahla, izahı çekilir hale getirmeye çalışayım.

Dünyaya ayar vermek kolay olmuyor. Yeteneğini çok kıskandığım Londralı müzisyen bir kardeşim var. Muharrem Karaer. Bir hayranı YouTube üzerinde kendisi için şöyle yazmış: “Üstad kelimesi az kalır. Müziğin en üst seviyesinin de üstü. Bu çok başka bişey. Bu müziğe hiç bi dünya hazır değil!” 

Muharrem Karaer, “Funky Arabesk” adını verdiği ilginç türün yaratıcılarından. Müthiş bir müzikal duyma yetisinin yanı sıra Allah vergisi edebi yatkınlığa sahip. Eşi Ebru ile birlikte kaydettiği, sitemkar bir aşk hikayesi gibi duran “Nutuk” adlı manifestosunda, tabiata ve tüm yaratılanlara haksızlık edip kendini eşref-i mahlukat zannedenlere son sözü söylüyor:

“Sana nutuk çekmeye meraklı değilim / Şerefsiz diyecek kadar şerefli değilim.”

İLAHİ TECELLİ – TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİ

Vahdet-i Vücud ile ya da Yunus’un kucaklaşmasıyla yaradana ulaştığımızda ana gayeyi Simpsonlar’ın 8 yaşlarındaki kızları Lisa, yaradana sorar “explain to us meaning on life”Hayatın anlamı nedir? Dalida cevap verir. “Hayat artık çekilmez hale geldi. Beni affedin.”

Simpsonlar

Hepimizi biliyoruz ki hayat palavradır. Ajda Pekkan’ın sesine en yakışan eserlerden biri “Yalan Dünya”dır. Dünyanın yalan olduğu binlerce türküde / şarkıda geçen genel kabuldür. “Palavra” parçasının orijinali Dalida’nın seslendirdiği Paroles’dir.

https://www.youtube.com/watch?v=NvuVzJiinMg

Babası, Kahire Senfoni Orkestrası’nda baş kemancı olarak çalışmış Mısır doğumlu Dalida (1933-1987), Fransızca, İtalyanca, Arapça, Almanca, İspanyolca, İbranice, İngilizce, Danimarkaca, Japonca ve Yunanca olarak 10 dilde söylediği şarkılarla dünya çapında 150 milyon albüm satmış, 55 altın plakla ödüllendirilmişti.

1987 yılında Türkiye’yi ziyareti esnasında dönemin “cumhurreisi” Kenan Evren şarkı söylemesini talep etmiş, Dalida hazırlıklı olmadığını dile getirmiş, diktatörün ısrarı üzerine şarkı söylemek zorunda kaldığı gündeme gelmişti. 29 Nisan 1987 akşamı Antalya’da son konserini vermiş, yurduna döndükten birkaç gün sonra da (3 Mayıs 1987) “Hayat artık çekilmez hale geldi. Beni affedin.” notuyla “evren”imizden ayrılmıştı. Dalida’nın aşık olduğu üç adam da kendi isteğiyle aramızdan erken ayrılanlardandı.

Aradan 35 yıl geçti. Geçen hafta, aslan yürekli kız TİP milletvekili Sera Kadıgil, Dalida’yı meclisimizde ağırladı. Dalida’nın şarkısı Ajda Pekkan’ın yorumuyla vekillerin palavra atmaması için gönülleri titretti. Palavra, palavra , palavra…

Dalida’ya “Paroles” şarkısında soruları dünyanın en yakışıklı adamı Alain Delon sorar. Dalida şarkıda Paroles kelimesini 40’dan fazla tekrar eder. Paroles palavra demek değildir. Palavrayla eş anlamlı 40’dan fazla anlama gelebilecek bir ifade biçimini simgeler.

Paroles parola demektir. Yani “lakırtıya kuru söz dememek, laf-ü güzafla ikame etmemek ya da ipe sapa gelmez kelamı telafuza yönelmemek için uydurulmuş vaat demektir, denebilir.” Gördünüz mü bir kelime için bir paragraf, dört tema doğdu.

Arapça ve İngilizce gibi bazı dillerde tek bir kelimenin bazen 15-20 manası olduğunda, tercüme ya da mealini yazarken yorum farkı harbiden harbe bile yol açabiliyor. O zaman tekrar yazalım, toplumsal alanda kuram ya da kural yazarken ima, mecaz veya kinaye kullanımı felakete davetiyedir.

SANAT ARAÇ MI, AMAÇ MI?

Medeniyetlerin en büyük göstergesi, iftihar kaynakları sanat eserleridir. Arap ve Fars kültüründe edebiyat, Antik Mısır ve Çin kültüründe mimari, Avrupa kültüründe müzik, resim, heykel hayatın en büyük parçasıdır. Her yerde, her zaman Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Sanatındır.

Okan Bayülgen diyor ki “sanat toplum için mi, sanat için mi, aptal tartışmasını sürdürmenin gereği yok. Sanat ancak para içindir. Ama bazı şeyler dinleyicilerimizi üzebilir. Para da sanat içindir. Haydi sıkıyorsa harca bakalım o parayı sanat için! der. 

Belli ki kızdırmak, kızıştırmak istiyor. Demir tavında dövülür, kızıllaşarak biçimlenir. Kızmalı.

Okan Bayülgen yanılıyor. Sanat araç değil, ahiri emeldir. Bütün kainat sanat içindir. Gayrısı milyarlarca galaksideki milyarlarca lüzumsuz yıldız, gezegen, yani kaya, toz, topraktan ibarettir.

Uydumuz Ay gibi milyarlarca uydu var. Hiç bir işe yaramayan üretim fazlası. İsraf. Koca koca taşlar. Oysa Ay’ı Ay yapan dimağlarda atfedilen sezgi ve manalardır.

Dolunay, yarım ay, aydede, ay yüzlü, hilal kaşlı, ay çöreği, ay böreği, mehtap, yakamoz, gümüşservi, bedr, moonlight serenade, moonlight sonata, Dark Side Of The Moon, Aydan, Seray, Gülay, Güray, İlkay, Sonay, Koray, Berkay, Sevilay, Kızılay hep aya anlam yüklemelerdir.

Sanat olmasa, sanatçı olmasa ay diğer uydular gibi cansız, hayatsız, heyecansız, kaba bir toprak yığını olarak kalacaktı.

“Ayın şavkı vurur sazım üstüne

söz söyleyen yoktur sözüm üstüne

gel ey hilal kaşlım dizim üstüne

Ay bir yandan sen bir yandan sar beni”

Yukardaki mısraların sahibi, toplumcu gerçekçi öykü, roman yazarımız, şairimiz  Sabahattin Ali, 1948’de başına sopayla defalarca vurularak öldürüldü. (HaberTürk’de de yer alan bilgiye göre) “Ali Ertekin, MİT (Milli İstihbarat Teşkilatı) mensubuydu. Sabahattin Ali’yi teşkilatın emriyle öldürdü.”

Devletin içine düştüğü gaflet “Ne Yiyek” aczine sıkışmış sermayenin güdümünde, paylaşımdan yana olan bir şaire duyduğu hınçtır.

SANATÇI!

“Ne Yapak” fikriyatı “sanat yapmak” olarak bizi düşünebilir kılar. Sanatçı, insanı insan yapan bu ulvi niteliğini yaratısıyla toplumsallaştıran, yaygınlaştırandır. Bir nevi elçidir.

Doğaçlama esnasında bazen imkansızı imkanlı kılanlar vardır. David Gilmour, Jimmy Hendrix, Erkan Oğur, Jimmy Page, Richie Blackmore doğaçlamalarının tekrarı imkansızdır. Sema açılır, ilahi bir kubbe doğar. Bu mucizeyle bazı konserler toplu ayine dönüşür. Mana, derinimizdeki gizli ruhani birliğin ikrarına dönüşür. Bazen tek bir şarkı, tek bir çalgıyla milyarlaca faniyi kucaklar (Ed Sheeran).

Dindar bakan veya başbakan çocuklarının kumarhane görüntüleri ya da cemaat mensubunun 6 yaşındaki bebeğe tecavüzü, kiliselerdeki çocuk istismarları hep bu manayı kavrayamama felaketleridir.

Karikatür, Öznur Kalender

Sanatçı düşmanlığı, imkansızı imkanlı kılmaya haset ve sanatçının vicdanına ket vuramayıp yüreğinden çıkan sesi susturamamasındandır. Sanatçı “yaşadığı çağın tanığı” olmak zorunda değildir ama çoğu zaman mecbur bırakılır. Vicdani mecburiyet sanatçıyı “yaşadığı çağın sanığı” kürsüsüne alır.

Hüküm yemişse “yaşadığı çağın tutsağıdır”.  Vahşiler diyarındaysa katledilmiştir, artık “yaşadığı çağın toprağıdır”. 40 yaşında öldürülen John Lennon (1940-1980) ve Victor Jara (1932-1973). 41 yaşında öldürülen Sabahattin Ali (1907-1948) gibi…

Yunus Emre “cenneti küçümsediği” gerekçesiyle bu topraklarda 800 yıldır taşa tutulur. Hem de bile bile, bugün bile. Kainatın yaradılış gayesinin irfanına ermek, mümkünse nicesini bilmek ariflik yolundaki her münevverin emelidir.

Cennet, faninin bu dünyada da benzerini göreceği yeşillikler içindeki güzel bir derenin seyri, tadabileceği envai çeşit yemiş ve “şehvani duygularını tatmin etmek için” huri ve gılmanlardan ibaretse, münevverin her iki alemde de bunlara tamah etmemesi kabahat olmamalı.

Şehvan kelime kökeni olarak Arapça şehvetten türemedir. Şehvet, neslin devamını cazip kılmak için genetik rüşvettir. Aşktan, sevgiden mahrum, vazife mukabili misafire ikram mahiyetindeki şehvetin ahirete intikalini ilahi bulmamak, ahlaki metinlerde ayan beyan ifşa edilmesini mübah görmemek günah olamaz. Tercüme hatası, mealde aksaklık, mecazda noksanlık bizi mahçup duruma düşürebilir. Hassasiyetle yaklaşıp düğümü çözebiliriz.

Damak ve tensel hazlar gibi dünyevi tatminler yerine yaradanın irfanından, ilminden nasiplenmeye gayret yobazın, bağnazın zoruna gidiyor. Gitmesin… Aşalım.

Gazeteci Cüneyt Özdemir’in televizyon programının adında geçen 5N 1K”  her bir şeyin incelenmesinde önümüzdeki soruları (konuları) betimler: Ne, neden, nasıl, nerede, ne zaman ve kim!

Ne, nerede, nasıl ve ne zaman’ın cevapları bilimin görevidir. Kim’in cevabını dinler verir; Tanrı (Eski Türklerde Tengri), God, Allah, ilah, Rab, Yehova, Budha, Konfüçyus, Nirvana, Manitu gibi özneler üzerinde mutabakat sağlanır.

Sanat tam bir muamma olan “neden” sorusuna cevap arar. Simpsonlar’ın küçük kızı Lisa’nın Tanrı’ya sorduğu soruyu (KİNAYE – Innuendo – The Show Must Go On) QUEEN’in son albümünün son parçasında ölüme koşan Faruk Bulsara “Freddie Mercury” mahlasıyla sorar: “Does anybody know what we are living for? – Ne için yaşadığımızı bilen var mı?” 

SANAT

Sanat “hakikat” değildir. Kaba taş topraktan ibaret “Ay” örneğinde olduğu gibi hakikat değersizdir. Sanat, hakikati kavramamız için yarattığımız kurgu, oyun, mizansendir. Hayal, düş, rüya, hülya, seraptır. Alman felsefeci, şair Friedrich Nietzsche (1844-1900)  “Sanat, hakikatten daha değerlidir” der. Doğrudur.

Hakikat tatminkâr ve kifayetli olsaydı sanat olmazdı. Objektif (nesnel) gerçeklik, düşünsel (subjektif) ve düşsel gerçekliğin yanında cılız kalır. Nesneler dünyadaki varlığımızı tanıma, tanımlama ve anlamlandırma sürecinde çok şey ifade etmezler.

Sanat bu boşluğu doldurur. Varlığımızın anlamının deşifresidir. Kainatın, uzay boşluğunun enlemi boylamı değil, bu anlamın keşfi ahirimizdir. Kosmosun sonsuzluğu, galaksilerin bolluğu nadidenin nadirliğine nafile muhalefettir.

Giovanni Strazza- mermer üzerinde “Büyüleyici Şeffaflık”

Sanat teklikdir. Eşsizlik, eşitsizlik ve emektir. “Liberal kapitalizmin fikir babası” diye yukarıda adını andığımız adam; Adam Smith “Emek en yüce değerdir” demiş. Hakikatteki kaba taş, emekle mezar taşı olarak yontulduğunda kutsileşir, kabirde anıtlaşır, mabette ruhanileşir, piramitte efsaneleşir, heykelin elinde tuttuğu teraziyle hakkaniyetin ifadesi olur. “Hakikat” bütün bunlardan mahrumdur! Emeksiz, kendiliğindendir. Yontulmamış, kaba ve sıkıcıdır.

Objenin objektif (nesnenin nesnel) haline subjektif (düşünsel – yapay) müdahale ile tabiattaki şekilsiz kaba şeyin eşsizleşme, anıtlaşma, kutsileşme, ruhanileşme, efsaneleşme hikayesine sanat diyoruz.

Gayrısını bir başka yazıya bırakıyoruz.

___________________

* Müzisyen de olan yazarımızın diğer çalışmalarına https://sedatsarici.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.

2656500cookie-checkİLAHİ TECELLİ

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.