Masalları bilirsiniz… “Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir karı koca varmış…’ diye başlayıp “Bir gün” ya da “Az gitmiş uz gitmiş” diye süren, “Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine” diye mutlu biten anlatılardır… Miş’li geçmiş zamanda anlatılan masalların ortak özelliği “sözlü anlatılardan derlenmesi ve genellikle zaman kavramının olmaması” denilebilir.
Günümüzde çocuklara masal anlatılmıyor okunuyor artık… Ben küçükken babaannemin dizinde ballandıra ballandıra anlattığı masalları defalarca bıkmadan usanmadan dinler ve sorular sorardım. “Ama masal bu işte ondan” yanıtı pek kesmese de yine de dinlemekten zevk alırdım. Kızlarım bebekken masal anlatmak şöyle dursun pek çok Keloğlan masalı da uydurdum hani. Keşke yazsaydım onları…
Bana anlatılanı sorgulama yönüm okul yaşamımda da hep sürdü. Din derslerinde peygamber hikayelerinde de hep sordum. “Nasıl yani Adem peygamber ile Havva’yı ya da Nuh peygamberi anladık da sonraki kuşaklar nasıl olmuş. Kardeş kardeşe mi evlenmiş yani?” Din dersi hocamız Kuddusi Yıldırım’ın tek sığınağı “Din bu! Sadece inan. Sorgulamak günah” cümlesiydi. O zamanlar dil koparma tehditi yoktu.
Fareli Köyün Kavalcısı masalını bilirsiniz. Almanya’da bir kasabada artan farelerden kurtulmak isteyen halk, farelerin kasabadan temizlenmesi amacıyla bir kavalcıyla anlaşır. Kavalcı, masal bu ya kavalını üfleyince peşine takılan fareleri nehre döker. Sıra parasını tahsile gelince belediye başkanı (ya da muhtar) çamura yatar ve parayı vermez. Bunun üzerine kavalcı da sihirli kavalını üfleyerek köyün çocuklarını peşine takar ve bir bilinmeze götürür… Bu masalı okuduğumuzda “Başkan neden parayı vermemiş” diye sormuştum. Öyle ya koskoca başkan verdiği sözü neden tutmaz ki? Üstelik para cebinden de çıkmayacak hani! “Bence” demiştim: “Fareleri kavalıyla götürebilen birisi kasabaya getirme yeteneğine de sahiptir. Para kazanmak için böyle yaptı ama başkan durumu anlayınca haybeye para vermedi…
Kırmızı Başlıklı Kız masalı da, küçük bir kız ile kurt arasındaki olaylara dayanır. Bu masal da Fareli Köyün Kavalcısı gibi daha sonraki yüzyıllarda yazıya dökülünce günümüze taşınmış. Kurdun kırmızı başlıklı kızı ormanda gördüğünde yememesi ve aldığı bilgiye dayanarak önce büyükannenin evine koşup onu yutması, sonrasında gelen küçük kıza tiyatro sahnelemesi de ilginçtir. Kim bilir çocuklara “Size oynanan oyunlar tezgah olabilir. Dikkat!” mesajı için kulak tersten gösterildi. Olsun varsın, masal bu işte!
Benim çocukken en eğlenceli bulduğum; Dede Korkut’un kuru çay üzerine yaptırdığı köprüden geçenden otuz akçe, geçmeyeninden döve döve kırk akçe alan Deli Dumrul’un destansı hikayesidir. Olup bitene kızan tanrı, Deli Dumrul’un canını alması için Azraili gönderir. Deli Dumrul canının bağışlanması için yalvarınca da kendisine bir şans verilir. O da canına karşı başka bir can bulmasıdır. Fakat bizim deliye anne ve babası bile “malımızı iste, canımızı isteme” derler… Hikaye böyle sürer… “Hikaye bu işte” dediğimiz gerçek dışılık ne yazık ki Türkiye’de 21’inci yüzyılda gerçek oldu. “Yap-işlet-devret” modeli ve “geçiş garantili” projelerle yapılan köprüleri kullanmayanlar finanse eder oldu. Bankada dövizini TL’ye çeviren zenginlerin kaybını bile köprü misali bizim halk karşılar oldu.
Masal demişken Adile Naşit’i yad etmeden geçmeyelim. 1980’lerin TRT’sindeki Uykudan Önce programında Naşit “Kuzucuklarım” diye seslendiği çocuklara masallar anlatırdı. Günümüzde eğitimli, sertifikalı masal anlatıcıları var artık. Organizasyon firmaları, anaokulları, kreşler ve sanat atölyelerinde çalışan masal anlatıcıları bu geleneğin sürmesine de vesile oluyorlar hani…
Google’dan öğrendiğimce masal anlatıcısı olmak için resmi bir eğitim zorunluluğu olmasa da genelde üniversitelerin Türk Dili ve Edebiyatı, Psikoloji gibi bölümlerinden veya iletişim fakültelerinden mezun olanlar masal anlatıcısı olarak çalışıyormuş.
Görsel sanatların dijital teknolojiyle evimize henüz girmediği günlerde masallar çocuk dünyamızı zenginleştirdi. Bana soru sorulmasına izin, sorularıma da iyi kötü yanıtlar verildiği için şanslıyım. Dinlediğim masallarda olağanüstü güçteki tek gözlü canavarların, bir dudağı yerde diğeri gökteki devlerin güçsüz olan iyiler karşısında mutlaka yenildiklerini dinledim hep.
Gerçek yaşamda da bize yaşamı zehreden, kan irin ve ölümle beslenen canavarların “kağıttan bir kaplan” gibi (akıl, mantık ve bilimi temsil eden) iyilerin ve iyiliğin karşısında yok olup gideceklerini biliyorum. Bir tarih sonrasında “miş”li geçmiş zamanda anlatılacak bizim masalımız da “Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine” diye bitecek.