KANADA’DAN… Kanada’nın Kürdistan’ı

Kanada’daki son federal seçimler, çok çabuk ve sönük geçti. Kampanyalarda adaylar da hayli sıkıcıydı. Bu bakımdan % 52 cıvarındaki aşırı düşük katılım oranına şaşırmamak lazım. Fakat seçmenlerin ilgisizliğinin nedeni, genel bir rehavetten çok, akıllarının esas Amerika seçimlerinde ve son haftalarda patlak veren finans krizinde olmasıydı. Anketlere göre, mümkün olsa da oy verebilseler, Kanadalılar Amerika seçimlerine % 80’in üzerinde bir oranla katılacak ve Obama’yı ezici bir çoğunlukla seçecekmiş gibi görünüyordu. İşini gücünü bırakıp, Obama’nın kampanyasında gönüllü çalışmaya giden Kanadalılar da var.


Kanada seçimlerinden sonra bu ülkede değişen fazla bir şey yok. Başbakan Stephan Harper, istediği çoğunluğu elde edemedi; işine yeni bir azınlık hükümetiyle devam edecek. Muhalefet ise biraz daha parçalanmış durumda; iktidardaki Muhafazakar Parti’nin azıcık daha güçlenmesi de, bu parçalanmanın sonucu zaten. Ana muhalefet partisi olan Liberal Parti, ciddi bir oy kaybına uğradı. Bu kaybın faturası, adaylar arasındaki en ciddi ve düzgün kişi olmasına rağmen, Liberal Parti’nin biraz mahcup ve hatta azıcık da “sünepe” görünümlü akademisyen başkanı Stephane Dion’a çıkarıldı; Dion, sorumluluğu üstlendi ve ilk parti kongresinde istifa edeceğini duyurdu. Diğer taraftan, ana muhalefette Liberal Parti’nin
yerini alacağı tahmin edilen “hafif sol” Yeni Demokrasi Partisi, beklenen atılımı yapamadı. Bu arada, Yeşil Parti parlamentoya giremese de, artık marjinal bir kulüp olmadığını gösterme fırsatını yakaladı.


Seçimlerin belki de “ilginç” sayılabilecek tek sonucu, kısaca “Blok” diye anılan “Quebec Bloku” partisinin gücünden pek birşey kaybetmemesiydi. Oysa bu partinin federal seçimlerde yeri olmadığı ve giderek eriyeceği düşünülüyordu. Blok, oy sayısında bir artış sağlamasa da, bir Muhafazakar çoğunluk hükümetinin kurulmasını engelleyecek oranda
sandalye kazandı. Yani eskiden olduğu gibi bugün de, kilit parti konumunda.


Bu yazıda niyetim başka, biraz da bozuk; ona aşağıda geleceğim. Fakat önce bu Quebec Bloku ve Kanada siyasi arenasındaki yeri üzerinde durmak istiyorum.


* * *


Adı üzerinde, Blok’u diğer partilerden ayıran, gücünü hemen hemen
tamamen kimlik politikalarından alması. Diğer partiler, sağ-sol,
liberal-muhafazakar gibi klasik siyasi programlarla beslenirken, Blok,
Quebec’in Fransız mirası ve kimliği ile varlığını sürdürüyor.


Blok’un nihai amacı, Quebec eyaletini Kanada federasyonundan ayırıp
bağımsız bir ülke haline getirmek. İktidara geldiği dönemlerde bu
amacına da epey yaklaşmış, bir tanesi 1980’de, diğeri de 1995’de olmak
üzere bağımsızlığın oylandığı iki referandum düzenlemiş, ancak
sonuncusunu kıl payıyla da olsa ikisini birden kaybetmişti. Son on yılı
aşkın bir süredir sürekli kan ve inisiyatif kaybeden bir hareketti Blok.


Bunun bir sürü karmaşık nedeni içinde en belirgin olanı, ülke nüfusunun
terkibindeki hızlı değişimdir. Kanada’nın diğer eyaletleri gibi Quebec
de, büyük miktarlarda göçmen alan bir coğrafyadadır. Bu göçmenlerin
hatırısayılır bir kısmının Quebec kimliği bir yana, Fransız kültürüyle
dahi bir yakınlığı yoktur. Olanların ise, kendilerini Fransız kültürü
üzerinden Quebec kimliğiyle özdeşleştirmeleri ve Blok’a destek vermeleri
için yeterli bir neden yoktur. Bu göçmenlerin Quebec nüfusu içindeki
oranı her geçen gün arttıkça, halının Blok’un altından azar azar
çekilmesi kaçınılmazdır. Blok’un bunu görerek göçmen alımına karşı
çıkması beklenebilir, ama ülkede büyüyen bir nüfusa o kadar ihtiyaç
vardır ki, Blok içinde bile göçmen-karşıtı bir yaklaşımın güçlenmesi
kolay değildir.


Blok’un elini zayıflatan bir diğer önemli etken de, Kanada’da işleyen
bir demokrasinin varlığıdır. Fransızca’nın korunmasından vergi toplama
imtiyazına varıncaya kadar, Quebec bağımsızlığına gerekçe olan çeşitli
şikayet ve taleplerin, hiç değilse bir kısmı Federal Hükümet tarafından
karşılanmış durumdadır. Hatta Quebec’in şahsına münhasır bir “ulus”
(“nation”) olduğu da, Federal Hükümet tarafından tescil edilmiş bir
husustur. Bu şartlar altında, bağımsızlıkta israr etmenin anlamsız
olduğunu düşünen “öz Quebec’liler”in (yani Fransız asıllıların)
sayısında bir artış olduğu da muhakkaktır.


Biraz da bu gerçeği göz önünde bulundurduğu içindir ki Blok, son seçimde
bağımsızlık veya daha genel otonomi konuları yerine, daha özgül ve tüm
Kanada’yı ilgilendiren sorunları gündeme taşımayı yeğledi. Örneğin,
Muhafazakar Parti’nin reşit olmayanların ağır cezalardan muafiyetini 14
yaşına kadar indirme önerisini topa tuttu. Keza, iktidarın bir sonraki
hükümette sanatçılara verilegelen devlet yardımını kaldıracağı vaadine
karşı da şiddetli bir muhalefet yürüttü Blok. Zaten programında
bağımsızlığa herhangi bir gönderme olmadığı gibi, başlıca seçim sloganı,
“Muhafazakarların çoğunlukla iktidara gelmesinin önündeki tek engel
benim” teması üzerine kuruluydu. Bu slogan tuttu, çünkü gerçekten de
Quebecli olsun olmasın, pekçok seçmenin Blok’a bu nedenle yöneldiği
kesin. Bir kısım seçmenin gözünde Blok, tek bir eyaletten kaynaklanan
bölgesel ve mahalli karakterine rağmen, federal düzeydeki siyasi
mücadelede yabana atılmayacak bir toplumsal muhalefet potansiyeli, en
azından hayati bir denge unsuru niteliği taşıyor. Blok’un son seçimdeki
nispi başarısının nedenlerini de biraz bu algılamada aramak lazım.


Tabii bütün bunlar, Blok’un nihai bağımsızlık ülküsünden uzaklaştığı
anlamına gelmiyor. Blok’un bağımsızlıkçı damarına basmak her zaman
mümkün. Bazen ters bir cümle bile buna yeterli. Nitekim, seçimin hemen
ertesinde eyaletin başkenti Quebec şehrinde yapılan uluslararası
frankofoni (Fransızca konuşan ülkeler) toplantısında, toplantıya katılan
Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy’nin tek bir cümlesi, ortalığı karıştırmaya
yetti. Sarkozy, “dünyanın yeni bir ilave ayrılığa ihtiyacı yok” deyince,
bunu Kanada’da hemen herkes Fransa’nın geleneksel yaklaşımından bir
sapma olarak yorumladı.


Fransa’nın Quebec’e yönelik geleneksel yaklaşımı, “karışmama fakat
kayıtsız da kalmama” ilkesiyle tanımlanabilir. Bu ilke, Quebec
bağımsızlığına diplomatik şekilde kodlanmış bir destek olarak
algılanıyordu. Sarkozy’nin sözü, bu desteğe iyice alışmış olan
Quebec’lileri kızdırdı; hele Charles de Gaulle’ün yıllar önce “yaşasın
özgür Quebec!” diye haykırışını hatırlayanlar için, tam bir ihanetti bu söz.


Quebec Bloku’nun seçim ertesindeki durumuna bakarak, herhalde şu sonuca
varmak mümkün: demokratik bir ülkede kök salan bir bağımsızlık
hareketinin başarı veya başarısızlığı, o ülkedeki demokrasinin
işlerliğiyle yakından ilgili. Bir takım arızi faktörlerden bağımsız
olarak, Blok’un kendi oy sayısını belirli bir oranın üstüne
çıkaramamasının başlıca nedeni, pek çok talebini gerçekleştirebileceği
bir demokratik ortamda varolması. Böyle bir ortamda, bağımsızlık
idealinin neredeyse içi boşalmış bir sembole bürünmesi, bağımsızlığın
pratikteki sakıncalarının faydalarına ağır basar hale gelmesi işten bile
değil. Bu durumun, Fransa – Quebec ilişkilerinde görüldüğü gibi, “ağabey
– kardeş” ilişkilerini kayganlaştırması da çok muhtemel: bazı ağabey
ülkelerin, tam da bu demokratik opsiyon imkanına güvenerek, sık sık da
bunu daha “yüksek” menfaatlerine gerekçe yaparak (ki bu menfaatler bazen
gayet rasyonel menfaatler olabilir), kardeş ülke veya hareketlerin
ayrılıkçı dürtülerini dizginleme yoluna gidebildiklerini görüyoruz.


Diğer taraftan, Blok’un seçimden oldukça hasarsız çıkması, kimlik
taleplerinin en cömert şekilde karşılandığı, en demokratik ortamlarda
bile bağımsızlık ateşinin tamamen sönmediğini ve sönmeyeceğini de
yeterince gösteriyor. Dahası, bağımsızlık arayışının bazen kimlik
taleplerinden ayrı, bambaşka toplumsal ve sınıfsal taleplere aracılık
ettiğine de tanık oluyoruz. Kanada’daki son seçimin tekrar doğruladığı
bir gerçek de bu.


Bu kadar genel düşünüldüğü zaman, insanın aklı ister istemez Türkiye’ye,
Türkiye’deki ayrılıkçı Kürt hareketine ve Kuzey Irak’taki Kürdistan
Yönetimi’ne gidiyor. Kötü bir huy, kötü bir yatkınlık, biliyorum.
Üstelik, “Quebec nire, Kürdistan nire!” diye itiraz edildiğini duyar
gibiyim. Bu iki coğrafyanın kıyaslanacak son iki örnek olduğu
söylenebilir, fakat tüm ayrılıkçı hareketlerin gelişme diyalektiğinin
bazı evrensel boyutları olduğunu da unutmamak lazım (Ayrıca Quebec –
Kürdistan benzetmesi, hiç rastlanmayan bir yakıştırma değil. Bir
keresinde, Quebec’le işim olduğunu öğrenen çok hanım hanımcık bir Türk
hanımın, kaşlarını çatarak, “Tüm Kanada dururken Quebec’te işiniz ne?
Orası Kanada’nın Kürdistanı” diyerek beni kendince uyardığını, dün gibi
hatırlıyorum.). Quebec’le Kürdistan arasında dağlar, okyanuslar kadar
fark olduğu muhakkak; ama bu aşikar farklar bazı gizli koşutlukları
görmemizi engellememeli. Ben burada kapsamlı bir karşılaştırmaya girecek
değilim; ancak Quebec – Kürdistan benzetmesinin çağrıştırdığı birkaç
soru ve düşünceyi dile getirmeden de geçmek istemiyorum.


İlk akla gelen soru şu: Türkiye’deki bir Kürt partisinin, gelecekte
Quebec Bloku’na benzer niteliklere kavuşması umulabilir mi? Demokrasi
ile ayrılıkçılık arasındaki ters orantılı denklem, eğer Quebec’te olduğu
gibi Türkiye’de de geçerliyse, bu soruya olumlu yanıt vermek prensipte
mümkündür.


Bugün Türkiye’deki Kürt partisi DTP’dir. Bu parti halen sırtında iki
ağır küfeyle yürümeye çalışmaktadır: bir yanda yoğun bir baskı ve her an
kapatılma tehdidi altındadır; diğer yanda PKK’ya göbekten bağlı olma ya
da mesafe alamama gibi ciddi bir handikapla yaşamaktadır. Tavuk –
yumurta misali, bu iki olumsuzluktan hangisinin öbürünü doğurduğu
sonsuza dek tartışılabilir, ancak DTP’nin bu küfelerle pek yol
alamayacağı ortadadır. “Türkiye’nin demokrasi sınavı” denen bitmek
bilmeyen süreç nasıl son olarak AKP davasına bağlı idiyse, bu sefer daha
da büyük ölçüde DTP’nin akıbetine bağlı görünüyor. Eğer DTP nefes alma
fırsatı bulup da köklü bir değişimden geçerse, ya da yerine yukarıda
sayılan handikaplardan azade yeni bir Kürt partisi kurulursa, bu
partinin kendi kimliğinin ve bölgesel ağırlığının da ötesine geçerek,
ulusal düzeyde anahtar bir güç haline dönüşmesini tasavvur etmek hiç de
imkansız değildir.


Quebec’in Kanada içindeki konumu ilginçtir. Bizzat Quebec eyaleti
içindeki Fransız asıllı Quebecliler, birkaç on yıl öncesine kadar,
yüzyıllar boyunca İngiliz asıllıların tahakkümü altında kalmış ve ikinci
sınıf yurttaş muamelesi görmüştür. Sömürgeye ve sömürgeciliğe karşı
direniş/başkaldırı söylemlerinin en çok Quebec’te yankı bulmasında, bu
ezilmiş Fransız kimlik ve geçmişinin rolü küçümsenemez. Fransız
Quebecliler bu nedenle Kanada genelinde toplumsal ve sınıfsal konulara
karşı en duyarlı ve bilinçli kesimlerin başında gelir. Kanada’nın
rengini ve kaderini tayin eden kültür, sanat, politika ve yönetim
kadrolarının önemli bir kısmının bunlar arasından çıkması bu bakımdan
bir tesadüf değildir. Quebeclilerin bu öncü konumlarında, Fransız
kültürünün Avrupa ile sağladığı ilave temasın da bir payı vardır kuşkusuz.


Kürtlerin Türkiye içindeki durumunda da belirli koşutluklara rastlamak
zor değil. Kürtler de Quebecliler gibi, her zaman kanun önünde eşit
haklara sahip olmuşlardır ama bu eşitlik, onların fiiliyatta fakirlikten
ve yoksunluktan çıkmalarını sağlamamış, ikinci sınıf vatandaş muamelesi
görmelerini engellememiştir. Bu ikinci sınıf vatandaşlık meselesi, son
yıllarda Quebec örneğini fersah fersah gerilerde bırakacak şekilde, çok
yaygın ve derinlemesine hissedilen bir olgu haline gelmiştir (Quebec’te
ne İngiliz ve Fransız asıllılar arasında Türkiye’deki gibi kan
dökülmüştü, ne de linç girişimine varan olaylar yaşanmıştı.). Gerçi,
Kürtlerin Quebeclilerden farklı olarak kültürel anlamda Avrupa ile
organik bir bağı yoktur ama, Avrupa’daki Kürt diyasporası hesaba
katılırsa, bambaşka bir bağlamda da olsa, Kürtlerin Avrupa ile belirli
bir dirsek teması bulunduğu açıktır. Daha çok siyasal planla sınırlı
kalsa da, azımsanmayacak bir temasdır bu. Kürtlerin Avrupa ve genel
olarak dünya kamuoyunun vicdanında veya kollektif hafızasında, bir
“devletsiz millet” olarak köklü bir yer edindiğini unutmamak gerekir.
Bugün PKK, başta Avrupa olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde terörist
olduğu gerekçesiyle yasaklanmıştır ama, tüm dünya medyasında PKK
militanlarının halen “terörist” değil, “gerilla” sıfatıyla anılmaya
devam ettiği hepimizin malumudur.


Quebec Bloku, nihayetinde bir Quebec partisidir ve tüm Kanada’nın
sorunlarına çözüm üretmesi beklenemez. Çözüm üretmek bir kenara, federal
sorunların tamamını gündemine alması bile çok güçtür. Ne var ki, Quebec
bağımsızlığının anakronikleştiği bir dönemde dahi Blok eğer hala
hayatiyetini koruyabiliyorsa, bunda Quebec’in Kanada içindeki özel
tarihi konumunun önemli bir katkısı vardır. Gelecekteki bir Kürt
partisinin de, en ideal şartlar altında bile Türkiye’nin tüm sorunlarını
kucaklaması – temenni edilse dahi – pek beklenemez, ancak Kürtlerin
Türkiye içindeki özel ve gitgide daha da “özelleşen” konumlarına
bakılırsa, bir Kürt partisinin Blok’a benzer şekilde Türkiye’deki olağan
politik sürecin vazgeçilmez unsurlarından biri haline gelmesi pekala
mümkündür (bu süreç, Türkiye’de ne kadar “olağan” olabiliyorsa tabii).


Kürt meselesi onyıllardır Türkiye’nin kaderini acıyla, kanla olumsuz
şekilde zaten belirleyegelmektedir; ileride bu belirleme durumu olumlu
bir şekle dönüşebilir. Sözgelimi, bugün darmadağın ve lidersiz görünen
Türk solunu, bir Kürt babayiğit çekip çevirebilir (öyle “Kürt asıllı”
falan değil, “Kürdüm” diyen harbi bir Kürt!). Türk solundaki büyüyen
Kürt etkisi şimdiden görülen bir olgudur. Örneğin, son seçimde meclise
girebilen tek sosyalist milletvekilinin arkasında belirleyici miktarda
Kürt oylarının bulunması, bu olgunun ipuçlarından biri sayılabilir.


Belki de en sonuncu göç dalgasını oluşturdukları için, bugün Türkiye’de
en hızlı şehirleşen kesim Kürtlerdir. Bazen zorlama sonucu ve berbat
koşullar altında da olsa, Kürt nüfusun artık yarısından fazlasının “bir
şekilde” şehirlerde yaşadığı bilinmektedir. “Şehirde yaşamak”la “şehri
yaşamak” elbette aynı şeyler değildir, fakat ikinci kategorilerin nüfus
içindeki oranı arttıkça, Kürtlerin politik yaşama katılımı da
çeşitlenecektir şüphesiz. Günün birinde Kürtler, Türkiye’de yalnız solun
değil, sözgelimi liberallerin, yeşillerin ön saflarında da yer alabilir.
Yani Kürt sorunundan kaynaklanan enerji ve hayatiyet, sadece bir Kürt
partisinin bünyesi içinde veya kenarında değil, Türkiye çapındaki tüm
akım ve kurumlarda da kendini hissettirebilir.


* * *


Bugün Türkiye, Kürt sorununu demokratik bir mecraya sokamamanın
sancıları içindedir. Bu başarılabilirse, Türkiye’nin komşuları ve
“müttefikleri”yle olan sıkıntılı ilişkilerinde büyük bir ferahlama
görüleceği kesindir. Türkiye başka ülkelerdeki Türk azınlıklarını
“kollamayı”, gücü yettiğinde onlar uğruna müdahalelerde bulunmayı çok
sever, fakat kendi azınlıklarına yönelik benzer türde koruma ve müdahale
girişimlerinden hiç hoşlanmaz. Girişimleri geçtik, bu yöndeki jestlere
ve iki lakırdıya dahi tahammülsüzdür. Bu çifte standart zaman zaman
bütün ülkelerin politikalarında görülür ama, Türkiye’nin dış politika
sicilinde fazlaca bir yer tutmaktadır; herhalde biraz, hemen her komşu
ülkede bir Türk azınlığın mevcudiyetinin de bir sonucudur bu.


Diğer ülkelerdeki kendi ırk veya dinine ait azınlıkları korumak, aslında
çok nadiren devletlerin gerçek niyetini yansıtır. Gerçekte devletler
daima yayılmacı emeller peşindedir ve azınlıkları korumak çoğu zaman bu
emellerin kılıfı olmaktan öteye gitmez. Fakat bazen, istikrar arayışı,
ekonomik konsolidasyon çabası ve daha üstün olduğu düşünülen ulusal
çıkarlar bu yayılmacı emellere ağır basabilir ve yeterli güvenceyi
bulduklarında (bazen bulmadan da), devletler bu “azınlık kollama” işini
askıya alabilirler. Tabii azınlıkların, yaşadıkları ülkenin kendi
devleti tarafından asgari bir koruma altında olması, diğer devletlerin
azınlık kollama işinden vazgeçmede ellerini çok rahatlatan önemli bir
etkendir.


Dikkat edilirse, sayısız örnek arasında, bizzat Türkiye’nin davranışını
da bu iyi bilinen yalın kurallar belirlemektedir. Hatırlanacağı üzere
Türkiye, Sovyetler’in çöküşü ardından, Orta Asya’daki Türki
cumhuriyetlere “ağabeylik” yapmaya girişmiş, ama kısa sürede yelkenleri
suya indirmişti. Çünkü Rusya’yı işkillendirmemek ve bu dev ülkeyle ortak
projeler geliştirmek, hatta sadece alış-veriş yapmak, Türk birliği
ülküsünden çok daha önemliydi. Çeçenistan’da da, bu sefer din kardeşliği
adına benzer bir rüzgar esivermiş ve çarçabuk sönmüştü. Kıbrıs’ta da,
Türk kesimine yeterli güvenceyi sağladığı takdirde, Türkiye daha geniş
bir Avrupa projesi çerçevesinde adadaki fetih dönemini sona erdirmeye
hazır görünmektedir. Sarkozy’nin Quebec’teki son adımı da, Fransa’nın
Kanada ve Kuzey Atlantik’teki çok daha hacimli menfaatlerinin frankofoni
birliğine ağır bastığının bir duyurusu gibidir.


Kuzey Irak’taki Kürdistan yönetiminin lideri Barzani’nin de, uygun bir
konjonktürde benzer bir tercihte bulunmaması için fazla bir neden yoktur
aslında. Nasıl ki Sarkozy, Quebec’in bağımsızlık idealine mesafeli hatta
karşı durabiliyorsa, Barzani de, başta PKK’nın Irak’taki varlığı olmak
üzere Türkiye’deki Kürt oluşumlarından uzak durmayı, onları
cesaretlendirmemeyi ve kışkırtmamayı tercih edebilir. Barzani bunu
yapmadığını resmi planda zaten beyan etmektedir, ama bu konuda şüpheler
yoğun olduğu için, ben gerçekten yapmamayı kastediyorum. Barzani bir
ışık gördüğü zaman, bunu gerçekten yapmamayı, tersine Türkiye’deki Kürt
oluşumlarını ülkenin siyasal sürecine katılma doğrultusunda teşvik
etmeyi gerçekten yeğleyebilir.


Çok muhtemeldir ki Irak savaşının başlangıcında, Barzani bu yaklaşıma
hayli yakın bir noktada duruyordu. Türkiye’nin Kuzey Irak’taki bağımsız
veya federal bir Kürdistan fikrine nasıl yaklaşacağı, Iraklı Kürtler
için o kritik günlerde şimdikinden de büyük önem taşıyordu. Türkiye o
dönemde Iraklı Kürtleri belirli koşullar altında tanıma ve onlarla
anlaşma yönüne gitseydi, Iraklı Kürtlerden de ciddi bir karşılık
göreceği muhakkaktı. Üstelik Amerika’nın Kürt desteğine mahkum olacağını
henüz tam kavrayamadığı o dönemde, Türkiye’nin gerek Türkmen azınlık
gerek Kerkük ve petrol yatakları konusunda Iraklı Kürtlerden makul
güvenceler almak için elindeki kozlar bugünkünden çok daha fazlaydı.
Fakat Kuzey Irak’taki bağımsız bir Kürdistan’ın Türkiye’de bir emsal
veya çekim merkezi yaratacağı korkusu, tartışmalı bir varsayıma
dayanmasına rağmen, diğer bütün ihtimal ve hesapların önüne geçti ve
Türkiye’nin Iraklı Kürtlere yönelik herhangi bir inisiyatif almasını
engelledi.


Bu yetmiyormuş gibi, Türkiye sırf bu korku yüzünden dosta düşmana
gereksiz tavizler verip, o çok değerli diplomatik kredisinden
hatırısayılır bir miktarı heba etti. Üstüne üstlük, etik planda tüm
dünyanın lanetlediği Amerika’nın bile gerisine düştü. Çünkü eğer
Amerika’nın, kendi niyetlerinden bağımsız olarak Irak’ta yaptıklarının
çok nadir birkaç hayırlı sonucu olmuşsa, onlardan biri de, Irak’a
müdahalenin Saddam tarafından ezilen Kürtlere bir ülke kurma fırsatı
vermiş olmasıdır. Tarihin bu dönemecinde, bir millet olma özelliklerinin
tamamına sahip olan Kürtlerin, hele kanlı bir dikta rejiminden sonra,
kendi coğrafyalarında kendilerini yönetmelerinden daha doğal ne
olabilir? Amerika’nın Arapları da fazla küstürmemeye çalışarak sınırlı
ve temkinli şekilde bu doğal gerekliliğe uygun politika yürütmesinin,
Türkiye’den gayrı dünyanın hemen hiçbir köşesinde tepki toplamamış
olması bu bakımdan şaşırtıcı değildir. Türkiye’nin bağımsız – ve azami
biçimde genişlemiş – bir Kürdistan fikrine açık çek vermesi elbette
beklenemezdi, ama daha başından delineceği belli olan bir takım kırmızı
çizgiler çekerek Kürt yönetimini peşinen dışlaması, Türkiye’yi sadece
etik değil stratejik açıdan da zayıf ve yapayalnız bir konuma sürükledi.


Son günlerde Türk yetkililerin Barzani yönetimiyle yakın temasa geçerek,
dibe vurmuş ilişkileri canlandırmaya çalıştığını duyuyoruz. Zararın
neresinden dönülse kardır; düne göre daha az da olsa, bu temaslardan iki
tarafın da kazanacağı çok şey vardır. Uzak olmayan bir gelecekte
Amerika’nın Irak’tan çekilme olasılığının artması bir yandan Barzani’yi,
Irak’taki bağımsız yahut yarı-bağımsız bir Kürt devletinin PKK ile
mücadelede bir problem değil bir çözüm unsuru olabileceği perspektifi de
öte yandan Türkiye’yi daha gerçekçi bir çizgide buluşturabilir. Ama
sonuçta Iraklı Kürtlerin her vesileyle tekrarladıkları gibi, “çözüm
içeride”dir. Ve artık askerler dahil Türkiye’deki devletluların da
lütfen teslim ettiği gibi, “çözüm askeri değil”dir.


Kimisine göre, bütün bu “çözüm” lafları içi boş sloganlardan ibarettir,
biliyorum. Biliyorum, çünkü içimdeki bir ses de bazen bunu söylüyor.
Dahası, şu Quebec – Kürdistan hattı üzerinde gidip gelmenin de saçmalık
olduğunu söyleyenleri gene duyar gibiyim. İtirazlarını tahmin etmek zor
değil: gerçekten de, içselleşmiş çatışma kültüründen üniter devlet
yapısına, varlığı süregelen köylülük ve feodalite unsurlarından çarpık
ve yetersiz şehirleşmeye kadar, Türkiye’yi Kanada’dan ve daha genel
olarak “Yeni Dünya”dan ayıran muazzam farklar var. Lakin aşılması en zor
farklılıkları bile öğütüp yutan bir dünyada yaşadığımızı unutmamak
gerek. Irak’ın başına bir Kürt liderin gelmesinden tutun da, Amerikan
başkanlığına kara derili bir adayın el atmasına varıncaya kadar, çok
yakın zamana kadar tasavvur edilmesi bile güç olayların cereyan ettiği
bir dünya bu. Böyle bir dünyada, en benzersiz yapıların ve durumların
bile birbirlerine bir şekilde esin kaynağı olması veya çağrışımlar
yapması doğal, belki de kaçınılmaz.

640970cookie-checkKANADA’DAN… Kanada’nın Kürdistan’ı
Önceki haberDüşes’ten cevap var
Sonraki haberBaşbakan yanlış yaparsa…
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.