KANADA’DAN… Nuray Mert ve Patrikhane takıntısı

Yunanistan Başbakanı Karamanlis’in Türkiye’ye gelişi vesilesiyle, ekümeniklik konusu tekrar patlak verdi.   İlginç olan, ilk defa bir Türk hükümeti bu konuya akılcı bir şekilde yaklaşma işaretleri gösterirken, halihazırdaki hükümeti daima bir perde üstten eleştiren ve hep önünde koşan bazı düşünür ve yorumcuların, bu sefer hükümetin gerisine düşmeleriydi.  Nuray Mert’i de bunların arasında görmek üzücü.  Son yazılarıyla Mert, sazı eline almış, aynen üç yıl önce bıraktığı yerden devam eder görünüyor.  Üç yıl kadar önce, Radikal’de çıkmış bir yazımın ardından söylediklerini, hiçbir yeni perspektif katmadan,  şimdi tekrarlar görünüyor.  O zamanlar kendisine cevaben aşağıdaki yazıyı yazmıştım, ancak ya hızla değişen gündemin dışında kaldığından, ya da kimbilir, gazetenin kendi yazarıyla bir polemikleşme istenmediğinden,  Radikal’de yayınlanmamıştı.  Maalesef Türkiye’de  tartışmalar çoğu kez yerinde saydığı için, yazılar da bir türlü bayatlayamıyor.  O bakımdan  bu yazıyı hiç değiştirmeden, bu sefer Açık Gazete’de yayınlamakta yarar görüyorum.  Ayrı bir kulvarda da kalsa,  bugünlerde Ayhan Aktar’la Mert arasında alevlenen polemiğe dikkat çeker ve belki bir katkısı olur ümidiyle…


***


Fener Patrikhanesi’yle ilgili tartışmalar, dinmek durulmak bilmiyor.  Bir buçuk ay kadar önce bu gazetede Nuray Mert, ekümeniklik krizi vesilesiyle Fener Patrikhanesi’ni hedef alan bir yazı yazmıştı (07/12/04).  Yalnız Patrikhane’yi hedef almakla yetinmeyip, ekümeniklik konusunu son tahlilde cemaat-içi bir sorun olarak ibadet özgürlüğü bağlamında değerlendirenleri geri zekalılık ve cehaletle damgalamaktan da geri kalmayan sert ve hayli saldırgan bir yazıydı bu.  Geçenlerde, bu sefer denize haç atma törenine ülkücülerin gösterdiği tepki vesilesiyle, köşesinde Mert yeniden değinmiş Patrikhane konusuna (25/01/05).  Daha mülayim görünmesine rağmen, ülkücülerin çirkin gösterilerini dahi mantıken haklı çıkarabilecek yalpalamalarla malul olduğu için, aslında ilkinden daha da vahim bir yazıydı bu.  Bu iki yazı bir bütün olarak okunduğunda, Mert’in Patrikhane ile ilgili bir takıntısı olduğunu düşünmeden edemiyor insan.  Bu bir takıntı olmasa, herkesten çok kendisini rahatsız edecek yanlış akıl yürütmelere kapılması nasıl izah edilebilir?
     Mert, özellikle ilk yazısında, ivedilikle yanıtlanmasını istediği bir dizi soru soruyor.  Ancak bunların çoğu, cevabı başından aşikar olan, bir kısmı da Mert’in dayanamayıp kendisinin zaten yanıtlayıverdiği retorik sorular.  O bakımdan, bunlara cevap yetiştirmek yerine, burada sadece, Mert’i en çok öfkelendirdiğini düşündüğüm husus üzerinde duracağım.  Ama bunu yaparken, Mert’in bir-iki sorusunu da yanıtlamış olacağımı umuyorum.


Sanırım Mert’i en çok öfkelendiren husus, Patrikhane ile ilgili bazı konuların, düpedüz siyasal emellerin aleti olmuşken, cemaat hakları ve ibadet özgürlüğüne ilişkin konularmış gibi sunulması.  “Ne alakası var Fener Rum Patrikliği’nin ekümenik sıfatı almasının veya Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasının dinsel özgürlüklerle?” diye soruyor.  Bunların Rum cemaatinin gündelik yaşam ve geçim sorunlarıyla ilgili olmadığı elbette söylenebilir, Mert’in de vurguladığı gibi.  Fakat Ruhban Okulu sorununun dinsel özgürlüklerle alakası olmadığını savunmak, olduğunu savunmaktan herhalde daha zordur; bu zor işi Mert’in kendisine bırakalım.


Ekümeniklik konusu kuşkusuz daha farklı bir planda değerlendirilebilir.  Sovyetler’in çöküşüyle birlikte, yeryüzünde taşların oynamadığı hemen hiçbir bölge ve ülke kalmadığını, temel jeopolitik bloklar arasındaki gerilim ve çekişmeler kadar, kiliseler, mezhepler ve dinler arasındaki türlü rekabet ve çelişmenin de su yüzüne vurduğunu ve giderek kızıştığını biliyoruz.  Son zamanlarda ekümeniklik konusunun ön plana çıkması da, bu gelişmelerin bir sonucu olarak görülebilir.  Her ne kadar Patrikhane’nin otorite mücadelesi Türkiye’den çok kendi Ortodoks alemine dönük ise de, bu mücadelenin araçlarından biri olan ekümeniklik konusunun siyasal bir boyutu olduğu tartışma götürmez.  Ne var ki, siyasal bir boyutu olması, ekümeniklik konusunun cemaat hakları ve ibadet özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesinin reddi için bir gerekçe oluşturabilir mi?  Oluşturduğunu düşünmek için, ‘siyaset’in de, ‘ibadet özgürlüğü’nün de çok dar bir tanımını benimsemiş olmak gerekir.  Bu durumda, “ekümeniklik konusunun dinsel özgürlüklerle ne alakası var” diye sormakla, Yunanlı yetkililerin yakınlarda gene yaptıkları gibi, “Türk sözcüğünü dernek adlarının başına koymakta ısrar etmenin (Batı Trakya’daki) cemaat ve azınlık haklarıyla ne alakası var” diye sormak arasında ne fark kalır acaba?  Ya da, oldum olası laik yasakçılarımızın yaptığı gibi, “başörtüsü siyasal bir simge, bunun ibadet özgürlüğüyle ne ilgisi var” diye sormanın, örneğin, ne farkı olur?


Mert, Patrikhane’nin kurumsal ve siyasal genişleme hesaplarının azınlık ve ibadet haklarından ayırt edilmesini öneriyor.  Fikir,  fevkalade makul ve meşru.  Ancak bu işin, Mert’in makalesinde yaptığı gibi, sapla samanı ayırmak kadar kolay olamayacağı ortada.  Oysa, dinle devlet ve siyasetle özgürlükler arasındaki ilişkiler üzerine Mert kadar kafa yormuş birinin, kolaycılıktan uzak çok daha aydınlatıcı tahliller geliştirmesi beklenirdi.


Ama işte tam da bu noktada, takıntı dediğim o belanın Mert’in başına musallat olduğu kanaatindeyim.  Takıntının başlıca nedeni, Mert’in konuya ilişkin etik duruşundaki sakatlıkta gizli.  Bu önemli, çünkü çoğu siyasal olay ve olguya yönelik anlamlı ve etkili müdahalelerinde, gücünü öncelikle etik duruşundan ve değerlerinden alan bir yazar Mert.
Oysa, iş Patrikhane ve ekümeniklik konusuna gelince, sorunu siyasal düzleme taşıyıp, tamamen bu düzlemde çözmeyi yeğlediğini görüyoruz.  Tabii bu da bir yol, ancak vardığı sonucun çok parlak olduğu söylenemez.  Zira burada da sorun, Mert’in pek sorgulamadan benimsemiş göründüğü bir varsayımdan kaynaklanıyor: karşı çıkmak, tasfiye etmek veya mahkum etmek istediğiniz bir şeyi ne kadar siyasallaştırırsanız, amacınıza o kadar kolay ve çabuk ulaşırsınız.  Karakollarda veya parti kurullarında falan belki işe yarayan, ama herhalde pek doğru olmayan bir düşünme refleksi bu.  Mert de, ekümeniklik sorununu, İslam’a karşı dünya çapında oluşan stratejik bir kamplaşmanın neredeyse merkezine yerleştirerek, tasfiye veya mahkum edebileceğini düşünüyor olsa gerek.  Oysa, sorunun siyasal yönünün göz önüne serilmesi, onun otomatikman ortadan kaldırılması yahut özgürlükler alanının dışına kovulması için yeterli bir gerekçe veya zemin oluşturmuyor.   Mert’in çizdiği Huntingtonvari tablo gerçeğin ta kendisi gibi kabul edilse bile, bu tablo içinde, konjonktüre ve şartlara bağlı olarak, ekümeniklik meselesine cephe almak bir yana, olumlu yaklaşmak için dahi bir sürü neden bulunabilir; kanımca, bu nedenler fazlasıyla mevcuttur da.


Fakat Mert’in bütün bu ve benzeri mülahazalara kulak verecek hali yok sanıyorum, çünkü öfkeli.  Öfkesini besleyen de, amiyane tabiriyle, kuyruk acısı denebilecek bir duygudan başka şey değil.  Zira, bazı ifadelerine bakılırsa, “başbakanın eşinin bile başörtüsü ile kamu alanından yasaklı bir hayat sürdüğü bir ülkede”, ekümeniklik konusunun herhangi bir şekilde özgürlükler bağlamında tasavvur edilmesini dahi bu ülkenin mazlum milletine bir haksızlık olarak düşündüğü izlenimini bırakıyor Mert.  Yani, bana yar olmayan, başkalarına da olmasın!  Benim özgürlüğüm yoksa, başkalarının da olmasın!  Ülkemizdeki bazı müminlerin böyle sağlıksız bir tepki vermesi belki doğaldır, ama Mert’in kendisinin de aynı haleti ruhiye içinde bulunması herhalde o kadar doğal ve anlaşılır bir durum değil.  Mert’in etik duruşundaki sakatlık dediğim şey, kendini her şeyden önce bu haleti ruhiyede gösteriyor.



Adnan Ekşigil
[email protected]

640930cookie-checkKANADA’DAN… Nuray Mert ve Patrikhane takıntısı
Önceki haberİNGİLTERE’DEN… Bethlehem’de çocuklar
Sonraki haberABD Savunma Bakanı müşteri kızıştırıyor
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.