Kazalar… Kazalar…

Bu ülkede trafik kazalarında ne çok insan ölüyor, hele bayram tatillerinde. Bu bayram iki yüz on ölü beş yüz yaralı gibilerden gazete haberleri bizi yadırgatmaz oldu. Her şeye çok kolay alışırken buna da pek güzel alıştık. Vah vah deyip geçiyoruz. İster alışkanlık deyin ister duyarsızlık deyin, bizler bundan tedirgin değiliz. Trafik sefaletine herkes alışmış görünüyor. Bir iki ağlama bir iki dövünme, sonra her şey rayına oturuyor ve yaşam hiçbir şey olmamış gibi sürüp gidiyor. Kazaların altındaki ruhsal ya da kültürel etkenleri araştırmak gibi bir eğilimimiz yok. En güzeli unutmaktır. Bizler unutmayı da unutturmayı da pek severiz ve pek güzel beceririz. “Görülmez kaza” diye bir deyim var ya, bu bizim yalancılığımızın ürünüdür. Bakmayı bilmezsen göremezsin elbet.

Durum bizde iyiden iyiye vahim ama dünyada da pek içaçıcı değil. Araştırmacı kurumların yaptığı araştırmalardan çıkan sonuçlar trafik kazalarıyla gelen ölümlerin kalp hastalıklarından ve kanserden sonra üçüncü sırayı koruduğunu gösteriyor. Dünyanın her yerinde ölümcül trafik kazalarını yapanlar daha çok kırk yaşın altındaki kimselermiş. Gene araştırmalar bize bu vahim tabloyu besleyen nedenlerin başında kişilik yetmezliklerinin ya da kişilik bozukluklarının olduğunu bildiriyor. Hasarın küçük olduğu basit kazaları her yaştan ve her kültür düzeyinden insanlar yapabiliyorlar. Ama ölümlerle biten kazalarda yetersizlik sorunu karşımıza çıkıyor. Yetersizlik öncelikle bedensel bir takım sıkıntılarla ilgilidir. İyi görmeyenler ve iyi işitmeyenler herkesten çok kaza yapmaya yatkın oluyorlar. Bazı trafik kazaları da değişik açılardan bakıldığında bir iş kazası özelliği gösterebiliyor. Kamyonetindeki sütleri iki saatin içinde yirmi beş yere ulaştırmak zorunda olan bir dağıtıcı şoför telaşla ve yorgunlukla büyük bir kazaya yol açabiliyor. Uzun yol şoförleri birkaç saniyelik uykularını uyumaya alışmış kimselerdir, onlar bu küçük uykularından birinde kendilerini şarampolde bulabiliyorlar.

Öyle görünüyor ki trafik kazalarını besleyen en etkin kaynak ruhsal yetersizlikler kaynağıdır. Yetersiz bilinç koşullarında birey makineyle sağlıklı ilişki kurmakta eksik kalıyor. Burada özellikle makineyle özdeşleşme dediğimiz durum kendini gösteriyor. Yetersiz insan makinenin olanaklarıyla kendi olanaklarını bir tutmak gibi bir yanlışa düşüyor. O artık ustadır: makineye egemen olduğuna göre istediği yerden girip istediği yerden çıkabilir, istediği kadar hız yapabilir. Bu noktada bir şeylere egemen olma takıntısı belirleyicidir. Belki de yaşamında hiçbir şeye egemen olamamış bir insan otomobil denen alete egemen olurken ya da daha doğrusu olduğunu sanırken bir tür kişilik kanıtlama telaşındadır. Makineyle insan ilişkisinde ille bir egemen olacaksa bu egemenin insan olması gerekir. Yoksa makine kendi koşullarını insana ödünsüz dayatacaktır. Makinelerin dünyasında her etki belli sonucu doğurur. Şu kadar hız yapıyorsanız önünüzdekiyle aranızda şu kadar uzaklık olması gerekir, bu koşulu her zorlayışınızda kaza yapma olasılığını artırırsınız.

Resmi makamlardan otomobil sürme belgesini alan kişi usta şoför ruhsallığına bir güzel yerleşiverir. O bu duyguyu yaşadığı sürece kendisi için de başkaları için tehlikelidir. Ona kişiliğindeki boşlukları unutturan bu yeterlik belgesi sahte bir egemenlik belgesidir. O bu belgeye kavuşmakla tüm sorunlarının üstüne çıkmış gibidir. Hele “altında” gösterişli ve hızlı bir makine varsa.  İnsanın kendine güvenmesi çok güzel ve istenir bir şeydir, ama bu güven sağlam gerekçeleri olmadığı zaman son derece tehlikelidir. Kendinize güveniyorsunuz, otomobilinize güveniyorsunuz, her şey yolunda, hava güzel, yolun hakkını vermek gerekir diye basıyorsunuz gaza. Bir de bakıyorsunuz ki…  Bakacak durumunuz kalmışsa… Bir ya da iki yıl oldu nerdeyse, bir görüntü ne yapsam gözlerimin önünden gitmiyor. Daha üstlerini gazetelerle örtmemişler. Çok güzel bir kız çocuğu. Nasıl da özenle giyinmiş. Kim bilir ne kadar sevinçliydi babasının otomobiline binerken. Ezilmiş bir çiçek gibi çaresiz yatıyor. Onun az ötesinde yedi yaşlarında bir oğlan çocuğu. O da yapışmış yere. O da kim bilir nasıl havalarda uçuyordu otomobile binerken. İkisi de bilmiyordu güvenilmez bir babanın elinde olduklarını. Baba dizlerini dövüyor. Adam bunu isteyerek yapmadı demeyin. İsteseydi yapmayabilirdi. Yıllar önce bir gece karanlığında korkunç bir yağmur altında yola çıkarken ben, yıllardır otomobil sürmemişim, otomobilci bu havada şoförlüğüne mi güveniyorsun beyamca demişti. Hayır demiştim, kendime güveniyorum.

2044630cookie-checkKazalar… Kazalar…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.