sonuçta kimin ne söylediğine dair bir şey anlaşılmayan tartışma programları, seyircinin saflara bölündüğü, takım tutar gibi konuşmacı tuttuğu ve sonuç olarak bütün toplumsal sorumluluğun konuşmacıya yüklendiği bir tür yeni “deşarj olma” biçimi yarattı.
Bu yeni rahatlama biçiminde; “yurttaş sorumluluğu” taraftarların (izleyicilerin) konuşmacılardan birisine yüklediği bir sorumluluk olarak kalırken,”politik bilinç”ise konuşmacıyla “özdeşleşme” yoluyla toplumsal bilinçten ayrıştırıldı. Bu ayrıştırma öylesine hızlı bir şekilde yapıldı ki kitleler neredeyse her akşam televizyonları başında günlük reel politikten uzaklaşarak taraftarı olduğu konuşmacı aracılığıyla apolitikleştirildi.
Her kitlenin bir vicdanı vardı.
İslamcı kesimin vicdanını, Ali Rıza Demircan, Süleyman Ateş, Hayrettin Karaman temsil ederken, ulusalcı kesimi ise; Bedri Baykam, Berhan Şimşek, Doğu Perinçek gibi isimler temsil ediyordu. Bir de tam olarak neyi niçin temsil ettiği tam olarak anlaşılmayan isimler vardı; Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz ve İsmail Nacar gibi…
Adları en son anılan kişiler öylesine anlaşılmıyorlardı ki ne İslamcı kesimden ne de ulusalcı kesimden tam anlamıyla bir destek görmüyorlardı.
Bu tartışma kültürünün Anadolu’da yeniden üretilmesinin yarattığı çarpık anlayış, bu programların gece geç saatlere, hatta sabahlara kadar süren uzunlukta olmaları, insanların birbirilerini denetlemelerine kadar vardırdı işi. Gece kalkıp balkonlardan, pencerelerden komşunun ışığının yanıp yanmadığını, ya da televizyonunun açık olup olmadığını kontrol edenlerin sayısı hızla çoğaldı.
Ertesi gün, gece televizyon kontrolü yapanlar şöyle dediler: ” bu millet adam olmaz; gece balkondan baktım, benden başka kimsenin ışığı yanmıyordu, televizyon izlemiyorlar…” Bu kontrol etme mekanizması, adeta oruç zamanı komşusunun sahura kalkıp kalkmadığını kontrol eden softanın garabetine dönüştü. Anadolu kahvehanelerinde, yerel siyasetçiler rakiplerine “ belgeli konuş kardeşim, istediğin kanalda seninle tartışmaya hazırım… Yetmiş milyon bizi izliyor!” gibi söylemlerle yüklenerek; bu medyatik şovun bir parçası oldular.
Bu hastalıklı anlayış Türkiye’de yeni bir “değerler sistemi” yarattı. Bağırmaktan başka hiç bir marifeti olmayan bir yığın ucube, bir tane bile basılmış eseri olmayan bir “İslamcı yazar” , eski bir ateistten bir “mütefekkir” , bir ilahiyat profesöründen “çıplak uyarıcı” yarattı.
Bazı ilahiyatçı profesörler halkın kendilerine verdiği “vicdani sorumluluğu” öylesine benimsediler ki, halkı cinsel sapmalara karşı korumak için kendisini cansiperane bir şekilde ortaya atarak ” porno film izleme” işini bile bizzat üzerine almaktan gocunmadılar. İlahiyat Profesörlerinin, günün birinde ipin ucunu kaçırıp, “ Orucunuzu cima ederek açabilirsiniz” gibi bir cümle kuracağı, taraftarlarının bile aklına gelmemişti.
Ali Kırcalı, Reha Muhtarlı, A. Hakan Coşkunlu, Hulki Cevizoğlulu, Fatih Altaylılı; bir tartışma kültürü her gece kitlelerin vicdanını yıkadı. Her akşam en yüksek politik bilincimizi kuşandık ve oturduk ekranın karşısına.
Yirmi yıldır sadece konuştuk; İslamı, demokrasiyi, laikliği; kafa göz yara yara, kanırta kanırta, ağzımızı yaya yaya konuştuk.. Başımıza sürecek sosyal bir merhemimiz dahi yokken, medya bulamacında her gece yuvarlandık.
Susurluk eylemlerinden bu yana biriken toplumsal öfkemizi olgunlaştıramadık! Kemalist kazanımlarımızı, çağdaş uygarlık seviyesi düşlerimizi, sosyalist ütopyalarımızı, geçmişimizi ve geleceğimizi; Ali Kırca’ya emanet edip, çizgili pijamalarımızla ülkeyi kurtardık!
İzletilenin, izleyen üzerinde denetim kurduğu son on yılda bizi denetleyen onlarca “kült adam” yarattık. Sonra bu kült adamlar sayesinde, yetmişlerde “yürüyen” enerjimizi, doksanlarda sadece “izleyen” enerjiye dönüştürdük.
Doksanlı yıların bu medya curcunasında en çok tartışılan isimlerden biri olan Ayşenur Arslan, Zaman Gazetesi’nde Nuriye Akman’la yaptığı söyleşide 28 Şubat, medya ve siyaset ilişkisi üzerine günah çıkarırken “ Medya pavyonunun günahsız bakiresiyim” diyerek herkesi şaşırtmıştı. Medya pavyonundan, medya plazalara terfi eden herkes vicdanını yıkadı, temizlendi. Bir tek izleyen halk kaldı geriye; masumiyetinin hangi pavyonda bozulduğunu bir türlü anlayamayan.