İktidar savaşında değişmeyen ikili: Erdoğan ve Gülen

Sistemin kurumlarına büyük bir oranda hâkim olan siyasal İslamcı güçler, bu kez kendi aralarında bir iktidar çatışmasına girdiler. İslamcı hareketin çok farklı eğilimleri olmakla birlikte, liderliğini Erdoğan’ın yaptığı Milli Görüş geleneği ile Nurcu geleneğinden gelen ve küresel ölçekte etkili olduğu söylenen Fehtullah Gülen Hareketi, iktidar ilişkilerinde birer güç oldular. Bu bakımdan sistemin güç ilişkileri esasen bu iki akım tarafından belirleniyor.

Başbakanlık eski Müsteşarı ve AKP İstanbul Milletvekili ve Cemaati fişlemekte görev aldığı iddia edilen Prof. Dr. Ömer Dinçer’in, “Devletin yönetimini ve karar merkezini ele geçirerek, toplumda değişiklik yapmaya yönelen hareketlerin” desteklenmesi gerektiğine özel bir vurgu yapıyordu. Bu süreci AKP ve Gülen Cemaat’i birlikte tamamladılar. Sistemi ele geçirmek için yıllarca ittifak yapan bu iki İslamcı politik hareket, bugün iktidardaki gücünü sağlamlaştırmak veya tek başına güç olmak için birbirleriyle giriştikleri dolaylı rekabet açık bir çatışmaya dönüştü. Ancak, bunların hedefledikleri ortak stratejik yönelimlerinden her hangi bir değişiklik söz konusu olmayacaktır.

Gülen’in ‘Türk-İslam Sentezi’ ya da Erdoğan’ın ‘İslam-Türk Sentezi’ Türkiye’nin politik yapısına önemli oranda egemendir. Milliyetçilik ve şovenizmle beslenen İslamcı bir rejimi kurmada önemli bir mesafe kat ettiler. İslamcı kanadın bu iki liderin stratejik hedefleri, yönelimleri ve temel mantığı aynıdır. Bu bakımdan ne Erdoğan, ne de Gülen değişti. Dün ne demişlerse, bugünde aynısını yapmaya devam ediyorlar. Aralarındaki iktidar çatışması, bir demokrasi mücadelesi olmayıp kendi kliklerini sisteme egemen kılmak istemeleridir.

Erdoğan ve Gülen, her ikisi de, demokrasiden söz ediyor, demokratik sistemden yana olduklarını sıkça dile getiriyorlar. Hak, adalet ve özgürlükten bahseden bu iki lider, esasen bu evrensel değerlerin bütününe karşıdırlar. Bu söylenenlerin sınırı, kendi stratejik hedeflerine ulaşmada bir araç olarak görmeleridir.

Erdoğan iktidar gücü olmak için bütün olanakların kullanması çağırısını sürekli tekrarlar: “Allah’ın izniyle, bu kıyam başlayacak. Koşmaya mecbursun. Çalışmaya mecbursun. Eğer çileyi çekemezsen gelmez. Eğer çocuklarınız, eğer mallarınız, eğer zevceleriniz sizi bu davadan gayretten alıkoyuyorsa bu zaferi beklemeyin değerli kardeşlerim. Bunu aşmaya mecbursun. Bunu aştığımız gün zaferin ışıkları bize yakın olacaktır. Ve o zaman hak nurunu tamamlayacaktır…” Erdoğan’ın bu bakış açısını, bugün iktidar gücü olarak, sistematik ve çok yönlü uyguluyor.

Siyasal hedefine varmak için yürüteceği mücadelede her yola başvurmaktan çekinmeyen Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemlerde şunları belirtiyor: “… Bizim inandığımız doğru, yani Milli Görüş, zaman ve zemine göre değişmeyen doğrunun adıdır… Ben, şahsen zaman ve zemine göre değişmeyen doğrunun hayata hâkim kılınması yolunda gerekirse papaz elbisesi giymeye hazırım…” Milli Görüş gömleğini çıkardık derken dahi ‘papaz elbisesi’ taktiğini uygulayan. Erdoğan’ın ‘doğrunun hayata hâkim’ kılınmasında kast ettiği şeyin, ‘İslamcı düzen’ olduğunu ve bunu iktidar ilişkilerinde birer güç oldular. 2023’te tamamlamak istediğini biliyoruz. Bu nedenle ‘papaz elbisesi’ giymeye devam edecek.

“Demokratik sistemin nimetlerinden istifade ederek’ ilerlemek gerektiğini belirten Gülen; “fakat biz, İslâm’ın demokratik bir sistem olduğu düşüncesine karşıyız” diyor. Demokrasiyi bir araç olarak gören Erdoğan da: “Demokrasi amaç mı araç mı? Ha burada bizim kesin bir ayrılığımız var. Biz diyoruz ki, demokrasi amaç değil, araçtır… Türkiye’de demokrasiyi biz yazmadık. Bize karşı olduklarını söyleyenler yazdı. Bizim için demokrasi bir amaç değil, tramvay gibi bir araçtır…” Aynı şekilde İran’ın dini lideri Ayetullah Humeyni, de “demokrasi, fahişeliğe götürür” diyordu Erdoğan, Gülen ve Humeyni’nin demokrasi anlayışı aynıdır. Özellikle bugün iktidar çatışması içinde Gülen ile Erdoğan’ın savundukları İslami düzeninde, demokrasinin yeri yoktur. Bu temel yaklaşımları hiçbir dönem değişmedi. Kendi aralarında iç iktidar mücadelesine girişmeleri, bu stratejik hedeflerinden her hangi bir değişiklik olacağı anlamına gelmiyor.

1994-1995 yıllarında Erdoğan’ın laiklik üzerine söylediklerini, bugün iktidar gücü olarak uyguluyor. “Tutturmuşlar ‘laiklik elde gidiyor.’ Bu millet istedikten sonra tabii ki gidecek. Sen bunun önüne geçemezsin ki… Bu ülkenin yüzde 99’u Müslüman. Hem laik hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın ya da laik. İkisi bir arada olunca ters mıknatıslama yapar. Mümkün değil ikisinin bir arada olması. Ben Müslüman’ım diyenin, aynı zamanda laikim demesi mümkün değil. Niye? Çünkü Müslümanlığın yaratıcısı Allah, kesin hâkimiyet sahibidir. ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ demek koca bir yalan…” Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir dönem laik bir ülke olmaması ayrı bir konu olmakla birlikte, Erdoğan, soysal yaşamdan eğitime kadar bütün alanlardan değişiklik yapmaya devam ediyor. Doğrudan bireysel yaşamına müdahale etmek, kız ve erkek öğrencilerin aynı evlerde kalmasına ilişkin yalanları gündemleştirmek, erkek ve kız öğrencilerin aynı sınıfta okunmasının yanlış olduğunu söylemek gibi birçok alanda değişikliğe hazırlanarak kendi sosyal ve politik sistemlerini kurmada önemli bir noktaya gelmiş bulunuyorlar. Önümüzdeki 2 yılın temel halkası bu politikalardan tam bir sonuç alınmasıdır. Aynı şekilde, ‘laiklik’ gibi yapılar ‘zamanı gelirse bunların hepsi gidecek’ diyen Gülen’in sistem içindeki örgütlenmesi de bu stratejiye dayanıyor. AKP ile Cemaat aynı paralelde hareket ediyorlar.

Gülen ile Erdoğan’ın en önemli ortak özelliklerinden biri de, komünizme karşı mücadeleyi öncelikli görevleri arasına almalarıydı. Amerika’nın dönemsel Ortadoğu siyasetinin merkezinde ‘antikomünist’ müdahalelere karşı özel görevler üstlendiler. Gülen bunun önemli figürlerinden biri olarak ‘Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri’nin kuruluş süreci içerisinde aktif olarak yer aldı ve eğitim kampları kurdu: “…Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir’de vardı. İkincisi de Erzurum’da bizim gayretlerimizle açılacaktı… Bir arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük getirttik. Derneği kuracaktık. Ben bir vaazdan sonra anons ettim ve gençlerle Caferiye Cami önünde toplandık. Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti…” Aynı şekilde Erdoğan, İstanbul Akıncılar Derneği Başkanlığını yaptığı dönemlerde, ABD’nin yönlendirmesiyle yapılan ‘komünizmle mücadele’ mitinglerinin başında yer alırken, aynı zamanda elinde sopalarla grevci işçilere saldırıyordu. Bugün, bu saldırı politikalarını iktidar gücü olarak devletin bütün olanaklarını kullanarak devam ettiriyorlar.

Kürtlerin demokratik istemlerine karşı, Erdoğan, ‘tek devlet, tek bayrak, tek dil ve tek millet’ söylemini hemen her yerde dile getirirken, Gülen de, Kürtlerin ve Alevilerin ‘köküne kibrit atın, yakın, yıkın, öldürün’ diyor. Uygulamada aralarında bir kısım küçük farklılıklar olsa da, Kürtler ve Aleviler karşısındaki politikaları esasen aynıdır. Bu aynı zamanda bir devlet politikasıdır.

Gezi sürecinde çok somut olarak görüldüğü gibi sistemle bütünleşen İslamcı politik güçlerin hemen hemen tamamı, politik özgürlüklere ve demokratikleşmeye karşıdırlar. Tersine silahlı güce dayanmayı özel olarak tercih ediyorlar. Orduda önemli bir kırılma noktası oluşsa da, henüz istenilen düzeyde olmadığının farkındadırlar. Buna karşılık hem AKP iktidarına karşı gelişen çok yönlü toplumsal hareketleri bastırmak, hem de ordu karşısında ağır silahlarla donatılmış bir polis gücü oluşturmayı esas alıyorlar. Her ikisinin ortak yanı polis yasalarıyla donatılmış bir devlet sistemi kurmaktır. Aynı şekilde, yargı da önemli bir saldırı gücü olarak kullanılıyor. Yargı esasen, İslamcı iktidara karşı gelişen sosyo-politik hareketlere karşı önemli bir saldırı kurumu olarak işlev görüyor. Anti-demokratik bütün yasalar yargı tarafından uygulanıyor. Devletin stratejik kurumları içerisinde kendi aralarında bir rekabet yaşasalar da, toplumsal muhalefete karşı tek bir güç olarak hareket ediyorlar.

Her siyasal rejimde olduğu gibi bunlardan da, farklı kliklerin iktidar mücadelesi yaşanıyor. Erdoğan’ın çok açık olarak oluşturmaya çalıştığı ve kamuoyunda sıklıkla eleştiri konusu olan ‘tek kişilik’ iktidar gücü anlayışı, Gülen’in de sahip olduğu bir yaklaşımdır. Belki de en önemli çatışma halkalarından biri budur. Devletin kurumsal yapılarını aralarında paylaşmaları mümkündür. Bu alanda bir denge oluşturabilirler. Ama iktidar gücünün bir kişinden somutlaşması mevcut dengeleri bütünlüklü olarak etkileyecektir. Gülen, Erdoğan’ın iktidar gücünü kendisinden merkezileştirmesine izin vermek istemiyor. Çünkü kendisi de, Humeyni gibi ‘tek kişilik’ bir ruhani lider olarak dönüş yapmak istiyor. Bu bakımdan aralarındaki çatışma, toplumun demokratik alanlarının genişletilmesi değil, dikta rejimini kendilerinden somutlaştırmak istemeleridir.

Erdoğan ile Gülen arasındaki çatışmayı sıradan bir koltuk kavgası olarak değerlendirmek de yanıltıcı olacaktır. Bu bakımdan Erdoğan ve Gülen şahsında somutlaşan iktidar çatışması, önümüzdeki süreçte çok yönlü değişiklikleri gündeme getirebilir. Bunun hem Türkiye’nin iç politik durumuyla hem de bölgesel ve uluslar arası ilişkileriyle olan önemli bağları bulunuyor. Türkiye’nin bölgesel konumlanışına yönelik küresel hesaplar, onun iç politikadaki durumunu önemli oranda etkileyecektir. Yerel seçimler, olası politik dengelerin yeniden dizayn edilmesinde önemli bir halkasını oluşturacaktır.
Bu konunun çok yönlü boyutlarını önümüzdeki haftalarda ele alacağız.
[email protected]

1608340cookie-checkİktidar savaşında değişmeyen ikili: Erdoğan ve Gülen

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.