mirası mı, yoksa bir türlü huzura kavuşamamış kitleler olmamız mı bizi böyle oradan oraya koşturup duran güdü, kestirmek zor. Bunun cevabını sosyologlara, psikologlara bırakalım en iyisi. Mort-Gage kavramı ulu orta tartışılalı beri kiminle konuşsanız bir ev- arazi lafıdır gidiyor. Hangi bankanın ne kadar krediyi yüzde kaç faizle verdiği, hangi faizin yirmi yıl sonra neye tekabül edeceği, değme ekonomistlere taş çıkartırcasına tartışılıyor. Evler alınıyor, yazlıklar satılıyor, uydu-kentler kuruluyor, siteler bozuluyor ve ruhsal bir bozukluk gibi her şey yıkılıyor, yapılıyor; yeniden yıkılıyor…
İçinizde hiç üç kuşağın aynı evde yaşamını tamamladığını duyan, bilen biri var mı? Ya da iki kuşaktır bir evi paylaşan büyükçe bir ailesi olan. Hadi bunu da geçelim. Hangimiz tek bir evde ömrümüzü tamamlamaya niyetli görünüyoruz? Sahi, kaç ev değiştirdiniz bu güne kadar? Şöyle bir saysak; yaşımız kaç olursa olsun, zamanın neresinde durursak duralım kaç hanenin duvarlarına suretlerimiz kazındı? Yaşam alanımızla bir bağ, bir duygu ilişkisi kurmayalı kaç zaman oldu? Tedbil-i mekan etmenin hiçbir zaman diliminde bu kadar anlam dışı kullanıldığına tanık olmadık.
Geleneksel söylemde evin, “başını sokacak bir delik” olarak tarif edildiği günden bu yana o kadar çok metamorfoz yaşandı ki, bu korkunç dönüşümün içinde kimliğini bir yere oturtamayan koca bir kitle yaratıldı. Yurt, ocak, ağıl, oba ve hane gibi tanımlamaların antropolojik birer anlamdan öteye gitmediği bu hızlı dönüşümde; yurt sözcüğü yalnızca üniversite öğrencilerinin barındığı mekan anlamında kullanılırken; yurttaş-millet sözcüğü de yerini “ bizim siteden komşu” ya bıraktı.
Evin, mekanın insan tekinin yaşamında, onun kimliğinin gelişiminde belirleyici bir rol oynadığı dönemleri çoktan geçip, sahip olduğu “şeylerle” birlikte; kendine ve çevresine yabancılaşarak kendisi de bizzat “şeyleşen” bireylere dönüştük.
Bu günlerde televizyon ve gazetelerde reklam spotları yayımlanan yeni bir yerleşim projesi, bu dönüşümde gelinen noktanın dudak uçuklatıcı boyutuna işaret ediyordu. Yıllarca yakınlarına New York ve Central Park manzaralı fotoğraf ve kartpostal göndermeyi adet edinen insanımıza bundan büyük hizmet olamazdı doğrusu. Yeni bir başlangıç olarak takdim edilen Mashattan, Mantattan düşleriyle yanıp kavrulanlara sunulmuş bir yaşam simülatörüydü. Soho, Broadway, Brooklayn arasında gezip görmüşlüğü, kurulan bu “hayali” Amerikan rüyasına az çok aşinalığı olanlar biraz dudak bükerek yaklaşsa da; Seks And The Cıty, Ally Mcbeal derken zaten Nişantaşı, Cihangir arasında stüdyo hayatlara çoktan geçenler için “sahici” bir deneyim olanağı sunuyordu, İstanbul Mashattan!
Maslak’ta, 33’er katlı on kule! 11 Eylül’den sonra uzatmalı müttefikimizle bir dargın bir barışık süren ilişkilerimize cila, bozulan siluetimize özentili birkaç fırça darbesi. 1970’lerde taşra kentlerine kurulan kooperatiflere ve yeni mahallelere, Ankara ve İstanbul’daki mahallelerin adları verilirdi. Şirinevler, Bahçelievler, Modernevler vs.. Doksanlardan sonra Melih Gökçek ve ardıllarının başını çektiği anlayışın bir uzantısı olarak; Batıkent, Doğukent, Binevler, Beşbinevler’e doğru evrildi bu isimler. İstanbul, AKP iktidarıyla birlikte ucubeleşen bir mimari intihara doğru sürüklenirken, Melih Gökçek’in konvansiyonel belediyeciliğinin yerini akıllara zarar projelerle Kadir Topbaş’ın Dubai- Manhattan soslu, ultra-hiper belediyeciliği aldı.
Türkiye, öncüllerinin peşinden giden, iflah olmaz bir “malihülyalı” tavrıyla tüm yaşam alanlarını dikeyleştiren, Hıgh- Tech kapitalizmin ruhsuzlaştırdığı yığınlar ülkesi haline geldi. 1950’lerin Amerika’sında; elektronik ev eşyaları, hacimli otomobiller, Kodak marka fotoğraf makinaları ve haftalık Kanada- Alaska turları modaydı. Orta sınıfın eriştiği refah düzeyi, tüketim ve cazibe merkezleriyle desteklenip dengeleniyor, yaratılan banliyölerde çocuklarına bakıp kurabiye pişiren annelerle, hafta sonları pijama-terlik- televizyon halleriyle musluk tamir eden babaların prototipini oluşturduğu bir sosyal sistem kuruluyordu. Amerikan gazeteleri, bu prototiplerin hayatını içeren çizgi romanların üretildiği hafta sonu ekleri vermeye başladığında, Amerikan faşizminin ayak sesleri de yavaş yavaş duyulmaya başlıyordu. Sonraları “Fatoş- Basri” ve “Güngörmüşler” gibi adlarla Türkiye’de de yayımlanacak olan bu aile prototipinin yetiştirdiği çocuklar, Vietnam’dan sarsıcı ölüm haberleri gelmeye başlayıncaya kadar yaşadıkları bu yalıtılmış dünyada her şeyden habersiz büyük Amerika’yla gurur duyarak konformizmin dehlizlerinde kaybolacaklardır.
1960’ların sonlarında Amerikan Hippilerinden oluşan bir grup, Pentagon önünde toplanarak kozmik güçlere yazdıkları şikayet mektubunu kitlelere okumuşlardı. Ra, İsis, İsa, Musa, Buda, Rama, Yehova ve tüm kozmik güçlere; dünyanın kirlendiğini, savaşların sürdüğünü, çocukların öldürüldüğünü, ortalığın betonla kaplandığını duyurarak, kainatın bütün kozmik güçleri ve tinlerinden yardım talebinde bulunuyorlardı. Adına, New Age denilen bir dönemin başladığına işaret ediliyor, dünyanın daha yaşanılır bir gezegen haline gelmesi için; dağlara, manastırlara, ormanlık alanlara ve gidebildikleri kadar uzaklara giderek dua etmek ve meditasyon yapmaktan başka çarelerinin olmadığını haykırıyorlardı.
Yeni dünyada tasarlanmış bir toplumsal proje kendini tükettiğinde, Türkiye’de yeni bir dönem başlıyor. İnci tanesi dişleriyle hayata gülümseyerek gamzeli aşklar yaşamaya başlayan “alıntı” hayatlara daha yeni alışmıştık ki, geçtiğimiz günlerde Seks And The Cıty’nin yazarı, savruk ilişkilerden sıkılan Amerikalı kadınların, artık “ kariyer yaparak orgazma ulaştıklarını ” açıklamış. Kitlesel bir akıl tutulmasıyla birlikte, Brigide Johns sendromuna daha yeni terfi etmiş olan ülkemin tüm Brigide Johns muadilleri, Manhattan’dan, Maslak yokuşuna doğru kurduğu düşlerde Mashattan’a erişmek üzereydi ki, film bitti! Gerisini, Manhattan’dan Kız Kulesi’ne kadar yarattığı Kızılderili fonlu aforizmalar, her soruya verilecek cevabı olan aceleci bilge tavrıyla ve “Sunay Akın; size daha yakın” tekerlemesiyle hatırı sayılır bir kitlenin diline dolanan Sunay Akın getirsin artık.