Masada beş kişiydiler

Masada beş kişiydiler, bir de ben vardım altı. Dördünü yeni tanıyordum, biri çok eski arkadaşımdı. Biri epeyce gençti, kalanının yaşları bana yakındı. Benimle görüşmek istemişlerdi. Amaçları felsefe konuşmaktı. Felsefede çok oyalanmayıp hemen siyasete geçtik. Siyaseti pek sevmesem de ortama uymak zorundaydım. Ülkenin geleceğinden kaygılıydılar. Belli bir kesimin görüşlerini yansıtıyorlardı. Söyledikleri yıllardır dinlediğimiz şeylerdi. Kendilerini ileri bir yerde ve elbette doğru yolda görüyorlardı. Yanlış olan daha çok inanç temelinde iş görmek isteyen cahil kitlelerdi. Bu kitleler ülkeyi uçuruma sürüklüyorlardı. Bu durumda bir şeyler yapmak gerekirdi. Özellikle Anadolu geriliğin kaynağıydı. Bu kaynak sürekli olumsuzluklar üretecekti ve bir gün kendimizi istemediğimiz koşulların içinde bulacaktık.

Ben durumun o kadar korkunç olmadığını söyledim. Bir kere Anadolu’yu ve özellikle tabandaki insanları tanımıyorlardı. Anadolu da İstanbul gibiydi. Asıl sorun geri kalmış güçlerin egemenliği sorunu değildi, asıl sorun ileri sandığımız güçlerin yetersizliğiydi. Bize kötülükler gelse gelse kendi yetersizliklerimizden gelirdi. Türkiye kocaman bir tembelhaneydi ve bu tembelhanede insanların okuma alışkanlığı yoktu. Düşünce üretmek açısından en etkin olması gereken kurumlardan horultular yükseliyordu. İnsanlar kendilerine göre kolay yaşamanın yollarını bulmuşlardı. Bu durumda kendilerini aydın sayanlar iyilikler üreterek değil de hep bir şeylerden yakınarak görevlerini bihakkın yerine getirdiklerini sanıyorlardı. Onlar üst bir yerde oldukları duygusunu öncelikle elden bırakmalıydılar. Benim bu görüşlerim onları tedirgin etti.

Evet, arkadaşlar benim bu görüşlerime büyük tepki gösterdiler. Ben hayal geziyordum, olanlardan haberim yoktu. Tehlikeli bir iyimserlik içindeydim. Bir gün uyandığımda çok geç olacaktı. Onlara göre tehlike karşı konulmaz bir fırtına gibi güçlü geliyordu ve dinden başka bir şey bilmeyen kesimlerden yukarılara yükseliyordu. Şu uygar dünyada insanın düşünce yaşamını inanç temelinde kurması ve eylemlerini ona göre düzenlemesi çok kötüydü. Önünde sonunda cahil kitleler inanç etkenini kullanarak ülkeye tam anlamında geri bir düzen getirmeyi başaracaklardı. Önümüzde bir İran örneği vardı. Kısacası bir şeyler yapmak gerekiyordu. Yarın çok geç olabilirdi. O zaman dizimizi dövmenin de bir anlamı kalmazdı.

Şöyle dedim: “Hemen bir şeyler yapmak gerekir diyorsunuz. Madem öyle ne duruyorsunuz? Geç kalmadan davranın. Ben hiçbir zaman toplumların öyle bir vuruşta yön ya da nitelik değiştirecek yapılar olduğuna inanmadım. Tersine, bir toplumu şu ya da bu biçime sokmaya kalkarsanız onu parçalarsınız. Bunu deneyenler oldu, hep birlikte yaşayıp pek güzel gördük. İnsanlar mutsuz olduklarıyla kaldılar. Ölümler, acılar, derin yaralar ne çabuk unutuldu? Bir şey kazanmadığımız gibi eldekileri de kaçırdık. Ne mi yapmak gerekir? Değer üretmek gerekir. Bu ne demektir? Kültür alanlarını etkin kılmak gerekir. Felsefeniz acınacak durumdaysa, bilim dünyası uyku dünyası olduysa, sanatı ‘Estetik de neymiş!’ diyen insanlar temsil ediyorsa geri güçlerin egemenliği bir kaçınılmazlık olur. Ülkeyi tanımıyorsunuz. Anadolu’yu bilmiyorsunuz. Anadolu bugün bir aydın zenginliği yaşıyor. Ben sırt çantamla her karış toprağımızı dolaşıp duruyorum, gittiğim yerlerde insan tanıyorum, konuşmalar yapıyorum. Tabanın ağırlığını çekecek aydın toplulukları yeterince oluşmuştur. Ne var ki kültür düzeyinde büyük öncüler diyebileceğimiz insanlar yok. Yukarıya doğru çıkıldıkça ikiyüzlülükler, yetersizlikler, tembellikler büyük boyutlara ulaşıyor. Falanca üniversitede falanca bilim adamının yazdığı falanca kitabı okuduktan sonra dünyam değişti diyebiliyor musunuz? Diyemiyorsunuz. Yok mahalle baskısıymış yok bilmem neymiş! Kısacası tehlikenin kaynağını başkalarında değil kendinizde arayın. Kendinizi üst bir yerde görüyorsunuz ama değilsiniz. Bu ülke kitap okumayan aydınlar ülkesidir. Kitap okumayan aydın olur mu demeyin. Dünyanın hiçbir yerinde olmaz ama burada olur. Yaşamı biraz da akışına bırakın, madem ona gerçek anlamda güç veremiyorsunuz…”

Biliyorum bana çok kızdılar. Gece boyu benimle işi şakaya vurup alay ettiler: “Akışına bırakalım öyle mi?” Evet, akışına bırakın. Lisede bir derste felsefe öğretmenimiz çok çalıştığını söyleyen ve hiçbir şey bilmeyen sevimli bir arkadaşımıza “Yahu sen bir de çalışma bakalım, bir de öyle deneyelim” demişti. Bence bazı aydınlarımızın da tarih bilmeden, toplumbilimle bir yakınlık kurmadan, felsefenin kapısını bile çalmadan ülkeyi kurtarmaya kalkması bana hep bu olayı hatırlatır. Keşke bazı aydınlarımız ülke sorunlarına burunlarını hiç sokmasalardı. Belki her şey biraz daha güzel olurdu o zaman.

643250cookie-checkMasada beş kişiydiler

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.