Mayalar devam diyor

Bir haftaya yakındır Meksika’nın Yukatan eyaletindeyim. Yukatan (İspanyolca’daki yazılışı ile “Yucatan”), Maya medeniyetinin beşiği addedilen çok geniş bir bölge. Neredeyse tamamı, cangılvari bir yoğun orman örtüsüyle kaplı. Daha küçük bir ölçekte Meksika’nın Amazon’u sayılabilir. Nitekim önemli bir bölümü, geniş milli parklardan ve biyosfer alanlarından oluşuyor. Ülkenin belki de en vahşi, ya da değişime en az uğramış köşesi Yukatan. Kıyısı boyunca turizme açılmış ince uzun “rivyera”sı dışında, Amazon’a nazaran daha iyi korunmuş, ya da daha az tahribat görmüş olduğu kesin.

İnsan yaşamına pek elverişli görünmeyen Amazon’un ileri düzeyde bir medeniyetin doğmasına fırsat vermemiş olması, hiç şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan, bu elverişsizlikte Amazon’dan çok aşağı kalmayan Yukatan’ın, tam tersine, Orta Amerika’nın en büyük medeniyetlerinden birine kaynaklık etmiş olması.

Bugün bütün bu medeniyetlerin, neredeyse tüm sırlarıyla birlikte tarihin derinliklerine gömülmüş ölü uygarlıklardan oldukları kabul ediliyor. Yüzyıllar boyunca birbirlerini yok etmek için az uğraşmamışlar, ama hep beraber ve en köklü şekilde 16. Yüzyıl’da İspanyol fetihleriyle yok oldukları iyi biliniyor. Fakat Mayaların, Olmek, Astek, Toltek gibi diğer tarihi kavimlerden önemli bir farkı var. Bu kavimler, İspanyol fetihleriyle birlikte, hatta bazıları çok daha önce, bir uygarlık olarak tarih sahnesinden silinmiş; bunlardan fiziki olarak artakalanlar, hızla yeni sömürge rejimi ve kültürüne karışmış. Oysa Mayalar, yaklaşık iki bin yıllık uzun tarihlerindeki bazı iyi bilinmeyen ve anlaşılmayan kesinti dönemlerine rağmen, bir şekilde bütünlüklerini koruyabilmişler. Bugün Astek dili diye birşey yok. Bir Astek ırkından bahsetmek de zor; bu ırkın kıyım ve salgınlardan arta kalan tamamı, halihazırdaki Meksika nüfusunun ayırdedilmesi güç bir parçası olmuş durumda. Ama halen, kısa boylu ve tıknaz fizyonomileriyle, Mayaları diğer Meksikalılardan ayırdetmek hiç zor değil. Ve üçyüzbin kilometrekareye yakın geniş bir coğrafyaya yayılmış farklı lehçelerine rağmen, konuşulan ve üstelik devletçe de resmen tanınan bir Maya dili varlığını sürdürmekte hala (Yukatan’da konuşulan lehçeye “Yucatec” deniyor). Kuşkusuz, bazı şaman geleneklerini yaşatmalarına rağmen, Mayalar eski kadim medeniyetlerini bugüne taşıyabilmiş değil, ama en azından, yaklaşık yedi milyonluk hayli homojen bir topluluk olarak fazlasıyla mevcutlar.

Yukatan’a daha önceki iki gidişimde, oradaki doğa harikalarına o kadar kapılmıştım ki, tarih hazinelerini ziyarete pek sıra gelmemişti. Sadece Tulum ve Koba antik kentlerini gezebilmiştim. Oysa Yucatan’a ayak basan her saygılı turistin yapacağı ilk iş, Çiçen İtza’yı (“Chichen Itza”) gezmektir. O işi nihayet bu sefer yapabildim. Koba ve Tulum, bana antik Maya dünyası—ve özellikle de yeraltı dünyası!—hakkında iyi kötü bir fikir vermişti, ama Mayaların atalarının, astrolojiyle matematiği, astronomiyle mimariyi, akustikle sporu sentezlemekte ne kadar etkin ve yetkin olduklarını, ancak Çiçen İtza’yı gördüğümde anladım. Çiçen İtza, esas itibarıyla ticari ve askeri yerleşimler olan Koba ve Tulum’dan farklı olarak, ruhani sınıf ve pratiklerin ağır bastığı bir kent. Benim de içinde bulunduğum gurubu gezdiren rehberin deyimiyle, Maya dünyasının Vatikan’ı. Ama Vatikan’dan çok daha etkileyici bir gizemi var. Bu gizemi ise kendi ruhani karakteri kadar, geçmişindeki türlü belirsizlikler ve muammalar derinleştiriyor olsa gerek.

Çiçen İtza’yı görünce, Maya medeniyetinin antik bilim içinde nasıl yüksek bir düzey tutturduğunu anlamamak zor. Ama diğer taraftan, aynı medeniyetin nasıl karmaşık ve o ölçüde arkaik bir mitoloji ürettiğini fark etmemek de zor. Dahası, Çiçen İtza’da bol miktarda kan da var, zira tanrılara kurban edilen insanların haddi hesabı yok. Kurban sunma cömertliğinde Mayaların, kan ve savaş düşkünlüğüyle tanınan Azteklerle yarıştığı söylenebilir.

Kendisi de Mayalı olan rehberimizin İspanyolcası ve bozuk İngilizcesinden çıkarabildiğim kadarıyla, kurbanların kalbini söküp çıkarmanın ve kalbi canlı yani atar vaziyette sunağa koymanın özel bir tekniği varmış. Sanıldığının tersine, bıçakla göğüs kafesinden diklemesine değil, alttan yani diyafram tarafından girilirmiş. Tam da Tarantino’ya ilham verecek incelikte bir sahne! Tevekkeli değil, Çiçen İtza’nın etrafını çepeçevre sarmış işportacılarda, bu tıbbi ameliyeye yarayan bıçaklar, Maya maskeleri ve jaguarlarından sonra en çok satılan nesneler arasında.

Velhasıl, bir tarafta çağına göre ileri bir bilim, ya da teknik bir bilgi diyelim; diğer tarafta, onunla tamamen organik bir içiçelik içinde köleler, sökülen yürekler, akıtılan kanlar… Bu tezat, ister istemez insanı, günümüzdeki ileri bilim ve teknoloji ile ileri derecedeki barbarlığın içiçeliğine ilişkin daha güncel tezatları düşünmeye götürüyor.

Fakat rehberimizin anlattıklarından, bunları düşünmeye pek fırsat kalmadı. Söyledikleri arasında iki husus, özellikle aklıma takıldı. Birincisi, tapınaklardan birinde rehberimizin dikkatimizi çektiği duvar kabartmalarıydı. Bu kabartmalarda, Fenikelileri, Yunanlıları, Romalıları ve kavuklarıyla biraz Arapları biraz Hintlileri andıran, hem de bariz şekilde andıran figürler vardı. Bu kabartmalar eğer sahte değilse, en az bin yıllık olmalı. Dayanamayıp, “peki nasıl oluyor bu? Mayaların İspanyollardan önce Eski Dünyalıları görmüşlüğü mü vardı?” diye sorunca, rehberimiz bütün o Eski Dünyalıların Maya ülkesine defalarca geldiğini, hatta Mayalara özgü top oyunlarına izleyici olarak katıldıklarını söyledi. Bu yanıtın kendisi kadar, rehberimizin bu yanıtı herkesin bildiği sıradan bir gerçekmiş gibi gayet olağan bir şekilde söyleyişi de şaşırttı beni. Vikinglerin Kristof Kolomb’dan yüzyıllar önce Amerika kıtasının en kuzeydeki birkaç noktasına çıktıklarını ve kısa süreli yerleşimler kurduklarını duymuştuk da, Eski Dünya’dan Yukatan’a maç seyretmeye gidenlerden haberimiz olmamıştı! Ne tuhaftır ki, gördükleri herşeyi yazıya, resme ve heykele dökmeye yatkın bu Eski Dünyalılardan da bize en ufak bir tanıklık kalmamıştı. Rehberimizin, bize verdiği bilginin çarpıcılığını anlar veya önemser bir hali olmadığı için, biz de üstelemedik; gayrı ihtiyari aklımıza gelen malum soruları kendimize sakladık.

Dikkatimi çeken diğer bir husus, rehberimizin Mayaların kökeniyle ilgili konuşurken, atalarının Moğollara kadar uzandığını belirtmesiydi. Bu pekala doğru olabilir. Ancak, Türkiye’de yapanlara ziyadesiyle tanık olsak da, Amerika yerlilerinin kendilerinin Asyagil kökenlerine vurgu yaptığı pek sık rastlanan bir durum değildir—hele Mayalar gibi, geçmişlerinde görkemli bir medeniyet varsa. Lakin, 21 Aralık’taki kıyamet gibi acil bir konu araya girince, rehberimizden bu Moğol bağlantısının Mayaların zihninde ne kadar yer tuttuğuna dair ayrıntılı bilgi edinemedim.

Aslına bakılırsa, 21 Aralık hikayesi de, rehberimizin önemsediği bir konuya benzemiyordu. Hatta bir soru üzerine konu açılınca, gülümseyerek “Hollywood” dedi, geçti. İlginçtir ki, 21 Aralık’ta dünyanın sonunun gelip gelmeyeceği hususunda herkese görüşü soruldu; NASA’dan Diyanet İşleri’ne kadar hemen her kurum görüş beyan etti, ama bizzat Mayalara soran olmadı pek. Etrafa bakılırsa, genel olarak Mayaların da rehberimizden farklı bir tepki vereceği yok. Zaten bu anlamda Yukatan’da Şirince’deki hareketlilikten de eser yok. Burada herkes işinde gücünde…

641190cookie-checkMayalar devam diyor
Önceki haberHangi gezegendesiniz?
Sonraki haberKolesterol ilacı sizlere ömür
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.