Eskişehir’den kalkan yüksek hızlı tren Ankara’ya doğru yol alırken, başımı dayadığım pencerede hızla geriye kayan ağaçlarda bizim Nazım düştü yine usuma: “Memleketim ne kadar geniş/ dolaşmakla bitmez tükenmez gibi geliyor insana./ Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum./ Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum/ ve güneye pamuk işleyenlere gitmek için/ Toroslardan bir kere olsun geçemedim diye/ utanıyorum./”
Ben de utanıyorum. Memleketi türkülerden, kitaplardan tanıyorum. Eğer aileniz işçiyse ya da esnaf ise benim gibi memleket fukarasısınız demek ki. Nasıl gezebileceksiniz ki? Çalışmaktan, bütçe denklemekten iki yakanızı bir araya getirmek o kadar kolay mı?
Her yaz İngiltere’den Türkiye’ye geldiğimde memleketin görmediğim bir köşesine gidiyorum artık. Ankara otogarında ayakçılar arkamıza düşüyor. Elinde tesbihiyle “Hacı abi!” diye seslenip iki buçuk saat sonra kalkacak Aksaray otobüsünün faziletlerini anlatıyor zaar… Arkamı dönüp “Bak” diyorum ucuz bitirime “Bir bana ‘hacı’ deme, iki bir huzur ver, peşimi bırak.” Ankara’ya hiç yakışıyor mu böylesi yapışkan güruh?
Otobüs Tuz Gölü kıyısında Aksaray’a doğru yol alırken bakterilerin pembeleştirdiği gölde kuş sürüleri havalanıyor… Eskinin iç denizi, günümüzün her geçen gün küçülen gölü pembe bir cam gibi ufukta kızıllaşmaya başlayan gökyüzüyle birleşiyor. Bu panoramayı unutmamak üzere belleğimde fotoğraflıyorum. Dostum Faruk ve Ahu Akbaş’ın düzenlediği kültür ve fotoğraf turu ekibiyle Aksaray’da Ağaçlı Hotel’de buluşuyoruz. Temiz ve servisi mükemmel olan hotelin dekorasyonu o kadar abartılmış ki gözünüz yoruluyor. Neyse bizim için asıl olan temiz bir çarşaf ve görmemiz gereken yerler…

Tur arkadaşlarımızla hemen kaynaşıyoruz. İlk gezi durağımız sönmüş bir volkan olan Hasan Dağı eteklerideki Çeltek Köyü… Çoban Seyfettin’in ıslığıyla eşek önde koyunlar, Hasan Dağı’na doğru yola çıkıyor. Çoban köpeklerinin ıslıkla sürüyü yönetmesini hayranlıkla izliyorum.
Selime Köyü’nden geçerek Ihlara Vadisi’ne ulaşıyoruz. Bitki örtüsü, yüzün üzerindeki kilise ve şapelleriyle doğa, tarih, sanat ve kültür olgusunun bir arada buluştuğu “Ihlara Vadisi’ni gezdirecek bir teleferik sistemi yapılsa ne iyi olur” diye düşünüyoruz.

Gece Ihlara Vadisi yakınındaki Kızıl Kilise’de (MS. 4’üncü yy, ismi eşitlik ve özgürlük sevdasından değil, taşların renginden) yıldızları izleyip, fotoğraf çekiyoruz. Işık kirliliğinin olmadığı bu bölgede yıldızlar koskoca evrende hiçliğimizi hatırlatıyor. Yıldızlara bakarak yaşamını yitiren dostlarıma da selam gönderiyorum. Gündüz otuz küsur olan sıcaklık gece donduruyor. Ahu’nun uyarısıyla aldığımız hırkalar geceyi kurtarıyor.

Ertesi günü Şereflikoçhisar’ın Tuz Gölü’ne komşu köylerine yola çıkıyoruz. Gölün tuzdan buzlaşmış sahilindeki atlı bir köylü fotoğraflarımızın konusu oluyor.

Şereflikoçhisar yakınlarında tarlada soğan toplayıp kımızı çuvallara dolduran mevsimlik işçilerle sohbet ediyoruz. Viranşehir’den çocuklarıyla gelen 150 Kürt işçi kendi yaptıkları derme çatma çadırlarda kalıp güneşin altında soğan topluyorlar. İşçilerle kaynaşıyor, dertlerini dert ediniyoruz hemen. Yalınayak gezen çocuklara yanımızdaki meyve ve şekerleri ikram ediyoruz.

Tuz deyip geçmeyin hani. Tuz Gülü civarı Türkiye’nin en zengin endemik bitki örtüsü ve hayvan çeşitliliğine sahip. Türkiye’nin tuz ihtiyacının yarısının da bu gölden karşılandığını öğreniyoruz. Gölün tam ortasından geçen yolla Cihanbeyli’ye oradan da yıldız çekimleri yapacağımız Eskil kasabasına yöneliyoruz.

Kurak topraklardaki mezralarda yaşamın ne kadar zor olduğunu düşünüyoruz. Bazı köylülerin bahçelerine meyve ağaçları dikmesi dikkatimizi çekse de bunun komşularına örnek olamamasına şaşırıyoruz. Beni şaşırtan bir başka olgu da yollara atılan plastik çöpler oluyor. Geçtiğimiz yollarda çoğu terkedilmiş yıkık tek katlı kerpiç evlerin yerine dikilen mimarlık faciası eciş bücüş çok katlı beton yapılar da canımızı sıkıyor hani.
Eskil yolunda henüz kanatları gelişmemiş yavru bir flamingoya rastlıyoruz. Ekipteki arkadaşlar yavrunun annesinden ayrı düşmesini hayra yormuyor, geceleyen çakallara yem olacağını düşünüyorlar. Araçtan inip flamingoyu yakalayıp hayatını kurtarmaya çalışıyoruz. Yavru bizimkilerden daha atik çıkıyor ve kurak sazlıkta kayboluyor.
Eskil’de kuş gözetleme kulesinin yanında kamp kuruyoruz.

Sonraki gün Avanos’ta Avustralyalı heykeltıraş Andrew Rogers’ın 2007 ve 2009’da yaptığı gökyüzünden bile görülebilen heykelleri keşfe çıkıyoruz. Aynı bölgede Kırgız Orta Asya Çiftliği’nde Kırgız mantısı ve Özbek pilavı yiyoruz.
Kayseri Organize Sanayi’nin yanındaki Hürmetçi Sulak Alanı’nda yüzlerce atın topraktaki tozu dumana katan ve suların içindeki turkuaz köpükler çıkaran koşularını fotoğraflıyoruz. Köydeki yüzlerce mandanın sulak alanda serinleme çabalarını keyifle seyrediyoruz.

Gezi bittiğinde kurak topraklarlardaki zorlu yaşam ve annesinden ayrı düşen flamingo yavrusunun peşindeki koşumuz aklımızda kalıyor, bir de yıldızların altında tur arkadaşımız Adem Baba’nın teyibinden süzülen Zeki Müren’in “Benim gönlüm sarhoştur/ Yıldızların altında” şarkısı…
Turun sonunda herkesin Faruk ve Ahu Akbaş’a sorusunu da aktarayım: Bir sonraki gezi nereye?