Mevsimler… Mevsimler…

Ben bütün mevsimleri ayrı severim. Nisanla birlikte erguvanlar açtığında Boğaz’da olmalısınız. Boğaz lokantalarına gitmeye gerek yok, evden bir şeyler alıp götürün ya da Sarıyer’den peynir ve ekmek alın, lokantanın penceresinden aynı yere dört saat bakacağınıza yürüyün, her adımda yeni bir güzellikle karşı karşıya geleceksiniz. “Ne anlamışsınız şu İstanbul’dan!” diyenin çenesini kırmak isterim. Hiçbir kent ilkyazda İstanbul kadar güzel olamaz. Sakın bana çokbilmişlik taslayıp “Bir de bizim mahalleye gel!” demeyin. O zaman içim acıyor, çünkü ben İstanbul’un bir buçuk milyon nüfuslu zamanını bilirim. Su yetmiyormuş efendim, küresel ısınma varmış, yağmur yağmazsa işimiz çok güç olacakmış. İşimiz çok güç zaten. Her gün on saat yağmur yağdırsa, yirmi beş milyon insana gene de yetmez. Yirmi beş milyon insanı düşünün: hep birlikte ellerini yıkıyorlar. Hele bir de yüzlerini yıkarlarsa…

Yazı güzel değil İstanbul’un. Gene de ben her yerin her mevsimini sevmeye yatkın olduğum için İstanbul’un yazından yakınmam. Ama İstanbul’un güzü ilkyazı kadar güzel olur. Uzun uzun kendini duyuran azcık soğumaya yüztutmuş güneş. Kışını da mı seviyorsun şu garip kentin? Siz bana bakmayın, ben bütün zamanları severim bütün mevsimleri severim. Gri bir gök altında sizi hafakanlar basar. Benim en güzel düşüm o iyice kendine kilitlenmiş havalarda oturup yalnız başıma mandalinayla şarap içmektir. Bir kere bile denedin mi diyeceksiniz? Denemedim ama bir gün deneyebilirim.

Bazı kentlerin bazı mevsimleri olağanüstü güzeldir. Örneğin Montréal’in güzünü dünyaya değişmezsiniz. Ulu akağaçların yaprakları kırmızıya kesince kendinizi bir başka doğada sanırsınız. Hele akşam vakti güneş kırmızı kırmızı batarken o akağaçların kırmızısına yepyeni kırmızılar yollar ya, delirecek gibi olursunuz. Sonra birden karlar gelir. Onlar güneşli karlardır. Kar birden indirir, ortalık beyaza boyanır, biraz sonra güneş açar. O eksi bilmem kaç derece dondurucu soğukta içeriden bembeyaz sokağı gözlüyorsanız kış mevsiminin de yaza ya da ilkyaza benzer bir şey olduğunu düşünebilirsiniz. Ama bilirsiniz ki kapıdan dışarıya adım attığınız an kulaklarınız ve burnunuz taş gibi donacaktır. O güzelim kentin yazına kulak asmayın ama.

İnsanlar bir elde etme yarışına girdikleri için ne İstanbul’da erguvanları ne Montréal’de akağaçları görürler. Yaman bir koşu içindedirler. Yaşam için kavga derler ama inanmayın. Yaşam için kavga karşısında şapkamızı çıkarırız. Bunlar garip bir yarışa girmişlerdir. Çocuklarını da erkenden aptal gibi bu yarışın içine sokarlar. Hem seçkin olmak hem zengin olmak hem mutlu olmak için yarışa girmek zorunludur. Mutluluğu ve seçkinliği kim yitirmiş? Siz ancak zengin olmak için yarışabilirsiniz. Kimi yaşamak için kimi de yaşadığını sanmak için dünyaya gelmiştir. Birçok insan yaşamının tüm dayanaklarını yitirmiş adem babalar kadar bile yaşamın tadını alamadan ömrünü tüketiverir. 

Her yerin her mevsimini severim ama aralıksız yağan yağmuru da sever miyim? Adana’da günlerce tam bir tekdüzelikte yağar da yağardı, yarı aç yarı tok ilk gençliğimizi sele suya boğardı. Ben yağmuru da sevdim, ama onu yalnız Hollanda’da çok sevdim. Yağmıyormuş gibi yapıp yağan bir yağmur düşünün. Bir de bakıyorsunuz bir fırtına kopuvermiş okyanustan. Okyanus duygusu zaten korkunç bir duygudur: insan için hiçbir uzam o kadar geniş ve o kadar derin olmamalıdır. Amsterdam özellikle benim kentimdir: insan eliyle yaratılmış güzelliklerin üstüne durmadan yağmur yağar.

Siyasetle, savaşla, açlıkla, ayak oyunlarıyla iyiden iyiye kirlenmiş bir dünyada dolaşmaktan vazgeçip emekliliğin de verdiği hoş bir durgunlukla İstanbul’da kırk yıllık evimin sessizliğine sığınınca zaman zaman içimde yeni kentler ve o yeni kentlerde yeni mevsimler görmek için bir istek var mı diye düşündüğüm olmuştur. Hayır, böyle bir istek duymuyorum. Güzelim İstanbul’da kitaplar arasında dünyayı ve hatta tarihi dolaşmak bana çok daha anlamlı geliyor. Dünyadan elimi eteğimi çektikten sonra anladım ki insanın iç zenginliği bütün zenginliklerden daha hoş, daha güzel.

Bu sıcaklar geçecek, eşsiz bir güz başlayacak. Boğaza gitmeye ne gerek var, oturduğum yerden boğazı görür gibiyim. Haydi saçmalama, diyorum kendi kendime, hiç yaşamakla düşlemek aynı şey olabilir mi? Gene de bir yerlere gidesim yok ne yalan söyleyeyim. Hayır, yaşın verdiği hantallık değil, ben şimdi bile durduğu yerde duramayan bir adamım. Eskiden mevsimleri görmeye giderdim, kentleri görmeye gider gibi, şimdi kendimi mevsimlerin içinde duyuyorum. Mevsimler geçiyor üstümüzden. Hepsi başımla birlikte. En sıcağından en soğuğuna kadar hepsi güzel. Yaşam aklınıza yatıyorsa…

 

642140cookie-checkMevsimler… Mevsimler…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.