Nedenle sonuç arasındaki kanlı Pazar: 1 Mayıs 1977

Uzunca bir aradan sonra işçi sınıfının 1 Mayıs’ı Taksim Meydanı’nda kutlayacağı açıklanınca birçoğumuzun yüreğinde buruk bir sevinç belirdi. Sevinç, çünkü Taksim Meydanı Türk siyasi tarihinin bir dönemecine tanıklık etmiş sembollerden biri, belki de en önemlisi. Buruk, çünkü aynı Taksim Meydanı, aynı siyasi tarihimizin en kanlı olaylarından birine, 1 Mayıs 1977’deki 34 insanımızın katledilmesine, 136’sının da yaralanmasına tanıklık etmiş bir alan. Takvimlerde rengi acıya boyanmış günlerden biri olan 1 Mayıs 1977, kendi içindeki vahşet ve dehşetin yanında, Türkiye’de bugün yaşadığımız birçok siyasi ve sosyal savrulmaların neredeyse tamamının ana rahmine düştüğü tarihi de temsil ediyor aynı zamanda. Çünkü 1 Mayıs 1977 yaşanmasaydı, Türkiye’de 12 Eylül yaşanmazdı. 12 Eylül olmasaydı, Turgut Özal olmazdı. Turgut Özal olmasaydı, AKP de olmazdı. Bir başka deyişle, 1 bugün yaşadığımız siyasi ve sosyal yapı, Mayıs 1977 tarihinde Taksim Meydanı’nda yaşananların doğal bir sonucuydu. Bu kördüğüm çözülmediği sürece, yarın yaşayacaklarımızın da nedeni olacak.

1974’deki Kıbrıs Barış Harekâtının ardından Türkiye’ye uygulanan Amerikan ambargosu, Türkiye’de solun yükselişini hızlandırıyordu ve iki kutuplu dünyada bundan hoşlanmayanların sayısı kutbun yarısı kadardı. Ecevit’in siyasi etkisinin en yüksek olduğu günlerin yaşandığı bu iklimde İstanbul, ülkenin büyük 1 Mayıs mitinglerinden birine hazırlanıyordu. Tornacılar, tersane işçileri, Aşçılar, Doktorlar, Mühendisler, Garsonlar ve ülkenin örgütlü sınıfını oluşturan neredeyse yarım milyon insan; Taksim Meydanı’nın bayram yerine çevirmeye kararlıydı. Ancak aynı meydanı kan gölüne döndürerek, koca bir ülkenin yönünü karanlığa çevirmek isteyenler de kararlıydı…

FIRTINA ÖNCESİ SESSİZLİK…

1 Mayıs 1977 Pazar sabahı İstanbul’da yaşam, şafak sökmeden başladı. Beşiktaş ve Saraçhane’de toplanan coşku dolu kalabalık, marşlar ve türküler söyleyerek Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) düzenlediği mitingin yapılacağı alana doğru ilerliyorlardı. Öğle saatlerinde Taksim Meydanı insan seliyle doluyor, alan yavaş yavaş ‘insan gölü’ne dönüşüyordu. DİSK’in uzun süren hazırlıkları her şeyin yolunda gideceğine işaret ediyordu. Miting öncesinde bazı sol gruplar arasında yaşanması beklenen gerginlikten eser yoktu. Bayram havasında geçen mitingde, demokrasi tarihimizin en coşkulu sahneleri yaşanıyordu. Her şey kendi olağanlığında seyrediyor, alandaki siyasiler, TRT görevlileri, gazeteciler ve bu tarihi günü kaydetmek için orada bulunan amatör fotoğrafçılar yavaş yavaş toparlanmaya başlıyorlardı. Zaman, bu tarihi günün ve miting konuşmalarının sonuna doğru hızla akıyordu…

ÜÇ EL SİLAH SESİYLE BAŞLAYAN ASIRLIK SESSİZLİK…

Saatler 19:00’u gösterdiğinde DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler kürsüdeki yerini aldı. Türkler, konuşmasının sonlarına doğru yaklaştığında, üç el silah patladı… Patlayan üç el silahın sesi Taksim Meydanı’ndaki kalabalıkta birkaç saniyelik sessizliğe neden oldu. Asırlara bedelmiş gibi gelen bu sessiz saniyeleri peş peşe gelen başka silah sesleri bozdu. Taksim Meydanı birden bayram yerinden, savaş meydanına dönüşmüştü. Panzerler, siren sesleri, sis bombaları ve makineli tüfeklerin seslerinden oluşan uğursuz bir koro kalabalığı sürükleyerek oradan oraya savuruyordu. Saatler 19:05’i gösterdiği sırada polis telsizlerine yansıyan konuşmalar olan biteni özetliyordu:

-Merkez, 832, silahlar başladı patlamaya.
-Fazla ilerde ön tarafa yetişmek için. (15 saniye silah sesi)
– Merkez, 433, silahlar patlıyor, tamam.
-Anlaşıldı.
-Silahlar… büyük karmaşıklık çıktı, çok yaralı var.-Merkez, 136, çok yaralı var.

Gazeteci Coşkun Aral o anı cümlelerle anlatmıştı: “bu arada akşam saatlerine doğru tabii, bir silah patladı. Bir tek el silah patladı. Bu sinyal gibiydi. Gariptir, silahın çektiği el bir gazete dağıtıcısına, bir militan gazete dağıtıcısına aitti. Çünkü bu olayı görüntüleyen Savaş Ay’dı. Fotoğraflarını görmüştüm… Aynı akşam fotoğrafları değerlendirdik biz beraber. Onu hatırlıyorsam Hayret Dergisi’nde çıkmıştı.”

Canını kurtarma telaşındaki kalabalık, Pamuk Eczanesi ile İnter Continental Otel’in arasında kalan Kazancı Yokuşu’na doğru yöneliyor. Ancak olaylar başlamadan az önce Kazancı Yokuşu başına park edilen mavi bir Fiat kamyonet ve yerlere rasgele bırakılmış el arabaları sokağa iniş çıkışı engelliyordu. Tam bu sırada yokuşun aşağısındaki garajdan fırlayan beyaz bir Renault, panikle kaçışan insanların arasına dalarak ilerleri. Renault’un ön camından uzanan uzun namlulu bir silahtan çıkan mermiler, birbirini ezen insanların arasına yağmur gibi yağıyordu. Birkaç dakika sonra Tomsonlu beyaz Renault sola kıvrılarak Sıraselviler’e doğru gözden kayboldu.

Bu esrarengiz Renault, kanlı 1 Mayıs’ın kördüğümlerinden biri olarak tarihe geçti. Polis memuru Ahmet Dalkılıç, olay günü Taksim Meydanı’nda görevli 700 polisten biriydi. İntercontinental Oteli’nin önündeydi ve silahlar patladıktan kısa bir süre sonra otelin köşesinden Kazancı Yokuşu’na saptı, duvar kenarına siper almak üzereydi ki birkaç adımlık uzaklıkta bir polis arkadaşının yerde yaralı yattığını gördü: “yanına sürünerek gittim. Çektim, etraftan arkadaşlar da yardım ettiler, garaja soktuk. Orada beyaz renkli 1 Şube’ye ait Renault otomobile bindirdik. Yol kapalı olduğu için şoförün yanında oturan arkadaş Tomson’u dışarı çıkardı ve ateş etmedi. Hastaneye gittiğimizde polis arkadaş ölmüştü.”

Polis memuru Dalkılıç’ın sözünü ettiği araç, 1 Mayıs katliamının sis perdesi altında kalan beyaz Renault’un ta kendisiydi. Dalkılıç 1 Şube’ye ait beyaz Renault’dan ateş etmedik diyordu. Ne var ki araçta bulunan ve aynı birlikte görevli Polis memuru Necati Tınaz ise,
“Ambulansın gelişi gecikince yaralı arkadaşları 1 Şube’nin beyaz Renault otosuna yaralıların bir kısmını ilkyardıma bizzat ben götürdüm. Götürdüğüm yaralılar komiserim Orhan Acar ve arkadaşım Hüseyin Açıkgöz’dü. Bu arada beş kişilik bir grup Sıraselviler Caddesi Alman Hastanesi önünde ellerindeki sopaları bizim arabaya attılar. Bu sırada benim ve yaralıların korunmaları için müdürümüzün yanımıza verdiği ve makineli tüfek taşıyan arkadaşımız hücum edenlere çekilin yanımızdan vururum ikazıyla birlikte havaya beş el ateş etti. Ve biz İlkyardım Hastanesine girdik” diyecektir.

İstanbul’da patlayan silah sesleri çok geçmeden Ankara’da yankılandı. 1 Mayıs 1977 akşamı Başbakan Demirel acilen Bakanlar Kurulu’nu topladı. Birkaç saat önce patlak veren olaydan çok sıkılmıştı. Adalet Ve İçişleri bakanlarından olayın üzerine gidilmesini isteyerek harekete geçmeleri için emir verdi. Bundan sonrası Tam Türkiye’ye özgü o bildik tekrarların yaşandığı bir süreç başlayacaktır. Demirel’in o ünlü, “devlet görevinin başındadır” açıklamalarıyla başlayan ancak çoğunlukla hiçbir sonuca kavuşturulmayan onlarca soruşturma ve faili meçhul olay gibi kanlı 1 Mayıs’ta yakın tarihin karanlık noktalarından biri olarak kalacaktır.

Prof. Dr. Çetin Yetkin, olayların ardından başlayan hukuki süreci ilerleyen yıllarda şöyle anlatacaktır: “Ben o tarihte İstanbul’da Cumhuriyet Savcısıydım ve İstanbul 2.Ağır Ceza Mahkemesi’nde duruşmaya çıkıyordum. Bir süre önce Devlet Güvenlik Mahkemeleri ile ilgili yasanın Anayasa Mahkemesi’nce iptali üzerine Adalet Bakanlığı o dönemde kendisine tanınan yetkiye dayanarak Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde açılmış ve açılacak davalara bakmaya her ilde 2 no.lu mahkemeleri yetkili ve görevli kılmıştı. Bu nedenle de, bu olay ile ilgili dava da İstanbul 2.Ağır Ceza Mahkemesi’ne açılacaktı. Anlaşılacağı üzere olayın hazırlık soruşturması ile bir ilgim yoktu, soruşturmayı başka savcılar ve kolluk güçleri yapmıştı; ben, yalnızca açılan davada mahkemede görevliydim. Ayrıca, soruşturma savcılığın Muhittin Cenkdağ’ın başında bulunduğu Toplum Suçları Bürosu’nun sorumluğundaydı.

Hemen söylemeliyim ki, sanık diye gösterilen kimi kişilerin ve tanıkların gelişigüzel alınan ifadelerinden başka hiçbir soruşturma yapılmamıştır! O kadar ki, davanın bu kıyımın “asıl” (aslî) faillerine değil, fakat “feri” faillerine karşı dava açılmış olması bir yana, 34 kişinin öldüğü ve çoğu ağır olmak üzere 126 kişinin yaralandığı bu olayın soruşturması topu topu 28 günde bitirilmiştir. Bu 28 güne onlarca sayfalık ve 30 Mayıs 1977 tarihini taşıyan iddianamenin kaleme alınması, daktiloya çekilmesi de (o tarihte bilgisayar kullanılmadığı unutmamak da gerekir) dahildir!… İddianamenin 20.sayfasında yer alan şu satırlar, hiç kuşkusuz, Türk adalet tarihine bu savcıların görevlerini yerine getirmediklerinin bir belgesi olarak geçmiş bulunuyor: “Kamu vicdanında ve evrensel adalet duygusunda mahkûm edilen 1 Mayıs kıyımı ile ilgili açılan bu davada sanıkların küçük bir bölümü yüce adaletin önüne çıkarılmış bulunmaktadır. Bu büyük ve kanlı facianın tertipçisi, uygulayıcısı yurt ve insanlık düşmanı olan asli failler er geç tespit edilecek ve tarihin ve şaşmaz adaletin önüne çıkarılıp mahkûm edileceklerdir.”
Dünyanın neresinde bir savcılığın herhangi bir olayın asıl faillerini tarihe havale ettiği görülmüştür? Kaldı ki, “şaşmaz adalet”in gerçekleştirmekle yükümlü olanlar bu iddianameyi hazırlayanlar değil miydi? Ne acıdır ki, birazdan belirteceğim üzere, o günden bu yana, “asıl failler”in “şaşmaz adalet”in önüne çıkarılması için hiç ama hiçbir şey yapılmış değildir. Bu iddianame imzalanmış ve savcılık ve kolluk için olay daha o tarihte bitmiştir. Davanın ayrıntılarına girmeyeceğim. Konuyu önce Hürriyet’te 1 Mayıs 1987’den başlayarak bir yazı dizisi olarak bir ölçüde ele almış, daha sonra da, Toplumsal Dönüşüm Yayınları’ndan 1997’de yayınlanan Vatan Sağ Olsun adlı kitabımda daha ayrıntılı olarak ve belgelerle açıklamış bulunuyorum. Dileyen bunlarda gerçekleri açık bir biçimde görebilir. Ayrıca, olayla ilgili elimde bulunan belgeleri, ifade tutanaklarını v.b. Uğur Mumcu Vakfı’nın arşivine vermiş olduğumdan oradan da yararlanılabilir. Burada bir belge olarak davanın ilk duruşmasında 2.Ağır Ceza Mahkemesi’nde mahkemeden istemlerimi tutanağa geçtiği biçimiyle sunmak istiyorum. Mahkeme, bu istemlerimi aynen ve eksiksiz olarak kabul etmiş ve verdiği ara kararın maddeleri olarak tutanağa geçirmiştir. Ne ki, bu “mütalâa”mdan sonra bir daha duruşmaya girmem nasip olmadı, çünkü İstanbul Başsavcısı Osman Ateşoğlu beni bu görevden uzaklaştırdı… Bunun üzerine ben de, Cumhuriyet Savcılığı mesleğinin onuru ve saygınlığı ile bağdaştırılması olanaksız olan bu uygulama karşısında savcılıktan istifa ettim. Ancak, bir süre sonra hükümet değişti, ben yeniden mesleğe ve aynı mahkemeye yine duruşma savcısı olarak döndüm. Ama bu arada sıkıyönetim ilan edilecek, davaya da sıkıyönetim el koyacaktı.”

KAMU GÖREVLİLERİ AÇIKÇA SUÇLANIYOR

Çetin Yetkin, yakın tarihe ışık tutan açıklamalarını mahkemenin de eksiksiz kabul ettiğini belirttiği “mütalâa”sıyla sürdürür. Mütalâa şu başlıklardan oluşmaktadır:
“1- İddianamenin bazı bölümlerinde ve özellikle 36.sayfanın sonunda ve 39. sayfasında bazı kamu görevlileri açıkça suçlanmıştır. Dosya incelendiğinde gerçekten de bazı kamu görevlilerinin olayın gelişimi içinde hatalı, kusurlu ya da kanunlara aykırı davranışları bulunduğu görülmektedir. Ancak, bu suçlamaya rağmen, bu kişiler hakkında soruşturma yapılarak kamu davası açmak ya da takipsizlik kararı vermek şeklinde gereği takdir edilmemiştir. Bu nedenle, bu kamu görevlileri hakkında gerekli soruşturmanın yapılmasının C.Savcılığından istenmesine;
2- Yine iddianamede haklarında bu dava açılmış olan sanıkların yalnızca olayın ikinci derecede sorumluları oldukları bildirilmiş ve gerçek sorumluların ergeç adalet ve mahkeme önüne çıkarılacakları kaydedilmiştir. Bu duruma göre bu gerçek sorumlular hakkında soruşturmaya devam edilmesi gerekmektedir. Kaldı ki, bu asıl faillerin tespit edilmesi mahkememizde görülmekte olan bu davayı da kesin bir biçimde etkileyecektir. Ancak, iddianamede olayın asıl tertipçilerinin kimliklerinin tespiti ve suça iştiraklerinin neden ibaret olduğu hakkında soruşturmaya devam edilip edilmediği belirtilmemiş olduğundan bu bakımdan da soruşturma yapılıp yapılmadığının C.Savcılığından sorulmasına;
3- Arkaları mühürlenmiş olan ve dosya içerisindeki fotoğraflar arasından tarafımızdan seçilen 12 adet fotoğrafın Adli Tıp Müessesesi Başkanlığına gönderilerek bu fotoğraflar üzerinde işaretlenmiş yerlerdeki pencere, dam ve çatı ve diğer yerlerde görülen kişilerin mümkünse yüzleri belli olacak şekilde, bu olmadığı takdirde ne yaptıkları ve ellerinde ne bulunduğu anlaşılacak şekilde büyütülmesinin istenmesine;
4- Dosyada ANKA Ajansı, TRT İstanbul Haber Ekibi ve Halkın Yolu gazetesinden alınmış olan filmlere ilişkin tutanaklar vardır. Oysa gerek dosyanın incelenmesinden, gerekse basında çıkan haberlerden daha başka filmlerin de çekilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Bu filmlerin de araştırılıp bulunarak mahkemeye gönderilmesinin C.Savcılığına bildirilmesine;
5- Sanıkların tümünün sorguları yapılmamış olmakla birlikte tutuklanma tarihleri bakımından bu durumlarını etkileyebileceğinden sanıklar Macit Demir ve Hüsnü Ulusoy bakımından bazı delillerin bu safhada toplanması gerekmektedir.
Macit Demir bakımından: Tanıklardan Ramazan Şahin’in hazırlık soruşturmasındaki ifadesinde sanık Macit Demir’in bir toplum polisine ateş ettiğini, onu bacağından yaraladığını, ancak kendisinin yaralı polis memurunu Beyoğlu İlk Yardım Hastahanesi’ne götürdüğünü ve bu memurun tabancasını hastahanedeki polis memuruna teslim ettiğini bildirmektedir. Ancak, dosyada bu şekilde yaralanmış bir polis memuruna ait bir ifade veya tabanca teslimine ait bir tutanak bulunmadığı gibi, bu polis memurunun kimliği de tespit edilmemiştir. Bu nedenle, Beyoğlu İlk Yardım Hastahanesi’nde 1 Mayıs 1977 günü saat 19.00’dan sonra görevli olan polis memurlarından bu hususun sorulmasının Emniyet 2.Şube Müdürlüğü’nden istenmesine ve Toplum Polis Müdürlüğü’nden de herhangi bir memurlarının bu şekilde yaralanmış olup olmadığının sorulmasına;
Sanık Hüsnü Ulusoy hakkında: Olayda ölenlerden Kadir Balcı, Hikmet Öztürkçü ve Nazmi Arı’nın cesetlerinden çıkarılan mermi çekirdekleri emanetin 1977/931, yaralı Reşo Yalın’ın bacağından çıkarılan mermi çekirdeği ise emanetin 1977/977 sayısında kayıtlı bulunmaktadır. Taksim Alanı ve çevresinde bulunan boş kovanlar da ayrıca 1977/848 sayısındadır. Buna karşılık, sanık Hüsnü Ulusoy’da yakalanan tabancanın olayda kullanılmış olduğu ekspertiz raporu ile tespit edilmiştir. Olayla ilgili olarak ele geçirilen öteki tabancalar ise 1977/928 sayısında kayıtlıdır. Bu mermi çekirdekleri ile kovanların bu silahlardan atılıp atılmadığı tespit edilmemiştir. Bu konuda gerekli incelemenin yapılmasının Adli Tıp Müessesesi Başkanlığı’ndan istenmesine…”

ADALET BAKANI CAN: “1 MAYIS UNUTULDU, ÖYLE BİR ŞEY BİLMİYORUM…”

Çetin Yetkin mahkemenin bu istekleri kendi kararına dönüştürdüğünü aktarıyor ancak dava zamanaşımına uğrayıncaya kadar savcılık ve emniyetten tek bir yanıt bile gelmediğini belirtiyor…

Kanlı 1 Mayıs’ın üzerinden 33 yıl geçti. Nokta Dergisi, olaydan 9 yıl sonra 1986’da, bu yazıyı hazırlarken benim de yararlandığım kapsamlı bir dosya yayınlayarak gerçek suçluların kim olduğunu sorgulayan ayrıntılara ev polis telsizlerinin deşifrelerine yer verdi. Her on yılda bir benzer yayınlar tekrarlandı ancak gerçek failler bir türlü bulunamadı. Bu sürecin ardından yaşananları yine Çetin Yetkin’den dinleyelim: “Duruşmadan uzaklaştırılmam ve bu nedenle de meslekten ayrılmam üzerinden çok geçmeden hükümet değişti ve Bülent Ecevit başbakan, Mehmet Can da adalet bakanı oldu. O sıralar Uğur Mumcu’nun gerek Ecevit ve gerekse Can ile arası iyiydi. Uğur’la birlikte Can’a gittik. Mesleğe dönmek istiyordum. Ayrıca, Mehmed Kemal de Can’ı Kadirli Kaymakamlığı günlerinden tanıyordu. O da devreye girdi. Adalet Bakanı Can, mesleğe dönebileceğimi, 1 Mayıs’ın yeniden açılacak soruşturması ile beni görevlendireceğini, ancak önce soruşturmanın ne yönde yapılması ve genişletilmesini belirten bir rapor hazırlayarak kendisine bir hafta içinde getirmemi istedi. O sırada savcılık mesleği ile ilişiğim kesilmiştir, düz bir yurttaştım. Bu nedenle, istediğini yaptım. Ancak bir önsezi olacak, bir kopyasını Savcılar Kurulu’ndan Orhan Erdoğan ile bir yakınıma verdim. Turgut Kazan da bu gelişmeden haberdardı. Can’la görüşmelerimizde o sırada Danıştay üyesi olan Metin Şekercioğlu da bulunmuştu. Tam bu sırada da Ecevit, basında ve TRT’de yayınlanan bir açıklamasında başta 1 Mayıs olmak üzere kapatılan tüm dosyaların yeniden açılacağını bildirdi. Ne var ki, ben göreve döndükten sonra, ne 1 Mayıs dosyasının ve ne de öteki kapanmış dosyaların açılması için hiçbir girişimde bulunulmadı. Üstelik, Mehmet Can, daha sonraları, benim kendisi ile bu görüşmelerimizi açıklamam üzerine 7 Mayıs 1989 günü İkibine Doğru dergisine yaptığı açıklamada benimle görüştüğünü, benden dosya istediğini yadsıyacak ve şöyle diyecekti: ‘1 Mayıs olayı kapandı. O anlamda kapandı demek istemedim, Eski bir olay unutuldu demek istedim. Benimle başka bir konuda görüşün, o konuda görüşmek istemiyorum. Olay Demirel zamanında oldu, biz geldiğimizde bir araştırma yapmadık. Ben Adalet Bakanıydım. Bu konu daha çok Başbakanlığı ve İçişleri Bakanlığını ilgilendirir. Yüzyüze görüşmemizden bir şey çıkmaz. Size yararlı olamam. Dosya falan yoktu. Öyle bir şey bilmiyorum.’

KONTRGERİLLA PARMAĞI…

Öte yandan, 1 Mayıs 1987’den başlayarak Hürriyet’te yayınladığım adı geçen yazı dizisi için Bülent Ecevit ile görüşmek istediğimde, Ecevit, gazetede yer verdiğim yanıtında ‘eskiyle ilgili bağlantılarını kopardığını’ ve olayın artık polisin işi olduğunu söyleyecekti. Oysa, Ecevit, 1 Mayıs 1977 kıyımından 6 gün sonra İzmir’de Konak Alanı’nda yaptığı konuşmada aynen şunları söylemiş bulunuyor: ‘Devlet içindeki fakat demokratik hukuk devletinin denetimi dışındaki bazı örgütler gün yitirilmeksizin kontrol altına alınmalıdır. Kontrgerilla hareket halindedir. 1 Mayıs’ta parmağı vardır.’
Başbakan Süleyman Demirel ise, olaydan hemen sonra 2 Mayıs 1977 tarihinde Ecevit’e ‘Gizli’ kayıtlı ve onun 3 Mayıs 1977’de Taksim Alanı’nda yapacağı miting nedeniyle yazdığı, fakat Ecevit tarafından açıklanan mektubunda şu satırlar yer almaktadır: ‘CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in 3 Haziran 1977 günü İstanbul Taksim Meydanı’ndaki CHP mitingi sırasında, Sheraton Oteli’nin üst katlarındaki odalardan birinden uzun namlulu ve dürbünlü bir silah ile ateş edileceği, bu teşebbüsün 29 Mayıs 1977 günü İzmir Çiğli Havaalanı’nda cereyan eden olayla birlikte, 1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’nda vukua gelen olaylardan cesaret alan ….. illegal-komünist örgütlerin yanı sıra, memleketimizi iç meselelerle uğraştırmak isteyen yabancı kuruluşların ve uluslararası tedhiş teşekküllerinin muhtemel suikast ve sabotaj eylemleri ile özellikle vazifelendirilmiş kimseler tarafından yapılmak istendiği alınan haberler meyanındadır…’
Demirel, daha sonraları kendisi ile yaptığım bir görüşmede ‘İhbar, devletin istihbarat teşkilatından geldi’ diyecektir. Bu gelişmeleri izleyen günlerde önce Ecevit, sonra yine Demirel başbakan oldular. 1 Mayıs 1977’yi aydınlığa kavuşturmak için hiçbir şey yapmadılar!…”

AKP’NİN MAVİ BONCUĞU

Başta da değindiğimiz gibi bu yıl işçi sınıfının Taksim’de bir araya gelecek olmasının yarattığı sevinçteki burukluğu gidermenin yolu, yakın tarihin bu kördüğümünün çözülmesinden geçiyor. Manidar biçimde ‘kanlı Pazar’ olarak anılan bu tarihi dönemecin, aynı zamanda 24 Ocak kararlarıyla ülkenin kapılarını küresel kapitalizmin öteki vahşi ve kanlı pazarlarına sonuna kadar açan bir koçbaşı olduğunu unutmayalım. AKP’nin hazırladığı anayasa taslağı paketinin oylandığı bu dönemde, yine AKP’nin her çevreye mavi boncuk dağıtarak siyasi ikbalini kurtarma kaygısına düşmesi, kendisini de yaratan anayasal sürece kapı aralayan 1 Mayıs 1977’yi unutturma şovuna dönüşmemeli. Çünkü 1 Mayıs 1977, bugün eski solcu liberallerle, eski komünist avcısı İslamcıların bir araya gelmesiyle unutturulan sınıf bilinci ve mücadelesinin önünü tıkayan engellerin tarihin ana rahmine düştüğü günün adıdır.

Yararlanılan kaynaklar:
-Nokta Dergisi, “Kanlı 1 Mayıs, Gerçek Suçlular Kim”; 4 Mayıs 1986
-Çetin Yetkin, “Bir Savcının Not Defterinden”; Salyangoz Yayınları.
-Çetin Yetkin, Müdafaa-i Hukuk Dergisi; Nisan 2009
-Barış Yetkin, “Kırılma Noktası 1 Mayıs 1977”; Yeniden Anadolu ve Müdafaa-i Hukuk Yayınları.

1196000cookie-checkNedenle sonuç arasındaki kanlı Pazar: 1 Mayıs 1977
Önceki haberYeni bir hayat
Sonraki haber3 lider tv’de kozlarını paylaştı
YUSUF YAVUZ
YUSUF YAVUZ (GAZETECİ-YAZAR) Isparta, Sütçüler'de doğdu. 1990’da edebiyatla ilgilenmeye başladı. Deneme ve inceleme tarzındaki ilk yazıları 1996 yılında 'Atatürkçü Ses' Dergisi’nde yayımlandı. Aynı yıl yerel ölçekte yayın yapan kanallarda 'Dönence' başlıklı radyo ve televizyon programları hazırlayıp sundu. 1999 yılında Antalya'da kurulan Müdafaa-i Hukuk Dergisi’nde yazmaya başladı. 2001’de Gazete Müdafaa-i Hukuk’ta Muhabir-Temsilci olarak görev aldı. Daha sonra adı 'Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk' olan dergiyle bağını temsilci-yazar olarak sürdürdü. 2001-2007 yılları arasında Kaş Kitap Şenliğini organize ederek başta çocuklar ve gençler olmak üzere yöre insanının kültür, sanat ve edebiyat çevreleriyle buluşmasını sağladı. 2005 yılında Muğla ve Antalya arasındaki sahil bandında yaşanan yabancılara toprak satışına ilişkin yaptığı araştırmalar önemli etkiler yarattı. Deneme, inceleme, röportaj, düz yazı, haber ve yorumları; Cumhuriyet Akdeniz, Odatv, Yeni Harman, Edebiyat ve Eleştiri, Yolculuk, Evrensel, Atlas, Magma, Aydınlık, Birgün, Açık Gazete gibi dergi ve gazetelerde yayımlandı. Antalya merkezli VTV Televizyonunda, Pelin Gel Ağan'la birlikte 'İki Ağaç İçin' adıyla 16 bölümden oluşan bir program hazırlayıp ve sundu. Kanal V Televizyonunda, Biyomühendis Çağlar İnce ile birlikte, Yörük kültürünü ve tarihsel köklerini ele alan 'Islak Çarıklar' adlı belgesel haber programı hazırlayıp sundu. Araştırma yazılarından bazıları, 'Yer Bize Çimen Verdi' ve 'Darağacına Takılan Düşler' adıyla belgesel filmlere de konu olan Yavuz, şu sıralar 'Islak Çarıklar' adlı bir belgesel haber programı için çalışmalarını sürdürüyor. Ağırlıklı olarak arkeoloji, çevre, kentsel dönüşüm ve tarım konularını ele alan çalışmalar yapmayı yazılı ve görsel medyada sürdüren Yavuz, yıkım politikalarıyla tarımdan hayvancılığa, kültürden mimariye kırsal yaşamın dönüşümünü ele alan araştırma yazılarıyla tanınıyor. Ziraat Mühendisleri Odası Basın Ödülü, Çağdaş Gazeteciler Derneği Belgesel ödülü, Türkiye Ziraatçılar Derneği Tarım ödülü, Kubaba Derneği kültür hizmeti ödülü'nün yanı sıra Türkiye Ormancılar Derneği gibi çeşitli meslek odası, kurum ve kuruluşlar tarafından ödüle layık görülen Gazeteci Yusuf Yavuz, Likya'dan Teke yöresine uzanan coğrafyadaki su kültürüne ilişkin uluslararası bir sanat projesinin de danışmanlığını ve metin yazarlığını üstleniyor.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.