Neokli Sarris: Bir ‘Türk düşmanı’nın ardından (I)

Türkiye Rum cemaatinin yaprak dökümü devam ediyor, genellikle de Türkiye dışında devam ediyor. Son yapraklardan biri de Atina’ya düştü; profesör Neokli Sarris’i geçenlerde 71 yaşında kaybettik.

Neokli, 35 yıllık dostumdu. Bu yazıda, biraz ondan bahsetmek, bazı ortak anılarımızı aktarmak istiyorum. Ama bu, usulüne uygun bir ağıt yazısı olmayacak. Zira, ortak anılarımızı paylaşırken, Neokli ile yakın zamanlara kadar sürdüregeldiğimiz uzun tartışmalara, sanki o ölmemiş ve şimdi karşımda oturuyormuş gibi, aynen devam etmek ihtiyacı duyuyorum. Bunun için, sözümü uzatmak pahasına, polemik dozu yüksek bir takım konulara girmekten de kaçınmayacağım.

I
Neokli, İstanbulluydu ve İstanbul Hukuk’taki üniversite yıllarına kadar İstanbul’da yaşadı. Yanlış anımsamıyorsam, Yunanistan’a 60’lı yılların başlarında göç etmekle beraber tam olarak yerleşmesi 1974’te cuntanın düşmesinden sonraya rastlar. Neokli, bir süre gazetecilikle iştigal ettikten sonra Atina’da akademik kariyer yaptı ve birkaç yıl önce emekli oluncaya kadar uzun bir dönem Panteion (“Pandio”) Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olarak çalıştı. Zaman içinde, Türk-Yunan ilişkileri hakkında Yunanistan’da sözüne en çok kulak verilen bilirkişilerden biri oldu ve hayli ünlü, popüler bir figür olarak öldü. Cenazesine binlerce kişinin katıldığını öğrenince şaşırmadım. Sevmeyeni elbette vardı, ama sevenleri çok daha fazlaydı.

Neokli, kendisi bir tarihçi olmamakla beraber, Osmanlı ve Yunan tarihine vakıf biriydi ve bu alanda konuşmayı ve yazmayı çok severdi. Bir sürü kitabının yanısıra, Osmanlı tarihine ilişkin ilginç tespitler ve yorumlar içeren yayınları vardır. Bildiğim kadarıyla, henüz hiçbiri Türkçeye çevrilmiş değil. Dilerim bir gün, bu yayınların bir kısmı gözden geçirilerek Türk okuyucusuna uygun hale getirilir ve bir derleme şeklinde Türkçede çıkar (Biliyorum, bu o kadar kolay bir iş değil, çünkü hem Neokli’yi hem de Türk okuyucusunu yakından tanıyan bir editöre ihtiyaç gösterir; ama böyle birisi Neokli’nin eski öğrencileri arasından çıkabilir sanırım. Örneğin, Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik adlı kalın kitabını Yunancaya çevirmek gibi çileli bir işin altından kalkan Niko Raptopulos’un, sevgili hocasının eserlerinden güzel bir seçme devşirebileceğinden eminim).

Neokli, Türkiyeli Rum toplumunun bağrından çıkmış son yazar-çizer kuşağındandı. Bu kuşağın hemen hemen bütün üyeleri, halen ya yurt dışında yaşamakta, ya da yurt dışında ömrünü tamamlamış durumda. Sözgelimi, Stefan Yerasimos parlak kariyerini Fransa’da sürdürdü ve orada öldü. Herkül Milas, yanılmıyorsam halen Rodos’ta. Yaşı biraz daha ileri olmakla birlikte, aynı kuşağa dahil edilebilirse, halen Ankara’da yaşayan Ioanna Kuçuradi belki bir istisna sayılabilir. Diğer taraftan, Foti ve Stelyo Benlisoy kardeşler gibi, İstanbullu genç kuşaktan da bazı istisnalar yok değil, ama Türkiyeli Rum toplumu diye birşey artık kalmadığı için, bunları herhangi bir “kuşak” kategorisine sokmak zor.

Neokli, ister istemez “sonuncu” dediğim bu yazar-akademisyen kuşağının bir üyesiydi ama, onu bütün bu isimlerden ayıran, hatta adının bu isimlerle anılmasını bile aykırı kılan bazı “çıkıntı” özellikleri vardı. Bunların başlıcası, ruhuna işlemiş gazeteci girişkenliği ve politikacılık dürtüsüydü. Yerasimos da, Milas da, Kuçuradi de yazar ve akademisyen kimlikleriyle varoldular; Neokli bunlarla yetinmedi, politikaya iyice bulaştı ve sonunda hiç bir kalıba kolay girmeyen, hayli tartışmalı, karmaşık bir figür haline geldi.

Neoki’nin politika merakı, daha Türkiye yıllarından besbelliydi. Genç yaşta, Fener Patrikhanesi’nin kulislerine girdi ve o dönemin patriği olan Athenagoras’a danışmanlık yaptı. Ancak ilgisi, yalnız Rum cemaati ile de sınırlı kalmadı: CHP’ye üye oldu ve gençlik kollarında aktif görev aldı. Bu pek olağan bir durum değildir, çünkü Cumhuriyet’le birlikte başta Rumlar olmak üzere genellikle azınlık mensuplarının memleket siyasetinden ellerini eteklerini çektikleri iyi bilinen bir gerçektir. Dahası, özellikle Varlık Vergisi travmasından sonra CHP’ye oy verenlerine, hele de kendi keyfiyle üye olanlarına hemen hiç rastlanmaz.

Neokli’nin siyaset merakı, Yunanistan’a yerleştikten sonra da artarak devam etti. İlk işi, EDİK diye anılan Demokratik Merkez Birliği (Enosi Dimokratiku Kentru) adlı partiye girmek oldu. Bu parti, 1976’da kurulmuştu ve bir ara ana muhalefet konumundaydı, ancak ülke siyasetinin sola kaymasıyla inisiyatifi PASOK’a kaptırdı ve 1980’lere girildiğinde hızla marjinalleşti. Zaman içinde, partinin bizzat kurucu lideri başta olmak üzere bazı ileri gelenleri PASOK’a yanaştı, hatta kariyerlerine PASOK listesinden veya içinden devam etti. Neokli, EDİK’ten hiç ayrılmadı, 1998 yılında da partinin başkanı oldu. Bu tarihe gelindiğinde, partinin neredeyse sadece tabelası kalmıştı ama, Neokli hem bu tabelayı bir kartvizit olarak maharetle kullanmayı, hem de partiden artakan ufak politik mekânı sesini duyurabileceği bir tartışma platformuna dönüştürmeyi bildi. İte kaka, sesini duyurdu da. O kadar ki, ülke siyasetinde doğan bir boşluk anında, cumhurbaşkanlığı adayları arasında bile adı duyuldu. Bu daimi ve ısrarlı mevcudiyetiyle Neokli, çeşitli Yunan hükümetlerine dış politika konularında zaman zaman danışmanlık yaparken, zaman zaman da hükümetleri karşısına almaktan, hatta “azarlamaktan” geri kalmadı. Özellikle, sol gösterip sağ vuran PASOK hükümetlerine nadiren soldan, ama sıklıkla daha da sağdan şaşırtmacalı eleştiriler döşenip durdu. Bütün bu mevcudiyetine rağmen, Neokli’nin Yunan siyasetinde oynamak istediği rolü oynayabildiği söylenemez. Ama İstanbul’dan gelen ve neredeyse sıfırdan başlayan bir adamın—hele biraz da çılgın ve delifişekse– o siyaset içinde kendine daha fazla bir yer açması da herhalde pek mümkün değildir.
II
Benim Neokli’yle tanışıklığım, 70’li yıllara uzanır. O Yunanistan’a yerleşeli, ben ise Amerika’da tahsilden Türkiye’ye döneli iki yıl kadar olmuştu. O Yunanistan’da gazeteciliğe, bense İstanbul İktisat’taki Siyaset kürsüsünde asistanlığa başlamıştım. Yanılmıyorsam 1976 yılıydı, ilk Tarık Zafer Hoca’nın (Tunaya) Gümüşsuyu’ndaki evinde karşılaştık. Lâf lâfı açınca, Hoca’nın dışında da bir sürü ortak dost ve yakınımızın olduğunu keşfettik.

Ertesi gün, Neokli fakültede beni ziyarete geldi. O aralar bir Yunan gazetesi için Türkiye Solu üzerine bir yazı dizisi hazırlıyordu. O vesileyle, kürsüdeki birkaç meslekdaşımın ardından konu hakkında bana da bir dizi soru sordu. Ben de, naçizane, yanıtlamaya çalıştım. Fakat sorular birbirini izledikçe, yanıtları birer birer Neokli’nin kendisi vermeye başladı. Ve sonunda ortaya çıktı ki, gerek Türkiye Solu hakkında, gerek genel olarak Türkiye hakkında o benden daha fazla malûmata sahip. Tabii Türk Solu’ndan bahsederken, sözün CHP’den açılması gecikmedi. O dönemde CHP, tarihinde hiç görülmediği kadar sol söyleme yaklaşmıştı ve şimdi olduğundan çok daha yaygın bir şekilde solun doğal hinterlandı içinde düşünülüyordu; hatta sol ile CHP’yi özdeşleştirenler hiç az değildi. Neokli de o kadar kategorik olmasa bile bu yönde düşünenlerdendi. Sadık bir CHP’li olduğunu o zaman öğrendim. Partinin içini dışını biliyordu; en üst kademelerine kadar tanımadığı kimse de yoktu. Giderek azalan sayıda da olsa bazı üst düzey parti mensuplarıyla temasını hep korudu ve bir tarafıyla hep CHP’li kaldı.

Solun ne olduğu ve CHP’nin Türk Solu’nun neresinde durduğu konusunda Neokli’yle farklı algı ve yaklaşımlara sahip olduğumuz daha o zamandan belliydi, ama Türkiye’nin ve Türk Solu’nun geleceğine dönük benzer bir iyimserliği paylaşıyorduk. Türkiye de, Yunanistan da askeri cunta ve müdahale dönemlerinden yeni çıkmıştı; işçi hareketleri yeniden güç kazanıyordu; gösterilerde, türlü demokratik hak arayış ve mücadelelerinde heyecan verici bir yükselme vardı; kısacası ışık, nihayet tünelin ucunda görülmüştü. Sohbetimiz koyulaştıkça, Neokli’yle ortak bir dil bulmakta gecikmedik.

Derken, olaylar en azından Türkiye’de beklediğimiz şekilde gelişmedi; ülkenin ufku bir kaç yıl içinde karardı; 12 Eylül’le birlikte herşey darmadağın oldu, herkes bir tarafa saçıldı. Bize gelince, meslekdaşlarımın bir kısmı üniversiteden atıldı, daha büyük bir kısmı ayrıldı; şanslı olanlar da bir yolunu bulup kapağı yurtdışına attı. Ben de bu şanslılar arasındaydım; yurtdışına gittiğim yerler Paris, Brüksel gibi Avrupa’nın belli başlı metropolleri olunca da, hemen her Türkiyeli gibi, kendimi yakın coğrafyaların insanları arasında bulmam uzun sürmedi. Bu insanlar arasında, bizzat Türkler ve Kürtlerin yanısıra, Yugoslavyalısı da vardı, Macarı da, Cezayirlisi de. Ama gurbette birbirlerini ilk bulanlar Türkler ve Yunanlılardır. O bakımdan çevremdeki en büyük gurubun sonunda Yunanlı çıkması sürpriz olmadı. Diğerlerinden farklı olarak, Yunanlıların hepsi istisnasız şu veya bu şekilde solcuydu. İşsizi güçsüzü de solcuydu, meslek ve ev bark sahibi olanı da, genci de ihtiyarı da, hepsi solcuydu. Hoş, o yıllarda Yunanlı olup da solcu olmayan mı kalmıştı ki? PASOK hükümetleri aracılığıyla Avrupa’dan şelale gibi akan fonlar sayesinde, Girit dağlarındaki keçi çobanları bile PASOK’un “sosyalistliği” hatırına solcu olmuştu. Ancak, Avrupa metropollerindeki Yunanlıların solculuğu farklıydı elbet: daha yüksek bir eğitimin, gurbetin, sürgünün, köklü bir muhalefet ve direniş kültürünün imbiğinden geçmiş, daha seçkin ve keskin bir solculuktu bu.

Bu Yunanlı dostların çeşitli vesilelerle daveti ve teşvikiyle, Yunanistan’a gidişlerim 80’li yıllarda sıklaştı ve orada daha uzun süreler kalır oldum. Neokli’yle görüşmeye de, kaldığımız yerden devam ettik. Doğallıkla, görüşmelerimizde 70’li yıllardaki o iyimserliğimizden eser yoktu. Neokli, Türkiye’deki askeri rejime karşı sert eleştiriler kaleme alıyordu. Bunların hemen hepsiyle hemfikirdim; bir kısmını az bile buluyordum.

Neokli’nin misafirperverliğinin, cömertliğinin ve sabahlara kadar süren ateşli sohbetlerinin tadına o dönemde vardım. Onun hafif Rumcaya ve Osmanlıcaya çalan ağdalı Türkçesini dinlemek ayrı bir keyifti. Yunanistan’da artık iyice kök salmış olmasına rağmen, Türkiye’yi bir an boş bırakmıyor, yakından takip ediyordu. Türkiye’den gelen yazar-çizerleri, araştırmacıları, öğrencileri ağırlamakta üstüne yoktu. Başta sevgili hocası Tarık Zafer olmak üzere, Zafer Toprak, Mete Tunçay, Şükrü Hanioğlu gibi önemli tarihçi ve akademisyenlerle hep temastaydı.

Plaka’daki çalışma mekânı da bir başka âlemdi. Merkezi bir yerde olduğu için, pekçok misafiri için vazgeçilmez bir buluşma hatta konaklama yeriydi. Bu küçük büroda, karman çorman fakat zengin bir kitaplığı vardı. Bu kitaplığın raflarına çifter çifter ve tıkış tıkış dizilmiş kitapları karıştırırken, saatlerin nasıl geçtiğini anlamazdım bile. Türkiye’de arayıp da bulamadığım yayınlara orada rastlayınca heyecanlanır, hele bir de o güne dek hiç duymadığım, bilmediğim kitap ve dergilerle karşılaşınca, ofiste daha fazla oyalanmak için can atardım. Umarım o kitaplık güvenli bir yerde korunur, bağışlanacaksa da doğru bir yere bağışlanır. Rahmetli Bülent Tanör, yanlış hatırlamıyorsam Tarık Zafer Hoca’nın vefatı sonrası Hukuk Fakültesi’ne bağışlanan kitaplarının bir bölümünün fakülte tuvaletinde unutulup çürüdüğünden yakınmıştı. Dilerim Neokli’nin kitapları bu akıbeti paylaşmaz ve rahat erişilebilir kurumsal bir kütüphanenin bünyesi içinde hayat bulur.
III
Benim “Derin Yunanistan”la tanışmam da 80’li yıllara rastlar ve büyük ölçüde Neokli sayesindedir. Avrupa’daki solcu dostlarım aracılığıyla Yunanistan’da çok hoş ve düzgün insanlarla tanışma fırsatı buldum ama, bunların hemen hepsi belirli, dar bir entelektüel çevrenin insanlarıydı. Neokli’nin ise, artan şöhretiyle birlikte büyüyen hayli geniş bir çevresi vardı. Bu çevre içinde, taksi şoföründen esnafına, papazından işadamına, bürokratından siyasetçisine kadar her kesimden insan görmek mümkündü. Tahmin edilebileceği gibi, bunların çoğu muhafazakâr yapıda insanlardı.

Muhafazakârlıkta, içe dönüklük ve yabancı olan her şeye karşı güvensizlik ve kuşkuculuk, dine ve vatana gözü kapalı bağlılık, sık görülen özelliklerdendir. Tabiatıyla, Yunanistan bağlamında bunlara şiddetli bir Türkiye aleyhtarlığı ve alerjisi de dahildir. Bu özellikleri açıkça sergilemekten yüksünmeyen insanlara elbette rastlamadım değil, ama rastladıklarım arasında, aynı özellikleri sol bir retorik içinde gizlemeyi becerebilenlerin de sayısı hiç az değildi. Bunlar arasında, bilinçle gizlemekten ziyade, muhafazakârlıklarının her türlü olumsuzluğunu sol bir retoriğin tılsımıyla telafi edebileceğine samimiyetle inananlar da yok değildi elbet.
Neokli, Yunan siyasetinde yükselmeye çalıştıkça, bu muhafazakâr kesimlerle giderek daha sıkı bir işbirliğine yöneldi; ancak muhafazakârlara özgü çoğu inanç, önyargı ve mistifikasyonun hiç bir zaman esiri olmadı—esiri olmak için fazla uyanıktı. Sözgelimi, Yunanistan’da hiç değilse protokol düzeyinde başpiskoposun eli öpülmedikçe siyasete adım bile atılamaz. Neokli de, zamanı ve yeri geldiğinde el öpmekten geri durmadı kuşkusuz; ama bildiğim kadarıyla kendisi dindar biri değildi. Bu durum, ilk bakışta şahsi bir fırsatçılık veya ikiyüzlülük olarak görülebilir; ancak din-inanç ilişkisinin Yunan toplumunda aldığı biçim ve tarz gözönünde bulundurulursa, daha genel ve yapısal bir olgunun tezahürü sayılabilir. Neokli’nin, Türk ve Yunan toplumlarını kıyaslarken sık sık tekrarlamaktan pek hoşlandığı bir tespiti de, bu olguya işaret eder: dinin devlet ve toplum içindeki konumlanması, bu iki ülkede taban tabana zıttır. Türkiye’de devlet yüzeysel şekilde laik, toplum ise derinlemesine dindardır; buna karşılık Yunanistan’da devlet yüzeysel şekilde “teokratik” yahut “din-bağımlısı”yken toplum aslında pek o kadar dindar değildir ve dini daha çok bir töre, tören ve gelenek olarak yaşar. Tercümesi: papazın elini öperim, ama ardından yoluma devam eder, işime bakarım—icabında dalgamı da geçerim!

Tabii hayli tartışılır; ama Neokli bu tespitini türlü anketlere ve sosyolojik verilere dayandırmak için çok çaba harcardı. Mamafih en azından, kendi davranışlarının bu tespiti doğruladığı söylenebilir. Bir keresinde Aynaroz’da, buna bizzat kendim de hiç unutamayacağım şekilde tanık oldum.

Bilindiği gibi Aynaroz, içinde barındırdığı yirmi kadar tarihi manastırla, Yunanistan’ın en iyi korunmuş kutsal yerlerindendir. O manastırlardan birinin bininci kuruluş yıldönümü münasebetiyle, orada üç gün süren büyük kutlamalar ve törenler düzenlenmişti. Başta Atina başpiskoposu olmak üzere devlet erkanının büyük bölümü Atina’dan gelmişti. İstanbul’dan gelenlerin başında ise Aynaroz’un ruhani sorumlusu sıfatıyla Fener Patriği ve onun davetlisi olan kalabalık bir gurup vardı. Ben de o gurup içindeydim. İlk defa gördüğüm Aynaroz’un orta çağlardan kalma doğal peyzajı ve tarihi yapıları müthiş etkileyiciydi; bir zaman tüneline girmiş gibiydim (İzlenimlerimi kaleme aldığım bir yazı, o zamanlar Defter dergisinde çıkmıştı). Manastırın avlusunda kalabalığı yararak ilerlerken, gülümseyen bir tanıdık yüzle karşılaşıverdim. Neokli’ydi. Yunanlı zevatla birlikte Atina’dan gelmişti. Kısa bir hoşbeşten sonra, bana Aynaroz’un uzun geçmişinden anekdotlar anlatmaya koyuldu: münzevilerin arasına saklanmış kaçkınlar, sürgünler, üçkâğıtçılar, manastırlar-arası ihanetler, kiliseler-arası çekişmeler ve oradaki huşu havasıyla pek bağdaşmayan daha neler neler… Konu bunlarla da kalmadı, Aynaroz’daki töresel dişi yasağı dolayısıyla, kaçınılmaz biçimde sonunda geldi cinselliğe dayandı. Baktım ki lâf, manastır müdavimlerinin cinsel tercihleriyle ilgili hikâyelerden düpedüz müstehcen şakalara doğru uzuyor, “bari burada yapma, duyacaklar” diye Neokli’yi susturmaya çalıştım ama nafile. “Anlamazlar, anlamazlar!” deyip, sözüne iştahla devam etti. O günü hatırladıkça, Neokli’nin kahkahaları kulaklarımda çınlar durur.
IV
90’lı yıllara doğru askeri idareden sivil yönetime geçildikçe, yurtdışından Türkiye’ye yavaş yavaş geri dönüş başladı. Ben de dönenler arasındaydım, ama Yunanistan’la ve bu arada Neokli’yle temasım hiç eksilmedi. 90’lı yıllar boyunca, Yunanistan sathında bir kısmına bizzat Neokli’nin önayak olduğu pekçok toplantı ve konferansa katıldım. Bu konferanslarda ve genel olarak Yunan kamuoyunda Türkiye’nin sivilleşmesi daha çok konuşulur olmuştu. Ayrıca, Türkiye’nin Avrupa üyeliği de azar azar gündeme gelmeye başlamıştı. Bu konuları Neokli ile her tartıştığımda, aramızdaki görüş ayrılığının derinleştiğini farkediyordum. Neokli, Türkiye’deki demokrasiye dönüş ve sivilleşme çabalarını küçümsüyor, ben ise önemsiyordum; ülkenin geleceğiyle ilgili artık aynı iyimserlikte buluşamıyorduk. Neokli, Türkiye’nin Avrupa üyeliğinin gündeme getirilmesine şiddetle karşı çıkan şahinlerin safına katılmıştı, üstelik bunların bir nevi sözcülüğünü yapıyordu. Ben ise, üyelik perspektifinin Türkiye’nin kendisi kadar Yunanistan’a da büyük yarar sağlayacağını, bir takım gerekçelerle bu perspektifin karartılmasına müsaade edilmesinin iki ülkenin de zararına olacağını savunanlardandım. Neokli, Türkiye’de sivilleşmenin gerçek bir demokratikleşmeye işaret etmediğini, yalnız Batı kamuoyunun değil bizzat Türkiye halkının da gözünü boyamaya dönük bir aldatmaca olduğunu düşünüyordu. Bu düşüncesinde pekâlâ haklı olduğu hususlar vardı, ama gözden kaçırdığı önemli nüanslar da vardı. Bu nüansları dile getirdiğimde, söylediği hep şu olurdu: “Biz demokrasiye döndüğümüzde, cuntacı generalleri yargılayıp içeri tıktık. Siz bunları yapabildiniz mi? Demokrasiye dönüş denen şeyin ilk sınavı budur. Halbuki sizde askere dokunulamaz. Türkiye’de ordu ara sıra geri plana çekilip ipleri gevşetebilir, ama son kertede daima devletin ve rejimin sahibidir. Bu yalın gerçeğin yanında nüansların lâfı olmaz. Kendini boş yere kandırma!” Doğrusu, Neokli’nin söylediği pek çok şeye iyi kötü bir itirazım vardı ama, bu sözlerine diyecek bir şey bulamıyordum.

2000’li yıllara girildiğinde, Neokli ile muhabbetimiz aynen devam etmekle beraber, görüş ayrılıklarımız daha da netleşti. AKP iktidarıyla birlikte, Türkiye yakın tarihinde az görülür politika değişikliklerine ve rejim sarsıntılarına sahne olmaktaydı. Bunların kuşkusuz en önemlisi, “derin devlet” ve ordu içindeki darbe girişimcilerine karşı açılan Ergenekon soruşturmalarıydı. Bu soruşturmalar ilerledikçe, devlet içinde ve çevresinde yuvalanmış bir takım resmi ve yarı-resmi karanlık adamlar içeri alınmaya başladı. Bunlar arasında bazı emekli subaylar da vardı, ama iş bununla kalmadı; ardından bizzat görevde olan yüksek rütbeli askerler de teker teker tutuklanmaya başladı. Bütün bu tutuklama dalgaları karşısında, ilk defa “derin devlet”le birlikte doğrudan doğruya orduya “dokunulduğu”, ilk defa kararlı bir sivil iradenin direnciyle askeri vesayet rejiminin ciddi şekilde geriletildiği ve sınırlandığı bir manzara ortaya çıktı.

641150cookie-checkNeokli Sarris: Bir ‘Türk düşmanı’nın ardından (I)
Önceki haberFransa nereye koşuyor?
Sonraki haberKFC 8,3 milyon dolar tazminat ödeyecek
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.