İNGİLTERE’DEN… Yüzler, sözler ve gece…

Güzeldi yüzleri. Siyah sarı saçları vardı. Saçları uzak denizlerin yosunlarından arta kalmıştı. Gözleri sonsuz kederlerin iz düşümünü ve yarım kalmış hayallerin isli alınganlığını yazıyordu. Dudaklarında asılı duran gülümseyişleri sıcaktı. Kalabalık yalnızlıklar içinde durmadan  ölüm ve yaşam arasındaki o ince çizgide gidip geliyorlardı.
Ve eski zaman şarkılarını fısıldıyorlardı kulağına gecenin. Yürekleri her şeyin tarafsız olduğu o başlangıç noktasında buluşabilmenin heyecanıyla çarpıyordu. Zamana inanmıyorlardı. Dünü, bugünü ve yarınları yoktu. Zaman unutulmuş bir  sevgilinin adıydı onlar için. Zaman sadece karanlıkları örtmeye yarayan bir örtüydü. Yaşamak istediklerini yaşamalılardı. Ahlaki değerler, sorumluluklar, gelenekler ve kurallar önemli değildi.  Ne uğruna vazgeçemeyecekleri büyük düşünceleri, ne de sonsuza kadar sevebilecekleri sevgilileri vardı. Yargılamıyorlar, sorgulamıyorlar ve ne yargılanmaktan ne de sorgulanmaktan hoşlanmıyorlardı.
Artık neye inandıklarına çoktan karar vermişlerdi. Hiçbir şeye inanmamaya inanıyorlardı. Bu çelişkiler ve karmaşalar dünyasında adalet yoktu onlar için. Kararlılıkları. Kararsızlıkları. Alışkanlıkları vardı sadece. Bir de kendi korkuları, kendilerine ait yalnızlıkları, kendilerine ait mutsuzlukları ve kendilerine ait küçük adaları vardı. Kendi aşklarının peşindelerdi. Gece olunca o gizli küçük adalarına çekiliyor ve sadece kendilerini yaşıyorlardı, kendi uzaklarında sessizce el sallayarak birbirlerine. Seviyorlardı ve yüzlerini unutamıyorlardı sevdiklerinin. Ona rağmen yeni aşkların peşinde koşmaktan da uzak duramıyorlardı. Ama her aşk sonuçlarını önceden bildikleri bir kumar oyununa dönüşüyordu. Yine de korkmuyorlardı yaşamın doruklarına çıkmaktan. Yaşam her gün değişen çözemedikleri bir serüven olsa bile onlar için. Bu nedenle hep kıyılarda koşuyorlardı ve karanlığa tutunmayı seviyorlardı. Çünkü yeni serüvenler onları bekliyordu orada.
Ve onlar gecenin içinde kanatları ay ışığında yankılanan kuşlardı. Sentetik aşklar, elektronik tınılardan akan mutluluklar ve leon ışıklarında anlam bulan yalnızlıklar paklardı bir tek onları. 
Huzursuz. Güvensiz. Mutsuz. Güçsüzdüler.  Fırtınadan arta kalan yenik bir eski zaman savaşçısının gücü kadardı güçleri. Ama güzeldi yüzleri. Yüzlerinde yağmurun hüzünlü kokusuyla bulanmış uçurum düşleri saklı duruyordu. Yüzleri içindeki kaostan yok olup yeniden kendini yaratamamanın kaygısıyla doluydu…

Garip bir bilgelik vardı sözlerinde. “Zaman bizi değil biz zamanı tüketmeliyiz” diyorlardı. “Yaşadıklarımız, yaşayamadıklarımız. Yanlışlarımız, doğrularımız. Elden kaçırdıklarımız. Elde kalanlar. Acılarımız. Hüzünlerimiz. Mutluluklarımız. Mutsuzluklarımız. Kaygılarımız. Zamansızlıklarımız. Bedensel ve ruhsal değişimlerimiz. Duygularımızın en uç noktasına kadar çıkması. Sonra en diplere kadar inmemiz. İçimizde dinmek bilmeyen o amansız med-cezirlerimiz.  Kendimizi acımasızca, açıkça, korkusuzca eleştirmelerimiz. Saplantılarımız. Akılsızlıklarımız. Yani biz. Yani Sevdiklerimiz. Özlediklerimiz. Unuttuklarımız. Hayattakiler. Ölenler. Ve diğerleri. Kendi bedenimizden kendimiz sorumluysak, kendi ölümümüzden de kendimiz sorumlu olabilmeliyiz o zaman. Ve bu hayat bize aitse eğer yaşanmamış bir hayatı iade edebilmeliyiz demektir. Yani yaşanmamış bir tarihi iade edebilmeliydik kendisine…”
Yaşayarak öğrenmenin adıydı sözleri. Sentetik aşklardan yorulmuş bir hayatın tadıydı sözleri. Zamanı anlamsızlaştıran hüzünlü bir siyah beyaz filmin anlatıcısıydı sözleri. Kendi yazdıkları şiirleri yakıp yok eden şairlerin melankolisi saklıydı sözlerinde…

Karanlıktı. Geceydi. Bir garip soğuktu. Başka bir yaşam akıp gidiyordu gecenin derinliklerinde. Peygamber sabrıyla çöpleri karıştıran evsizler parmaklarının arasında aşklarını, anılarını ve unuttuklarını bulurken, dinmek bilmeyen polis sirenlerinin sesine dönüşüyordu öfkeleri.  Köşe başlarını tutmuş hayat kadınları ise düşlerini çoğaltmaya hazırlanıyordu yüreği elinde dolaşan sofilerin.
Yoğun bir trafik yaşanıyordu arka sokaklarda. Uyuşturucu tacirleri  damardan bir parça mutluluk, bir parça umut ve bir parça da acı satıyorlardı dünya yüklerinden yorgun düşmüş ‘düş sokağı sakinleri’ne. Gecenin anlamı  Weed, Special K, Mitsubishi ve Charlie’li sohbetlerde anlam buluyordu artık. Gece aşk, hüzün, acı, mutsuzluk ve tarifsiz mutlulukların çarpıştığı, tepeden tırnağa dökülen görkemli bir Roma heykelinde hayat buluyordu artık. Hayat ile ölüm arasında düşlerini süpüren sokak çöpçülerinin yitik kimliğinde var oluyordu gece.
Ve yalnız şairler, soyu tükenmiş kuşların soyu tükenmiş umutsuzluklarını yazıyorlardı  bir kadeh şarap, biraz kenevir tohumu ve loş bir mum ışığı eşliğinde. Gecenin köşelerini tepeden tırnağa hayal kırıklıkları, sevgisizlik, umutsuzluk ve yarınsızlık tutmuştu. Ve ıslık gibi yerin derinliklerinden sokaklara yükselen müzik sesleri vahşi düzene inat o kanatıcı soruyu soruyordu durmadan. Yüzleşmeye hazır mısın hayatla? Gece ilerledikçe kahramanlarımız yine kendi küçük adalarına çekiliyor ve karşı adadakilere el sallıyorlardı sessizce. Gece özgürlüktü onlar için. Karanlıkla birlikte büyüyen sınırsız bir özgürlük. Büyüdükçe küçülen ve gün ışığıyla beraber parmaklarının arasında sessizce kayıp giden bir özgürlük. 

649990cookie-checkİNGİLTERE’DEN… Yüzler, sözler ve gece…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.