Otomatik yazanlar…

Bundan kısa bir süre önce “otomatik” deyince aklıma pek çok şey gelirdi; hatta Stanley Kubrick’in “Otomatik Portakal”ı bile gelirdi ama, “otomatik yazı” gelmezdi. Çünkü böyle bir deyimin varlığından haberdar değildim. Bu deyimle yeni tanıştım. Yakın bir arkadaşımın “otomatik yazı” yazdığını, hatta onun bir tanıdığının da “otomatik yazı”yla iki roman bitirdiğini öğrenince, sadece “otomatik yazı”yı değil, bazı konularda ne kadar cahil olduğumu da öğrenmiş oldum.


“Otomatik yazı, trans haline geçip yazma durumuymuş.


Arkadaşıma otomatik olarak “Ne yani, trans haline geçip herhangi bir müdahale olmaksızın yazı mı yazıyorsun?” diye sordum.


“Aynen öyle” dedi. “El benim elim, yazıyı yazan da benim ama, bana yazıyı yazdıran başka bir güç. O ben değilim.”


– Yani bilmediğin biri ya da tanımadığın bir güç mü sana yazmanı söylüyor?


“Evet, o söylüyor, ben yazıyorum. Elimi kullanan benim ama, yazdıklarım bana ait değil.”


“O zaman sen medyumsun” sözü dökülüyor dudaklarımdan.


Onun dudaklarına ise gülümseme yerleşiyor. Üstelik olanca gevrekliğiyle… Ne “evet” ne “hayır” sözü çıkıyor ağzından. Belki içinden ne kadar saf olduğunu düşünüyor ama, ben gülümsemesini “medyum olduğunu kabul ediyor” diye algılıyorum.


Dilim döndüğünce ona yazı yazdıran gücün bilinçaltı olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Gülümsemesi devam ediyor. Beni ikna etme çabasına girmiyor bile. Sadece “Bu gücün bana ait olduğunu düşünmen doğal. Fakat ben bazen hiç bilmediğim bir lisanda da yazı yazıyorum. Bilmediğim, konuşmadığım bir lisanda nasıl yazıp çizebilirim?” diye soruyor.


Cevap veremiyorum. Konu hakkındaki bilgisizliğim ve belki biraz da korkum daha fazla soru sormamı engelliyor. Başka konulara geçiyoruz; eski arkadaşlardan, vizyondaki filmlerden, havadan sudan konuşuyoruz, ama kafamın bir yelerine “otomatik yazı”nın kazınmasına engel olamıyorum.


Aslında konuştuğumuz her konu beni sıkıyor, kalkıp mutfağa gidiyorum. Çaydanlığa su, demliğe de çay koyuyorum. Çay demlenirken aklıma lise yılarındayken, o zamanlar kızlar arasında moda olan ruh çağırma oyunu geliyor. Bu başkaları için neydi bilmem ama bizim için kesinlikle bir oyundu. Üç beş kız bir araya geldik mi ruh çağırırdık. Okulda teneffüslerde fincan yerine kalemtraş kullanırdık. Ev toplantılarında ise ruh çağırma ritüelini kendimizce yerine getirirdik. Perdeler kapatılır, mumlar yakılır, masanın üstüne A’dan Z’ye kadar bütün harflerin yazıldığı bir karton kağıt serilir ve tam ortaya da bir fincan ters çevrilerek konurdu.


Sonrada birinin ruhu davet edilir ve ona “ey ruh geldiysen ‘evet’e git” denirdi. Ruh geldiyse fincan yavaş yavaş kartonda “evet” yazan bölüme doğru giderdi. Gelmediyse fincan hareket etmezdi.


O zamanlar kızlar birbirine ruh çağırma hikayeleri anlatmaya bayılırdı. Çoğu da kafadan atardı bu hikayeleri. Aramızda bu işi en ciddiye alan Hatice’ydi. Ruh çağırma seansları hep onun başının altından çıkardı. O olmasa kimsenin aklına gelmezdi böyle garip oyunlar.


Bir gün yine onun evinde toplanmıştık. Her şeyi önceden hazırlamıştı. Masanın etrafındaki sandalyelere oturttu bizi. Tanıdık birkaç ruhun adını saydık. Sonunda bir tanesi geldi. Hatice’nin dedesinin ruhuydu gelen. Hepimiz işaret parmağımızı değdirdiğimiz fincanın hareket ettiğini hissediyorduk ama, herkes birbirinden kuşkulandığı için kimse ruhun geldiğine inanmıyordu. Birbirimize “sen mi itiyorsun fincanı” diye laf atıyor, gülüp eğleniyorduk. Bir tek Hatice gülmüyordu. Yüzü bembeyaz kesilmişti. Şok içindeydi. “Ruhu yollayalım, ruhu yollayalım” diye bağırıyordu. Birden fincandan parmağını çekti ve bayıldı. O zaman kendimize geldik. Ne yapacağımızı şaşırdık. Anne ve babası evde yoktu. Hatice’yi kolonya ile ayıltmaya çalıştık. Kendine geldiğinde ağlama krizine tutuldu. “Ruhu gönderin, ruhu gönderin” diye ağlıyordu. Kimsenin ruhla, fincanla ilgilenecek hali yoktu ama, Hatice o kadar çok yalvarmıştı ki, sonunda Berrin ve Elif işaret parmaklarını fincana koyup “ey ruh lütfen git” dediler ve ardından “gittin mi?” diye sordular. Fincan hareket etmiyordu, ruh gitmişti ama, Hatice hala ağlıyordu.


O günden sonra Hatice’nin ruh çağırmak için bizi zorladığını hatırlamıyorum. O günden sonra ruh çağırdığımızı da hatırlamıyorum.


Hatice o olaydan çok etkilendi. Kendini uzun süre toparlayamadı. Aylarca annesi yanında olmadan uyuyamadı. Banyo ve tuvalete kapıyı kapatarak gidemiyordu. Banyo ve tuvalette yalnız kalmaktan ölesiye korkuyordu.


Hatice liseyi bitirdiği yıl annesini kaybetti. Üniversiteyi kazanamadığı için kendisini ilk isteyen erkekle evlendi ve hemen çocuk doğurdu. Onu en son 20 küsur yıl önce gördüğümde iki çocuğu vardı.


Aslında Hatice’nin hayatı dedesinin ruhuyla karşılaştığı günden sonra değişti. Hatice, o zamanlar bizim oyun sandığımız bugün ise “otomatik yazı” olarak karşıma çıkan spiritüel gücün kurbanı oldu. Korkularına yenildi ve yalnız kalmamak için erkenden evlenip çoluk çocuğa karıştı. Oysa henüz kendisi çocuktu.



Arkadaşımla çaylarımızı içerken “otomatik yazı” konusuna tekrar döndük. Belki de Hatice’nin hatırası beni geri çağırmıştı. Hatice’yi düşünerek sordum; “Sana yazı yazdıran gücü nasıl tanımlıyorsun?”


Cevap verdi:


“Spiritüel öğretiye göre, birtakım varlıklar insanların ruhen tekamül edebilmeleri için onlara yardım eder. Bu varlıklarla iletişim kurmanın değişik yolları vardır. Ben yazı yoluyla kuruyorum.”


– Herkes bu varlıklarla iletişim kurabilir mi?


“Aslında isteyen herkes kendine yol gösterici bir varlık bulabilir. Bunun için spiritüel güce sahip olmak gerekmez.”


– Ruh çağırma olayı da bir çeşit iletişim yolu mudur?


“Evet, ruh çağırma diye adlandırılan olay da bu varlıklarla iletişim kurmanın bir yoludur.”


– İletişim kurulan her varlığa güvenilir mi peki?


İşte zurnanın zırt dediği yer burasıymış. Spiritüalistler, yol gösterici rehber varlığın belirli niteliklere sahip olması gerektiğini, aksi takdirde bu varlığın rehberliğine güvenilemeyeceğini düşünüyorlarmış. Çünkü bunun da bir öğretisi varmış. Eğer kişi, bu öğreti dışında sadece medyumluk gücüyle bu varlıklarla irtibata geçiyorsa, yanlış yapıp hem kendine hem de çevresindekilere zarar verebilirmiş. Cinciler, büyücüler gibi…


Bu yöntemi olumlu ve iyi amaçla kullananlar da varmış. Örneğin kökleri, on dokuzuncu yüzyılın başlarına dayanan otomatik yazı yazma yöntemi, önceleri medyumlar tarafından, ruhlar dünyasıyla iletişim kurmak için kullanılmış ama, yüzyılın sonlarında araştırmacılar tarafından transa geçmiş bireylerin bilinçaltını araştırmak amacıyla klinik deneyler sırasında da kullanılmış.


Bu dünyada ayaklarını sağlam yere basamayan arkadaşım, uçup gittiği o dünyada akılcı bir tavır sergiliyor ve diyor ki; “O dünyada metafizik konular hakkında konuşacağınız birçok varlık bulabilirsiniz, hatta sizinle aynı düşünceye sahip olanı bulup, karşılıklı fikir üretip hoşça vakit geçirebilirsiniz, ama hiçbir zaman bu konuştuklarınızın doğruluğunu ispat edemezsiniz.” 


Yani arkadaşımın ve onun gibi birçok kişinin otomatik olarak yazdığı defterler dolusu bilgi fasa fisodan oluşuyormuş. Ben okumadım, okumayı da düşünmüyorum. Belki sadece arkadaşımın, otomatik yazıyla iki roman yazdığını iddia ettiği arkadaşının kitaplarını okurum. Bakalım astral alemde neler olup bitiyormuş…


 

668750cookie-checkOtomatik yazanlar…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.