POLONYA’DAN… İçimdeki sevgili Şeytan!

Geçtiğimiz gün Açık Gazete’de yayınlanan ‘Vatikan: Hitler’i şeytanlar zaptetti’ başlıklı haber oldukça ilgi çekiciydi. Gazetenin 29 Ağustos 2006 tarihli haberinde: “Vatikan’ın Baş Seytan Kovucusu Peder Gabriele Amorth’un,Hitler ve Stalin’in şeytanlar tarafından ele geçirildiğini iddia etti.

Peder Gabriele Amorth, Vatikan Radyosuna verdiği mülakatta, “Şeytan tabii ki gerçek, ve sadece bir  kişiye değil bazen bir gurup veya bir toplumu zaptedebilir. Nazilerin hepsinin de içerisine şeytanın girdiğine inanıyorum. Yapmanız gereken tek şey Hitler ve Stalin’in yaptıklarına bir bakmanız. Emirler doğrultusunda yaptıkları korkunçluklar ve zalimliklerden bunu görebilirsiniz” dedi.Vatikan tarafından son zamanlardan yayımlanan gizli belgelere göre, Papa VII’nci Pius, Hitler üzerinde uzun mesafeden şeytan çıkarma girişiminde bulunmuş ancak başarılı olamamıştı. Peder Amorth, “Uzun mesafeden dua etmek ve şeytan çıkarmanın başarılı olduğu çok enderdir” dedi.Şeytan çıkarmanın belli koşulları olduğundan bahseden Peder Amorth, “Şeytan kovmanın kilit elementlerinden bir de, şeytan tarafından ele geçirilmiş kişinin karşısında olmak ve o insanın şeytandan arındırılmak istemesidir” şeklindeki açıklaması yer alıyordu.

Vatikan’ın Baş Şeytan Kovucusu Peder Gabriele’nin beni güldüren bu açıklaması,geçenlerde okuduğum “Vatikan, Hitler Gladio ve P2” başlıklı şu yazıyı hatırlattı bana:


Papa, Reagan, Walesa, Soros, CIA, NATO vs.

Vatikan, tarih boyunca taşıdığı gerici işlevi, 20. yüzyılda da ideolojik ve siyasi başlıklarda yeniden üretmeyi sürdürüyor. Jean Paul’ün devraldığı kirli gelenek, İkinci Dünya Savaşı dönemine uzanıyor. Polonya’da Walesa, Soros, Reagan ve CIA işbirliği ile karşı devrimi örgütleyen anti-komünist Papa’nın Polonya macerası ise, bugünü anlamak için eşsiz bir örnek sunuyor.

Vatikan, Hitler, Gladio ve P2

On ikinci Pius olarak da bilinen Papa Eugenio Pucelli, Mussolini ve Hitler’le savaşın hemen öncesinde bir antlaşma imzaladı. Antlaşma, Mussoloni’nin Naziler için Vatikan bankasında altın saklayabilmesini düzenliyordu. Bununla birlikte, Hitler’in yürüttüğü soykırım karşısında Vatikan sessiz kalacaktı. İnançlı bir anti-semitist ve anti-komünist olarak bilinen Papa; Hitler, Mussolini ve Franco’nun, “Rusya olarak karşımıza çıkan şeytanı yok etmek için gönderildiğini” salık veriyordu. Pucelli, savaştan sonra kapitalistler tarafından “barışın bekçisi” olarak onurlandırıldı.

Savaşın ardından Vatikan, ABD ve İngiliz istihbarat servislerinin bilgisi ve denetimi çerçevesinde, aranan 30 bin Nazi suçlusunun güvenli bölgelere kaçırılması operasyonunu örgütledi. ABD, İngiltere, Kanada, Avusturalya, Yeni Zellanda ve özellikle Güney Amerika, eli kanlı faşistler için seçilen “cennet”lerdi. Yüksek rütbeli bu faşistlerin pek çoğu kilisenin koruyuculuğunda CIA ve NATO için gizli operasyonlar yürüttüler. Bu süreç, CIA başkanı Allen Dulles ve NATO’nun askeri kolu olan, Avrupa Müttefik Kuvvetler Yüksek Komutanlığı’na bağlı (SHAPE), “Kaçakçılık Koordinasyon Komitesi” tarafından örgütlendi.

1956 yılında ise, ABD ve Avrupa emperyalizmi, Avrupa’nın en büyük ve örgütlü KP’si İtalyan Komünist Partisi’ne karşı NATO’ya bağlı “Gladio” terör örgütünü inşa etti. 622 faşist, ABD ve İngiliz uzmanlar tarafından özel olarak Sardunya’da eğitildi ve yaklaşık 15 bin kişi Gladio ağı çerçevesinde örgütlendi. “Propaganda Duo” (P2) Mason locası ise, ağın askeri kanadı olan Gladio’yu yöneten siyasi teşkilat olarak anlam kazanıyordu. İtalya’nın en büyük özel bankası olan “Banco Ambrosiano”nun sahibi ve gizli P2 üyesi Roberto Calvi, Vatikan bankası “Instituto per de Religione” üzerinden kontr-gerilla örgütü Gladio’yu finanse ediyordu. Calvi’nin cesedi 17 Temmuz 1982’de Londra’da bulunduğunda banka çökecek ve banka hesaplarında 1,3 milyar dolar tutarında bir “kara delik” tespit edilecekti. Kayıp paranın büyük bir bölümü, daha sonraları Vatikan bankasının hesaplarında ortaya çıktı. Vatikan bankasının müdürü Başkpiskopos Paul Casimir Marcinkus 1987’de verdiği bir röportajda, İkinci Jean Paul’un görevinin ilk yıllarında, Polonya’nın “bağımsız” sendikası Dayanışma’ya Calvi üzerinden 32 milyon dolar kaynak aktardığını açıklayacaktı.

Polonya’da gericilik, KOR ve Karol Voytila

Kapitalizm tarafından demokrasi, bağımsızlık ve insan haklarının 80’li yıllardaki simgesi olarak kutsanan Dayanışma Hareketi, reel sosyalizmin Polonya’dan başlayarak çözülmesinde en aktif rol oynamış siyasi özne olarak dikkat çekiyor.

Dayanışma Sendikası’nın ve Polonya’da karşı devrimin tarihi, şaşırtıcı ölçüde geniş ve kirli bir ilişkiler ağını ortaya saçıyor.

1945-1952 yılları arasında tüm Halk Demokrasileri Vatikan ile diplomatik ilişkilerini kesmiş ve papalık temsilcilerini kovmuş olsa da, Polonya’da dini eğitim teorik ve siyasi ağırlığını koruyordu. İktidardaki “Polonya Birleşik İşçi Partisi” (PUWP), dinci gericiliği hiçbir zaman gerçek anlamda karşısına alamadı. 1956 yılında tarım alanındaki kollektivizasyon politikalarına son veren iktidar, bu tercihine parallel olarak okullarda dini eğitime, hastane ve cezaevlerinde şapellerin açılmasına izin verdi. Bu boşluktan yararlanacak olan kilise, karşı devrimci hareketin temel siyasi ve örgütsel kaynağı olacaktı.
1946 yılında Krakov’a atanan, papalığa seçildiğinde İkinci Jean Paul ismini alacak olan rahip Karol Voytila’nın öyküsü ise, daha kariyerinin başlarında karşı devrimci muhalefet ile kesişiyor.

Denetiminde bulunan “Nova Huta” kentine kilise inşa edilmesi talebi ile devlete başvuran Voytila, talebin 1962’de reddedilmesini bahane ederek kentte etkili bir gerici kitlesel hareket örgütledi. Bu girişim, Polonya’daki karşı devrimci sürecin ilk örgütlü adımlarından birisi olarak tarihe geçti.

Bu operasyonun hemen ardından Voytila’nın ülkedeki rolü ve önemi belirginlik kazanıyordu. Kardinalliğe atanan Voytila, Polonya’nın Hristiyanlığı kabulünün 1000. yıldönümü olan 1966 yılını haç organizasyonları, vaazlar, kesintisiz ve kitlesel kutlamalarla, karşı devrimci bir kampanyaya dönüştürdü. Bu iddialı girişimin ödülü, Vatikan tarafından bir yıl sonra takdim edilen kardinallik şapkası olacaktı!

1965 yılında ise PUWP üyeleri Jacek Kuron and Karol Modzelevski partiye Açık Mektup yayımlayarak, karşı devrimci muhalefet hareketini ilân ettiler. 1976 yılında Kuron ve çevresindeki bir grup gerici entelektüel, İşçilerin Savunma Komitesi’ni (KOR) kurdular. İki liderin temel referansı, iki savaş arasında Polonya’yı faşist bir diktatörlükle yönetmiş ve 1920 yılında Kızılordu’yla Polonya sınırlarında savaşmış olan Nazi destekçisi Mareşal Josef Pilsudski olarak dikkat çekiyordu. Aynı ekip, Dayanışma’nın 1981’deki ilk ve tek Kongresi’nin ardından, Pilsudski’nin faşist Polonya Sosyalist Partisi’ni yeniden inşa edecekti.

Aynı dönemde ücret politikasını ve çalışma koşullarını eleştiren, kendiliğinden ve ekonomik motivasyonlarla hareketlenen işçi muhalefetini örgütlemeyi ve siyasi hedeflerini işçi muhalefeti ile gizlemeyi başaran KOR’un “uçan üniversiteleri” ise, 1980’de “demokrasi şampiyonu” Walesa’nın liderliğinde kurulacak Dayanışma’nın siyasi ve ekonomik programına kaynaklık edecekti. Muhalif entelektüellerin kiliseleri “sınıf” olarak kullanarak karşı devrimci propaganda ürettikleri bu sürecin arkasında da, kiliseleri karşı devrimci muhalefete açan Voytila bulunuyordu. İşçilerle iktidarı karşı karşıya getiren talihsiz Gdansk limanı grevi de, arkasında papazların bulunduğu gizli bir örgütsel ilişkiler ağı üzerinden örgütlendi. İşçilere açlık grevine çıkmayı “vaaz eden”, Voytila’nın ta kendisi idi!

Kariyerini komünizme karşı mücadele ederek kuran, siyasi söylem ve eylemleri ile kendisini emperyalizme kanıtlayan Voytilo, 16 Ekim 1978’de, göreve getirildilten 33 gün sonra hayatını kaybeden ve “güleryüzlü Papa” olarak anılan, pasif, iddiasız ve yumuşak tavırları ile Soğuk Savaş’ın ihtiyaçlarına yanıt veremeyeceği “kısa sürede” anlaşılan Albino Luciani’nin yerine papalığa atandı.

Dayanışma, Walesa, Reagan ve İkinci Jean Paul

Roma’daki ilk vaazında Polonya hükümetine saldıran ve Polonya dilindeki ayinlerin her pazar Polonya’da yayınlanmasını salık veren Papa, yeni kariyerinin ilk aylarında Meksika’ya seyahat ederek herkesi şaşırtıyordu. Bu tercih, Vatikan’ın ve Papa’nın sadece Avrupa’da değil, dünya siyasetinde daha aktif rol alacağının önemli bir işaretiydi. Kilisenin başında Slav kökenli bir liderin bulunması, bu stratejiyi daha gerçekçi kılıyordu.

Meksika ziyaretinin arkasında ise, 80’li yılları ve karşı devrimi açıklayacak Vatikan ve ABD arasındaki işbirliğinin ipuçları bulunuyordu. Papa’nın bu girişimi, Gustavo Gutierrez’in kurduğu, Hristiyanlığın insanlığın yaşamını iyileştirmek için kapitalizmle mücadele etmesi gerektiğini ve marksizmin teolojik analize içerilebileceğini savunan “kurtuluş teolojisi” okuluna karşı örgütlenmişti. Latin Amerika’nın özgün siyasi ve ideolojik koşullarına denk düşen bu okulun izleyicileri, Nikaragua’da Sandinistler’in Merkez Komitesi’nde görev alıyordu ve başta ABD emperyalizminin başını ağrıtan Latin Amerika kilisesi ile halklarını “kapsamak” hedefi, ABD emperyalizmi ile Vatikan’ı buluşturuyordu. Bu işbirliği, Reagan’ın başkanlığa seçilmesi ile daha da önem kazanacaktı.

Eski Washington Post muhabiri Carl Bernstein ve La Republica Vatikan muhabiri Marco Politi birlikte kaleme aldıkları kitapta, komünizmin Papa’nın eski CIA şefi William Casey ile 80’lerin başında yaptığı görüşme ve Reagan’ın Temmuz 1982 yılındaki gizli Roma ziyareti sırasında imzalanmış “Kutsal İttifak” ile yıkıldığını yazıyorlar. Tüm zamanların en büyük gizli antlaşması olarak kabul edilen bu İttifak, “komünist imparatorluğun yıkılması için gizli bir kampanya örgütlemeyi” karara bağlıyordu.

1980 yılının Ağustos ayında, ünlü Gdansk grevinin sonucunda kurulan Dayanışma Sendikası’nın lideri Walesa ise büyük bir açıklıkla ifade ediyordu: “Avrupa’da 80’li yıllarda Ronald Reagan bir vizyon sunuyordu. Bu bizim için Doğu ve Orta Avrupa’da Sovyetler’den bağımsızlık anlamına geliyordu.”

Papa’nın 1979’da Polonya’ya düzenlediği “haçlı seferi”, bütün bu macerayı başlatan fiili adım olarak kabul görüyordu. Bu geziyle birlikte, Katolik kilisesi Polonya’daki işçi muhalefeti ve Dayanışma Sendikası üzerinde mutlak bir siyasi/ideolojik ağırlık oluşturuyordu. Bu gezinin ardından Brejnev’e 1980 yılında bir mektup yazan Papa, Polonya’daki sendikaya yapılacak en ufak müdahalenin, Sovyetler’in Doğu Avrupa’daki konumunu karara bağlayan 1975 tarihli Helsinki Anlaşması’nın ihlali anlamına geleceği ve bu durumda tüm salırmazlık anlaşmalarının geçersiz olacağı tehdidini savuruyordu.

Dayanışma Sendikası ise, bu gelişmelerin rahatlığı ve Papa’nın kutsal koruyuculuğu altında topladığı ilk kongresinde, karşı devrim programını deklare ediyordu. Buna göre, sendika; sanayide özel mülkiyetin geliştirilmesini, merkez bankalarının yanında özel bankaların kurulmasını, fiyatların piyasa tarafından ve kâr-zarar dengesine göre belirlenmesini, yabancı sermayenin ve girişimciliğin yasal güvence altına alınmasını talep ediyordu. Sosyalizm kelimesinin anılmadığı Kongre, tüm Doğu Avrupa işçi sınıfına mesaj gönderdiğini ısrarla vurguluyordu. Kongre’ye davetli olarak katılan diğer “özgürlük ve demokrasi” şampiyonları ise, anti-komünist AFL-CIO temsilcileri Lane Kirkland ve Irving Brown olarak dikkat çekiyordu.

Bu aşamada, sendikanın programını, ilişkilerini ve örgütlenen eylemleri karşı devrim programı olarak değerlendiren General Voyciech Jaruzelski, 1981 yılında sıkıyönetim ilan ederek liderliği tutukluyordu. Elebaşı Walesa ise göz hapsinde tutuluyor, ancak 82 yılında serbest bırakılıyordu. ABD bu dönemde Sovyetler Birliği ve Polonya hükümetlerine “demokrasiye” bağlı kalmaları yönünde baskı yapıyor, gerilimi yükseltmek istemeyen SSCB ise sessiz kalmayı tercih ediyordu.

ABD, CIA ve Vatikan, bu dönemde Dayanışma Sendikası’na eşsiz kaynaklar aktardılar. Bu kaynakların aktarılmasına aracılık eden isim ise, ABD’li işadamı Soros oldu.

Öykünün sonu ise, trajik bir biçimde gerçekleşen seçimlerle, 4 Temmuz 1989’da ilan ediliyordu. Polonya seçimlerle düştü ve gerisi çorap söküğü gibi geldi.

Polonya’nın öyküsünün devamı ise biliniyor: 1990’da başkan seçilen Walesa döneminde sendikal örgütlülük oranı yüzde 80 düştü, işsizlik iki yılda yüzde 20’yi geçti, şok özelleştirmeler ekonomiyi altüst etti, tarım işletmelerinin bütünü iflas etti. Polonya tarihinin en kitlesel grevleri ve işçi eylemleri, trajik bir biçimde aşırı sağ politikalarla ve faşizan referanslarla ülkeyi yöneten ve Polonya’yı AB’ye teslim etmek için kendisiyle yarışan Walesa’ya karşı, 600 bin işçinin katılımıyla örgütlendi. Kaybedilen bir savaşın ardından verilen mücadele ise, yalnızca acı ve hüzün veriyor. Sosyalizmi yitiren Polonya işçi sınıfı, tarihsel bir diğer darbeyi de AB üyeliği ile alacaktı.

İçimdeki sevgili şeytan, Vatikan’ın şeytana çok yakın olduğunu ve  pek  masum olmadığını söylüyor… 

______________

* Kaynak: Türkiye Komünist Partisi (TKP)

651660cookie-checkPOLONYA’DAN… İçimdeki sevgili Şeytan!

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.