QUO VADIS? 

İZZETTİN ÖNDER – Öyle gözüküyor ki, altılı masa tedricen çözülüyor ve tek parti ya da tek lidere eviriliyor. İktidardaki ikili masaya baktığımızda, o cephede de tek partiye doğru kayış yaşanıyor. İktidarın ufak ortağının adeta kendisini feda edercesine derin sevgiyle(!) büyük ortağı savunması aradaki tutkalı güçlendirmeye yönelik olsa da, bu birliktelik büyük patronun pek işine gelmiyor gibi gözüküyor, zira emperyalist doku dincilikle kol kola yürür, fakat bir gün uyanabilir endişesiyle milliyetçilikten ürker. Belki de emperyalistin Türkiye üzerindeki emeli, var olan siyasinin kâh daha rahat denetlenebilir kılınması, kâh halkın bir bölümünün Türkiye tarihinde görülmemiş nefretinin soğutulması için, yanına özde benzer ancak makyajda farklı bir ortak kazandırmak olabilir mi!

Yanlış mı düşünüyorum, bilemiyorum; eğer çevreden toplama birkaç kalkınma iktisatçısını papa seçimi misali bir odaya kapatıp, uygun bir plan yapmalarının emredilmesiyle işler yoluna girebilseydi, her ülke birkaç yıl sıkıntıya girer, böyle bir programdan geçtikten sonra kalkınır ve, maalesef, Andre Gunder Frank ve Samir Amin gibi bu konuda kafa yormuş değerli insanların intiharına dahi yol açıyor olabilirdi. Ama işte nedense olmuyor! İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde Almanya ve Japonya kısa sürede düzlüğe çıktı, evet çıktılar da, onlar bize örnek olamaz, zira bu iki ülke zaten kalkınmış ekonomik alt-yapıya sahipti. Savaş ve bombalar binaları yıkar, fakat yıllar içinde yaratılmış beyin kapasitesini tahrip edemez. Türkiye’deki durum bunun tam tersi (Almanya haddini bilmeden bizi kıskanıyor olsa da!). Zaten pek ileri düzeyde olmayan eğitim, AKP politikaları ile tümden skolastik ezberciliğe ve kul üretimine dönüştürülünce, ülkede adeta tahrip gücü yüksek ve hızla üreyen bir tür iç bomba üretilmiş oldu. Böyle bir sosyo-ekonomik yapının sömürülmesi ve tahribi için bunun üzerinde fazla bir gayrete de artık gerek yoktur.  

Gelecek seçimleri bir dönemeç olarak algılıyorsak, bilinçli bir şekilde tüm sosyo-ekonomik yapılanmada bir dönüşüm arzuladığımızı fark ediyoruz olmalı. İşte konuya buradan başlayabiliriz. Toplumun tüm kesimleri kolektif olarak gerçek anlamda bir dönüşüm yaşamak istiyor mu, yoksa bu talep gerek ekonomi gerek sosyal alanda toplumun ancak belirli kesimlerinden mi geliyor? Yüzeysel olarak algılanan bu farklılığın altında ve çok derinlere inen çok farklı alanlarda farklı gerçeklikler yatmaktadır. İç ve dış kimileri sırtını iktidara dayamış ulusal varlıkları talan etmekle yetinmeyip, insanlarımızın emeğini de yok pahasına sömürüyor ise niçin bir değişikliğe talip olsun ki! Değişime talip olan diğer kesim ise, gerek ekonomik sistem bağnazlığından, gerek ırksal çeşitlilik düşmanlığından kendisini bir türlü kurtaramıyor. Her iki durumda da toplumsal yarılma giderek derinleşiyor ve telafisi olanaksız çatlamalara yol açıyor. Toplumsal bölünmeler ve sürtüşmeler siyasi istikrarsızlık ve tek adam yönetimi birbirini besleyen süreçler olarak topluma ve ekonomiye zarar veren örtülü ittifaklardır. Zira toplumsal bölünmenin izalesi siyasi kadronun değiştirilmesini gerektirirken, buna karşın siyasi iktidarın bekası da toplumsal bölünme dinamiğini ateşleyen ekonomi politikalarına dayandırılmaktadır. 

Böylesi toplumsal kilitlenmede strateji olarak, aklıselimle işe koyulup, ülke koşullarında geri tepmeyecek makul politika demetinin, gerek yönetim stratejisi, gerek ekonomi politikaları açılarından ikili olması gerektiğini düşünüyorum. Stratejinin iki önemli ayağından birincisini kamu otoritesinin sermaye otoritesinin üzerin çıkarılması, ikincisini ise devletin salt bölüşümde değil, üretim alanında da etkili, hatta başat kılınmasının sağlanması oluşturur. Bu bağlamda yönetsel yapının, temel koşul olarak, bir yandan dış ve iç sermaye çevrelerinin, diğer yandan dinsel ve sair toplumsal baskı gruplarının yönetime ve ekonomiye duhulünü denetleyecek ve güçleştirecek şekilde oluşturulması zorunludur. Bu temel ilkeler ışığında güçlü devlet yapılanması yanında, hiçbir despotun tedricen çıkamayacağı, devlet daireleri de hiçbir halk düşmanının giremeyeceği şekilde derin yapılandırılmalıdır. Siyasi yapıyı içten kemirerek aşındıran sermayenin önünün alınması amacıyla ekonomi alanında da, bankacılık ve finansal işlemlerin kamu ağırlıklı yapılandırılması, güçlendikçe primi ve tazminatı adeta kapkaç mantıkla ayarlayan sigorta hizmetleri de dâhil temel üretim ve hizmet alanlarında kamu sermayesinin hâkim kılınması gibi kamu ağırlıklı bir yapılanmaya gidilmesi zorunludur. Beşeri ve maddi sermaye üretiminde kamu başat olmalıdır. Bu bağlamda, sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerin kamu çatısı altında herkese eşit kamu hizmeti olarak düzenlenmesi vazgeçilmez koşuldur. Kamu otoritesinin özel sermaye otoritesine başat kılınmasının koşulu, yönetsel olarak parlamentonun halk katmanlarını gerçek anlamda temsile yetkili kılınması, ekonomik olarak da kamu kesiminin salt bölüşümde değil, üretim de de ağırlıklı olarak yer almasıdır. 

Ancak kamu otoritesinin güçlendirilmesi aynı anda checks and balances mekanizmasının da eksiksiz ve hatasız kurulmasını gerektirir. Bu amaçla, yargı, medya ve yüksek eğitim kurumları tam özerliğe kavuşturulmalıdır. Böylece bir yandan etkin ve tüm halk kesimini temsile yetkili parlamenter sistemin oluşturulması, diğer yandan da kamu örgütleri denetim mekanizmasının etkin kurulması hiç değilse, sermayenin ve emperyalizmin önüne bir miktar bariyer oluştururken, gelir dağılımının daha adil dağılımı ve güçlü eğitim sistemi ile halkın siyasete hâkimiyeti de tek adam diktatörlüğü önünde etkili engel oluşturur. Kısacası, kamuoyunu aydınlatacak ve yönetsel karar ve icra makamlarına geri-dönüş sağlayabilecek kapasitede etkili kamusal alan oluşturulabilmesi hiç değilse burjuva demokrasisi için önemlidir.

Haddimi aşarak, basit bir benzetme yapmaya kalkarsam, öyle düşünüyorum ki, kanser, dokunun yapısal ve/veya gelişimsel süreciyle ilgili olduğundan, bu alandaki mücadele genetik yapının tanımlanabilmesine bağlı olarak ilerleyebilecektir. Crony kapitalizm ya da neoliberalizm ki, birbirlerinden çok da farklı değildir, kapitalizmle gelişen ve yaygınlaşan dokusal süreçler ya da sonuçlardır. Biraz Proudhon-vari düşünürsek, al-sat soytarılığı ile kap-kaç hırsızlığı arasında bir fark var mı? Zekâ ya da uyanıklık topluma değer kattığı zaman saygındır, hırsızlık yaptığı zaman suçludur. Peki, bu suçu aklayan nedir? Sistemin bu işleme meydan açması değil midir? Bu sistem, o zaman kaçak ticareti ya da kara para işlemlerini tümüyle dışlayabilir mi; hele de devletler bütçelerinde gösteremeyecek işlere soyunduğunda, et tadını almış yırtıcıların ceylan sürüsü gördüğünde saldırganlaştığı gibi, kara para işini tepeden seyredenlerin sizce yasakçı mı, yoksa saldırgan mı olabileceği daha olasıdır? Demem o ki, bir sistem içinde, sistem değişmedikçe, onun tamamlayıcı efradı da engellenemez. Böyle bir düzende kara-para karşısında temiz para da, sinmiş vatandaş karşısında terörist de, crony kapitalizm karşısında iyi kapitalizm de kavramsal olarak da muhteva olarak da içiçe geçmekte, birbirine karışmaktadır. 

Ne var ki, dünya ve ülke ahvali karşısında, zamanı gelene kadar sakin düşünme ve tartışmayı yeğlemek ehveni şer olarak yansıyor. Şimdiki ahval bu olabilir, fakat hedeften şaşılmamalıdır. Sermaye tabanına dayalı akademik görüşler böyle olabilir, fakat insan ruhu isyankârdır, uyandığında hesabını sorar!     

2652240cookie-checkQUO VADIS? 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.