SANATTAN… Fotomontaj bir yaşam ve sanat

60 ya da 70’li yılların modasına göre dikilmiş, bir örnek takım elbiseleri, her zaman ölçülü, nazik davranışlarıyla Doğu Londra’nın en eksantrik simalarındandır, Gilbert ve George. Ünlülerin gittikleri restoranlar yerine, sabah akşam gittikleri Türk lokanta ve kafeteryalarını, eve dönerken taksi yerine otobüsü tercih eden yaşamları izlendiğinde onların, ‘sanat dünyasının en etkili yüz kişisi’ arasında olduklarına inanmak zordur.

Dışardan görüldüğü kadarıyla, muhafazakar yaşamlarına rağmen sanatları, günlük bir dille, müstehcen, kaba, küfürbaz ve çıplaktır. Bugün altmış yaşını geçmiş olan ‘ikili’nin sanatsal yolculuğu daha baştan böyle radikal bir düzlemde başlar. Peki, böyle sürmüş müdür, ya da ulaştıkları evrensel şöhreti gerçekten hakkediyorlar mı? İşte bu soruların yanıtını almak için Tate Modern’de başlayan, “Gilbert & George: Büyük Sergi” başlıklı sergiye gitmek gerekiyor.

İngiliz, George Passmore ve İtalyan, Gilbert Proesch, 60’larda, üniversite yıllarında başlattıkları sanatsal işbirliğini 40 yıldır sürdürüyorlar. Görsel sanatta ikili çalışmalar günümüzde yaygındır ama onlar ilklerden biridir. Bu birlikteliklerini sadece sanat alanında değil yaşamlarında da sürdürdü, kısaca G-G olarak olarak bilinen, Gilbert ve George.

G-G, Andy Warhol’dan sonra Tate modern’in bir katını olduğu gibi verdiği ikinci sanatçıdır. Çağdaş sanatın ‘katedrali’ olan Tate Modern’de bahşedilen bu imtiyaz, postmodern dünyada, bir sanatçının azizlik mertebesine yükselmesine eşittir.

Sanatı hakkında ne düşünürseniz düşünün, dikkate alınmadan geçilebilecek sanatçı değildir G-G. Çünkü sanattan önce, sanat dünyasının bugün içinde bulunduğu durumu özetleyen bir paradigmadır onlar. Tate Modern gibi, postmodern sanat kiliselerinin ‘rahipleri’ ve onların patronlarının elele vererek sanat dünyasını, halkın sanat zevkini nasıl kontrol ettiklerinin güzel bir örneğidir.

Sergide yer alan ikiyüzün üzerinde, devasa boyutlardaki eser, kafeterya, fuaye hatta merdiven altlarında bile sergilenmektedir. 60’lı yıllardaki desen çalışmalarından başlayan sergi, en son 2005 yılında, Londra metrosuna yapılan bombalı saldırılırla ilgili yaptıkları diziye kadar, her on yıl içinde yaptıkları önemli eserlere yer vererek sürüyor.

G-G isimlerini daha ilk yıllarda yaptıkları ‘Yaşayan Heykeller’ ya da ‘Şarkı Söyleyen Heykeller’ çalışmalarıyla duyurdular. Tek örnek takım elbiseler içindeki G-G, elleri ve yüzlerini bronz renge boyayarak bir kaide üzerinde yaptıkları performansdan oluşuyordu, ‘Yaşayan Heykeller’. Kendi bedenlerini sanatın nesnesi yaparak yine ilkler arasına girmişlerdi. Her ‘şey’in sanat olabildiği bir dönemdi aslında, 60’lı yıllar. İtalyan sanatçı Manzoni, kendi dışkısını bile konserveleyip sergilemişti. G-G de giderek daha çok bedenlerine yoğunlaştılar. Dışkı, idrar, sperma, kan, son yıllarda da hücre ve alyuvarların mikroskopik görüntülerine kadar bedenlerinin iç yapısını fotoğraflarında kullandılar. İnsan bedeninin, sanat eserindeki alışılmış, kadın ve nü olarak tasvirine, erkek bedenini ve çıplaklığı eklediler. Homoseksüel cinselliği sanatlarının hatta dünyaya bakışlarının bir perspektifi haline getirdiler. Din, çok kültürlülük, kimlik, ırk,.. hangi konuyu işleseler, eserlerinin yapısı iki sütun üzerine kuruldu: homoseksüel cinsellik ve ‘ben’. Gerçekte daha baştan öz-promosyonun önemini anlamışlar, kendini pazarlamanın, üretilen sanat eserinden çok daha önemli olduğunu kavramışlardı. 1969’da yazdıkları dört maddelik ‘ilke’lerden bazıları şöyle diyordu: “1) Her zaman şık giyin, kendine itina göster, kibar ve sakin ol, kontrolü kaybetme. 2) Dünyanın sana inanmasını sağla ve bu imtiyazın sürekli bedelini ödemelerini temin et. 3) Hiç bir zaman üzülme, kıymet biçme, tartışma ve eleştirme, sakin ve saygılı ol.” Bu bağlamda onlara hayran olmamak elde değil. Kırk yıldır hiç değişmeden bu benliklerini korudular ve gerçekten sanat dünyasına kendilerinin büyük bir deha olduklarına inandırdılar.

Doğu Londra’da, ev ve atelyelerinin bir kilometre karelik çevresinde küçük bir dünya kurdular kendilerine. Gilbert, “Doğu Londrada ne oluyorsa, dünyanın geri kalan yerlerinde de onlar oluyordur.” diyordu sergi öncesi yaptığı bir mülakatta. Çok kültürlü yapısı, göçmenin, işsizliğin bol olduğu, bu bağlamda sorunların keskin yaşandığı bir yerdir Hackney. Ancak, özünde politik olan bu çelişkilerle ilgili bir yorum ya da fikri onların sanat eserlerinde görmek zordur. Bunun nedeni, bu toplumsal olayların G-G’nin eserlerinde, kendi özel dünyaları gibi ‘anahtar deliği’ perspektifinden yansıtılmasındandır. Oysa, yazdıkları başka bir ilkede “bizim sanatımız demokratik ve herkes içindir” demektedirler. Yani, herkesin anlayabileceği, kendini tanımlayabileceği, bir fikir ya da yorum alıp götürebileceği sanattan bahsetmektedirler. Evet, basitlik konusunda bir sorun yoktur, ancak, hitap ettikleri “kitle”nin hacmi konusunda aynı şeyler söylenemez. Gerçekte, onların solipsist (tekbenci) dünyasındaki “herkes”in tanımı içinde, ne kadın ne de çocuklar vardır. Kendilerinin merkezinde olduğu, genç erkeklerden oluşmuş bir sanat dünyasıdır bu. Bu imgelerdeki siyahi gençler ya cinsel bir nesneye indirgenmiş ya da egzotik bir biblo gibidirler. Toplumsal sorunlar bile bu prizmadan ele alınır. 80’li yıllarda Doğu Londra’daki siyahların ayaklanması, daha sonra, İslamın radikalleşmesi ya da ‘kapşonlu gençler’ fenomeni onların eserlerinde, yine genç ve yakışıklı gençlerle başlayıp biten sosyal çalkantılar, daha doğrusu bir ‘orji’dir.

2005 yılındaki Londra metrosunun bombalanma eylemleri de, sansasyonel gazete başlıklarının alt alta dizilmesi ve –tabii ki- merkezindeki kendi imgeleriyle betimlemişlerdir. Elli iki kişinin öldüğü bir terör eyleminin sanatsal bir yorumunu yapmak kolay değildir. Hele 40 küsür yıldır kariyerleri boyunca kendilerinden başka bir konusu olmayan iki sanatçı için.

G-G’nin ben-merkezli sanatsal yolculukları bir iki örnekle de sınırlı değildir. Bir retrospektif olması nedeniyle bu sergide daha iyi izlenebilmektedir küçük dünyaları. İlk yıllardaki siyah-beyaz ve yerinde çekilmiş fotoğraflardan, 90’lı yıllarla birlikte dijital teknolojinin sunduğu olanaklarla gerçekleştirdikleri çok renkli fotomontajlara doğru gittikçe, imgelerin boyutları büyüyüp, banalleşmektedir. Bazen 15 metreye ulaşan boyuttaki dijital baskılar, yerden tavana kadar tüm duvarları kaplarken gerçekten de, Tate Modern salonlarını vitraylarla kaplı bir ortaçağ katedrali görüntüsüne çeviriyor, Gotikle postmodern arasında bir köprü kuruyorlar. Fotoğraf temelinde hazırlanmış bu görsel dilin arkasına bakıldığında ise, kavramsal olarak popüler kültürün imgelerinden seçilmiş sıradan kolajlar görülmektedir. Belki de serginin adını ‘retrospektif’ yerine ‘Büyük’ koymaları bu nedenledir. Büyük boyutların yarattığı dramatik atmosfer, sığlıkları örtmek için biçilmiş bir kaftandır. Özellikle, Londra bombalaması serisi öylesine banaldir ki, 40 metre uzunluğundaki bu serinin merdivenlerin altında sergilenmesi anlaşılır bir şeydir.

Yaratıcı üretimi her zaman aynı düzeyde, taze ve yeni tutmak her sanatçının sorunudur. Bunu sürekli kılmak ise, neredeyse imkansızdır. Çoğu zaman, G-G örneğinde olduğu gibi bu süreç, erken dönemde kazılmış ünün yeniden pazarlanmasıyla geri kazanılır. Bu geri kazanım, narsisizmin şekillendirdiği anakronistik yapıyı ve popüler kültürün banal estetiğini saklamaya yeter mi sorusunu ise, ancak sergiyi görerek yanıtlayabilirsiniz.
_________________

Londra, Tate Modern’deki, “Gilbert & George: Major Exhibition” 7 Mayıs’a kadar izlenebilir.

1632050cookie-checkSANATTAN… Fotomontaj bir yaşam ve sanat

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.