SANATTAN… Neo-con’ların sanat ikonu

İki yıl kadar önce bir yazımda, (1) 11 Eylül sonrası dünyayı temsil eden güçlü bir sanat eserinin, ikonik bir imgenin neden ortaya çıkmadığını sorguluyordum. Bu dönemi anlatan, yaşanan olaylardan esinlenerek üretilmiş yüzlerce, belki de binlerce eser yapıldı. Ancak ben,  Afganistan ve Irak’ın işgali, Guantanamo, Ebu Garip cezaevlerinde olanlar, gizli işkence merkezleri, kısaca 21 yüzyılın ilk yıllarında yaşanan insanlık trajedisini betimleyen, bir anlamda, ‘Terörle savaş’ politikasının sonuçlarını özetleyen, belleklere kazılacak bir imgenin, yani 21. yüzyılın “Guernica”sı nerde, diye soruyordum.

2 yıl önce sorduğum bu soruya ve beklentilerime bir yanıt geldi. Ancak yanıt beklediğim taraftan değil, karşı kamptan, ne-con’ların perspektifinden geldi. Bir “anti-Guernica” ortaya çıktı.

Jonathan Jones iki gün önce Guardian’daki yazısında, ‘Guernica’ olmasa da 21. yüzyılı temsil eden bir eserin nihayet ortaya çıktığını ilan ediyordu. Bu, İngiliz sanatçı Damien Hirst’ün bu hafta açılan sergisinde (2) yer alan “Tanrı Aşkına” adlı eseridir. Elbette Jones’un iddiası yukarıda bahsettiğim trajik olaylardan esinlenmiş bir sanat yapıtı anlamında değil. O sadece, bu eserle birlikte çağdaş sanatın, 20. yüzyıl sanatının gölgesinden kurtulup ışığa çıktığını, savunuyor. Picasso’nun 1907’de yaptığı “Les Demoiselles d’Avignon”la birlikte bir önceki yüzyılın sanatsal anlayışını aşması gibi Hirst’ün de, Duchamp geleneği de dahil, modern sanatın tüm “izm”lerinden sıyrılıp yeni bir estetik ifade biçimi ortaya çıkardığını savunuyor.

“Tanrı Aşkına” adlı eser, platinden yapılmış ve üzeri 8601 adet elmasla kaplanmış bir kafatası. Hirst’ün bir eskici dükkanından aldığı 18. yüzyıla ait bir kafatasının kalıbı alınarak yapılmış. Her milimetresi elmaslarla kaplı olan kafatasının alnına yerleştirilmiş  pembe, iri bir elmas da bu göz kamaştırıcı görüntüyü tamamlıyor. Sadece bu elmasın değeri 4 milyon sterlin. Tüm eser ise, 14 milyon sterline malolmuş. Tarihte şimdiye kadar üretimi en pahalı sanat eseri.

Jones, elbette sadece bu özelliklerine bakarak ‘Tanrı Aşkına’yı bu yüzyılı temsil eden eser ilan etmiyor. Aslında nereden böyle bir sonuca vardığı tam olarak açık olmasa da, Picasso’nun Afrika  sanatıyla tanışmasından sonra yarattığı yeni  biçemle, Hirst’ün Meksika ve Aztek uygarlıklarıyla karşılaşmasından sonra (Hirst geçen yıl ve bu yıl içinde bir süre Meksika’da kaldı) bu eserini gerçekleştirmesi arasında bir paralellik kuruyor.

1900’ların başlarında Afrika sanatı gerçekten Avrupa’da yeni bir gelişmeydi. Daha önce görülmemişti ve bilinmiyordu. Bu bağlamda, Hirst’ün 2007’de birdenbire Meksika kültürünü keşfetmesi arasında bir bağlantı kurmak ne kadar anlamlı, sorusunu bir yana bırakırsak, Hirst’ün işlerinde sürekli ‘ölüm’ temasını işlediği bir gerçek. Bu bağlamda, Aztek uygarlığında ve bunu takiben Meksika kültüründe devam eden ‘ölümün kutlanması’ törenlerine, kafatası ve iskeletlerin süslenmesi geleneklerine ilgi duyması da doğal. Eğer sadece bu argümanı kullanacaksak, ölüm konusunu neredeyse 20 yıldır yapıtlarında kullandığı düşünülürse, Hirst’ün ancak şimdi Meksika’yı keşfetmekte geç kaldığı bile söylenebilir.
 
Bu iki noktanın altında yatan gerçek ise, 10 yıl önce bu fikre sahip olsaydı bile, maliyeti göz önüne alındığında, Hirst’ün böyle bir eseri üretemeyeceğidir. Yani bu eserle birlikte düşünsel bir sıçrama, yeni bir estetik ifade biçimi yaratması değil, bu projeyi gerçekleştirebilecek maddi birikimi sağlaması söz konusuydu her şeyden önce. Yeni bir estetik üslup yanılsamasını da bir tarafa bırakırsak (21. yüzyıl sanatının estetik anlamda ne olduğunu Jones açmış olsaydı belki bu konuda bir şeyler söylemek mümkün olurdu) geriye, Hirst’ün eserinin gerçekte neyi temsil ettiği ve neden bu eserin 21. yüzyıl eseri olduğu soruları kalıyor.

İlk yanıtı bellidir; on yıl önce bu kadar ünlü ve milyoner değildi. İkincisi ise, sanat pazarının günümüzdeki konumudur. Yani on yıl önce bu eseri gerçekleştirse bile satma  olanağı yoktu. Satamayacağı bir ürüne de bu boyutta bir yatırım yapması olası değildi. (Masrafların yarısının Hirst’ün çalıştığı galeri tarafından karşılandığı düşünülürse) Üçüncüsü ise, bu nedenleri çevreleyen, dünya konjöktürü, politik ve düşünsel yapının uygunluğudur. Bu anlamda evet, Hirst’ün eseri 21. yüzyılın eseridir. Ama temsil ettiği, yazının girişinde benim saydığım olaylardan esinlenmiş, bu temelde de Guernica’nın damarından gelen hümanist değerler değil, 11 Eylül sonrası yeni bir şekle bürünen küresel kapitalizmin değerleridir. Bu bağlamda, hem düşünsel hem de maddi anlamda neo-con’ları temsil eden bir eserdir.

“Tanrı Aşkına”nın temsil ettiği değerler ve onu küresel kapitalizmin en saldırgan kesimlerinin sanatsal sembolü yapan nedir?

* Ölüm teması ve tanrı

Her şeyden önce temasıdır. Daha doğrusu bu konuya yaşlaşımıdır. Evet, ölüm teması yeni değil, belki de sanatın tarihi kadar eskidir. Ayrıca, ölüm ve yıkım Guernica’nın da konusuydu. Aradaki fark, Hirst’ün ölüm nosyonunu politik bir açıdan değil, kavramsal olarak işlemesidir.

Günümüzde ölümün bilimsel ve kültürel algılanışı ile, geçmişin felsefik ölüm tartışmaları arasında önemli bir ayrım vardır. Bilimin insan vücudunu anlama yolunda katettiği yolun felsefe üzerindeki etkisi de diyebiliriz buna kısaca. Hirst’ün işlerinde ölüme yaklaşımı ise, neredeyse ortaçağ bilimsel birikimi temelinde yükselmiş bir düşün platformu üzerinden naif, ilkel ve “felsefik”tir. İşlerinde sürekli olarak, ölümün kaçınılmazlığını ya da ölümsüzlüğü irdelediğinin altını çizerken ölümü soyutlar, fiziksel bir gerçek olmaktan çıkarır. 21. yüzyılın kanlı başlangıcı sanki onu hiç ilgilendirmez. (Jones’un ileri sürdüğünün tam tersine) Bir sanatçı olarak ilgilendirmek zorunda değildir elbet. Ama tüm kariyerini bir tek bu konu üzerine kurduğu göz önüne alınırsa bundan kaçmak olası mıdır, özellikle de 21. yüzyıl sanatının ilk yaratıcısı ilan edildiği bir dönemde?

İngiltere’nin Irak’ta yaratılan kaosdaki rolü, milyona yaklaştığı bildirilen ölü sayısı düşünüldüğünde ölüm olgusuna kavramsal yanaşmak, onu soyut bir dille açıklamaya çalışmak kolay değildir. Ölüm her şeyden önce fiziksel bir gerçektir. Hirst ise, ölümün kaçınılmazlığını sürekli hatırlatarak bugün, şu anda, bir yerlerde haksızca ölen, öldürülenlerin doğallığını vurgulamak ister sanki. Bu maddi gerçeği bir kader gibi kabul ederek, ölümün politik nedenlerini ve sonuçlarını işlerinden uzaklaştırır. Bu yönüyle bu eseri, ‘Terörle savaş’ doktrininin sanatsal bir yorumu gibidir adeta. Irak’ta ölen her Amerikalı ya da İngiliz asker tek tek sayılıp adı açıklanırken, ölen Iraklıların isimsiz ve sayısız olmasına benzer biraz onun bu yaklaşımı. Iraklı ölüler sadece bir konsep olarak vardır, Amerikalıların ölümü ise fiziksel bir gerçektir.

Hirst’ün ölüm konusuna bu “özgün” yaklaşımı “Tanrı Aşkına”da banal bir metafizik yorumla yeni bir boyuta sıçrıyor. Ölümün sembolü olarak kafatası ile, ölümsüzlüğün simgesi elmas tek vücutta birleşiyor. Burada, ölüm-para, iktidar-sanat işbirliği vurgulanırken, eser, sanattan biraz uzakta ‘kitsch’e yakın bir yerlerde konuşlanıyor.

Bu yapıtıyla, gerçek bir sanat eseri yaratmaktansa, sanat elitini tiye mi aldığını soran bir gazeteciye şöyle diyor Hirst: “Sanatın ne olduğu konusunda artık düşünmüyorum. İyi sanat var, kötü sanat var, bir de ilgisiz sanat var. Bu da sanattır ancak, çağdaş sanattan daha ebedidir.” Burada anahtar sözcük ‘ilgisiz’dir. Hirst’ün sanırım bu sözcükle işaret etmek istediği, toplumun, politik gündemin dışında sonsuzluğu temsil eden bir sanat peşinde olduğudur. Dünyada olanlar ilgilendirmez onu. Afrikada kimbilir kaç kişinin yaşamına malolmuş elmaslarla yaratılmış 50 milyon sterlin değerinde bir eseri metafizik bir boyutta, kavramsal bir ölüm-iktidar ilişkisiyle açıklamaya çalışmak sanattan önce, biraz mide sorunu olmasına rağmen, bu yorumlarıyla Hirst’de, peygamber kompleksinin artık ileri bir safhaya geçtiğini görüyoruz .

Eserin adı dinsel bir hava yaratmasına rağmen, dünya işlerinden elini çekmiş dini-bütün bir dindarın saflığı yoktur Hirst’de. Meksika’da, yoksulluğun yarasını Katolisizmin tuzuyla iyileştirmeye çalışan halkın çaresizliği ise hiç yoktur. Hirst, Bush’un Irak işgalinin gerekçelerini, tanrısal bir sesin kendisine verdiği bir misyonla açıkladığı gibi, iktidar ve zenginliği tanrısal bir nedene bağlayarak geliştirdiği “dinsel” bir söylemle malını satmasını iyi bilen bir sanatçıdır.


* Güç ve iktidarın simgesi: Elmas

Kafatası ve elmas, ölüm ve güç olduğu gibi, korsanlığın, yasadışılığın, şiddetin, soygunun, yağmanın da sembolü olabilir. Elmasla kaplı bir kafatası bu anlamda mükemmel bir kombinasyon yaratırken, ABD’nin yasa tanımaz, insanlık değerlerini hiçe sayan, her şeyi zorbalıkla  kabul ettirmek isteyen politika ve kültürünün endeksel bir ifadesine dönüşür.

Sanat ve günlük gerçekler bazen istemeden çakışır. Bu serginin açılışının, Liberya eski başkanı –bunu diktatörü olarak okuyun- Charles Taylor’ın, komşu ülke Sierra Leone’da faliyet gösteren teröristlere elmas karşılığı silah ve cephane satttığı iddiasıyla Hague’de yargılanmaya başlamasıyla aynı güne gelmesi tesadüf, ama ilginçtir.

Elmas her devirde gücün sembolüydü. Krallara, derebeylerine, kontlara, diktatörlere güç ve sefahat getirirken, madenlerde onu çıkarmak için çalışanlara da ölüm ve açlık getirdi. Afrika ülkeleri asırlar boyunca elmaslara el koymak için yağmalandı, insanlar köleleştirilerek madenlerde çalıştırıldı. Bugün bile  durum çok farklı değil. Bunun sıkıntısıyla olsa gerek, Hirst’ü temsil eden galeri daha ilk gün, eserin yapımında kullanılan elmasların, çatışma olmayan Afrika  ülkelerinden (Bunların hangisi olduğunu merak ettim doğrusu) alındığını teyit eden bir belgeyle birlikte alıcısına verileceğini açıkladı.

Olağanüstü zenginliklerin belli ellerde yoğunlaştığı, sanat eserlerine inanılmaz rakamların ödendiği bir dönemde yaşıyoruz. Hirst’ün yapıtınla ilgili çıkan haberlerin üzerindeki fiyat etiketinde takılıp kalmasına da şaşırmamak lazım. Takılmayacak gibi de değil; 50 milyon sterlin. Sergiyi gezerken konuşmalarından ve giyimlerinden galeri sahipleri olduğu belli olan bir grup, henüz resmen açıklanmamasına rağmen eserin halihazırda satıldığından bahsediyorlardı. Düşünmemek elde değil. Böyle bir dünyada kim 50 milyon vererek bu zevksiz ve banal bir eseri almak ister?

Petrol zengini, zevksiz bir çöl prensi..? Güney Amerika uyuşturucu baronlarından biri..? Halkı açlıktan ölürken kendine saray yaptıran bir Afrika ülkesi diktatörü..? Ülkesini yağmaladıktan sonra Londra’ya yerleşmiş bir Rus oligarkı..? Ulus-ötesi tekellerden birinin başkanı..?

* Sergi ve güvenlik paranoyası

“Tanrı Aşkına”nın sergilendiği ortam da 11 Eylül sonrası yerleşen paranoyayı aynen yansıtıyordu. Havalimanlarında alıştığımız ritüellere yakın bir güvenlik oluşturulmuş galeri çevresinde. Sergi ücretsiz olmasına rağmen ya önceden internette belli bir zaman diliminde girmek üzere bilet almanız ya da dışarda tek sıra halinde, iri kıyım korumaların sizi süzen bakışları altında, her seferinde sınırlı sayıdaki gruplar halinde içeriye alınan izleyicilere katılmanız gerekiyor. Çantalar, elinizdeki paketler dışarda bırakılıyor. Oda karanlık ve sadece kafatası şeklindeki elmas topu üzerine loş bir ışık düşüyor. İçerde sadece bir kaç dakika kalmanıza izin veriliyor. Bu süre de gözler karanlığa alışıncaya, diğer izleyicilerle çarpışmamak için çevreyi anlamaya çalışıncaya kadar bitiyor.

Elinize tutuşturulan bilet de öyle sıradan bir sergi bileti değil. Biletin arkasında küçük yazılarla yazılmış, galerinin izleyici üzerinde tayin ettiği haklarla ilgili ayrıntılı maddeler var. Bileti almakla bunları onaylamış oluyorsunuz. Biletsiz girilemediği için koşulsuz kabul etmiş oluyorsunuz size dayatılan maddeleri. Böylelikle üstünüzü başınızı arama, kimlik sorma, korumaların direktiflerine kesinlikle uyma haklarını galeriye teslim ederken, içerde her hangi bir şekilde göreceğiniz zarar, yaralanma hatta ölüm gibi bir olayda onları sorumlu tutamayacağınızı da kabul etmiş oluyorsunuz.

Bir sergiyi gezerken yaralanma ya da ölme olasılığını gülünç bulabilir ya da formalite olduğunu düşünebilirsiniz ancak, bireysel hak ve özgürlüklerin nasıl her an geri alınabilecek bir şekilde pamuk ipliğine bağlı olduğunu ve bunun sanat galerilerine kadar uzandığını göstermesi açısından önemlidir. Bu ayrıntı, Hirst ve onun arkasındaki galerinin, iktidardaki politik kültürle olan organik ilişkilerinin, bu eser ve çevresinde kümelenen bir dizi olayda temsilini görmemiz açısından da önemli.

* Eserin Üretim süreci

Üretim süreci de yukarıda sıraladığım, eserin temsil ettiği dünya görüşünün özelliklerini başka bir yönden tamamlıyor. Damien Hirst’ün eserlerini kendi üretmediği bir sır değil. Kurduğu ‘fabrika’da onlarca sanatçının çalıştığını biliyoruz. Ancak bu eser çok ince bir kuyumculuk işçiliği gerektirdiği için, ‘Bentley & Skinner’e ısmarlanmış. Bu firma, Londra’nın merkezinde bulunan ve özellikle, Londra’da haremiyle Limuzin içinde gezen Arap şeyhlerini, milyoner kaçak Rus mafya babalarını, halkını dolandırdıktan sonra Londra’ya yerleşen Afrikalı kabile şeflerini alıveriş yaparken görebileceğiniz, dünyanın ünlü markalarının sıralandığı  ‘Bond Street’in nadide bir köşesinde hizmet veren bir kuyumcudur. Yine bu firmanın açıkladığına göre, “Tanrı Aşkına”, kraliyet tacından beri üzerinde çalıştıkları en önemli bir proje. Hirst’ün başka bir kuyumcuyla çalışması zaten beklenemezdi.

(1) “İmgelerin gücü’”22 Ağustos 2005
(2) White Cube Galerisinde açılan “Beyond Belief” adlı sergisi 7 Temmuz’a kadar.
(25-26 Mason’s Yard St.James’s, London, SW1)

 

 

 

 

1632180cookie-checkSANATTAN… Neo-con’ların sanat ikonu

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.