SANATTAN… Terapi toplumu

‘Matrix’ filminde Morpheus (Laurence Fishburne canlandırmıştı) Neo’ya (Keanu Reeves) iki seçenek sunar. İçinde yaşadığı dünyayı kapsayan kompleks oluşumları daha derin bir şekilde anlayıp o yönde hareket edebilir ya da bilgisizliğin verdiği yapma mutluluk içinde yaşamını sürdürebilir. Şöyle der Neo’ya, ‘bu mavi hapı alırsan, bütün sorunların biter, yarın sabah kalktığında, istediğin her şeye inanabilirsin’. Kırmızı hap, ise gerçeğin yoludur, insana yaraşır bir dünyayı yaratmanın yolunu açar.’

Yaşamın sıradanlığında, özel yaşam içinde  sık sık karşılaşılan seçenekler karşısında, bazen sezgisel bazen de bilinçli verilen kararlar insanın önünde bir yol açar. Bu seçimleri etkileyen faktörler zaman ve koşullara göre değişir. Hakim statüko yönünde verilen kararları uygulamanın herzaman daha kolay olduğunu ileri sürmek sanırım yanlış olmaz. Bu kolaylık, çoğu zaman da, kararları belirler.

Her şey karşıtıyla varlığını sürdürür. Suçlunun, suçlu olabilmesi,  yasaların varlığına bağlı olduğu gibi, yasalarda varlığını suçlulara borçludur. Bu ikili yapı içinde kurulan dengelerde toplum yürür gider. Bu yapının sürekliliğini sağlayan ise birey ve toplum arasındaki ilişkidir. İçinde yaşadığımız, yaygın adıyla postmodern  toplumda işte bu dengede bir değişim başgöstermiştir. Ağırlık bireyin üzerine geçmiştir. Artık birey yaptığı her eylemden sadece ve sadece kendisi sorumludur. Başarılı da olsa, suçta işlese, sorumlusu bireydir. Kendisini yaptıkları temelinde tanımlayan birey/özne artık eskisi gibi önceden varolan, verili bir kimliğin içine doğmaz. Kimliğini ya da kimliklerini yaratma sorumluluğu da bireyindir.

Bireyin bu yalnızlığı, kararların verilmesini zorlaştırır. Bir yandan, kolektif örgütlenme ve eğilimler olmadığı için toplumdan uzaklaşırken, ‘kurtulma’ içgüdüsüyle de daha çok kendine döner. Böylece ortaya yeni bir etiksel söylem, kurallar silsilesi çıkar. Bu yapı içinde ‘öteki’nin duyduğu acılar, onlara yanıt vermek, postmodern birey için empati değil, sadece vicdani bir katarsisdir. Bir anlamda dinsel dogmaların yeni bir versiyonudur bu etikler bütünü.

Doğru-yanlış, toplum ve birey arasındaki organik ilişkiden ve bu ilişkinin yarattığı sistemden koptuğu için etiksel ölçüt, dinsel bir atmosferde sunulan iyi-kötü dikotomisine indirgenmiştir. Yanlış yapanlar kötüdür, ama yinede bu kötülüğün arkasında şeytani bir güç olduğu kabul edildiği için, bireyin tam olarak suçlu olduğu da söylenmez. Kötülüğün kaynağı, bir tür hastalık, patalojik bir durumdur bu anlayışa göre. Bu anlamda da, kötü olan, ‘hastadır‘.

Özel ilişkilerden, uluslararası ilişkilere kadar uzanan bir düzlemde, insan ilişkilerine böylesine bir etos (bir toplumun ya da toplumsal kurumun özelliği) hakimdir. Bu sosyal yapıda devletin rolü, bireylerin toplumsal gereksinimlerini sağlayan bir  kurumdan, “şifa” veren bir yapıya dönüşmüştür. Artık, toplumsal girişimler değil, “psiko-sosyal” müdehaleler gündemdedir.

Ev yaşamındaki sorunlardan, iş yerine, eğitimden, uluslararası sorunların çözümlerine kadar bu yaklaşım hakimdir. Örneğin, İngiltere’de bir iş yerindeki sorunlar artık sendikaların değil, psikologların, doktorların çözmesi gereken sorunlardır. İş yerindeki cinsel ayrımcılık, patron-çalışan arasındaki sorunların yarattığı stres, artık bu alanda uzmanlaşmış olan psikologlara devredilir. Okuldaki başarısızlıkların, yoksulluk, aile olanaklarının yetersizliğinin bir sonucu olabileceği olasılığı, çocuğun önünde görülen “psikolojik” bariyerlerden sonra gelir. Tony Blair, Ulusal Sağlık Hizmetleri (NHS) çerçevesinde psikologlarla  halk arasında 24 saat telefon bağlantısı kurulmasını, hükümetin ilk dönem başarıları arasında göstermesiyle, devlet ve vatandaşlar arasındaki işte bu yeni “duygusal” ilişkiyi sembolik anlamda resmileştiriyordu.

Uluslararası müdehalelerde de, ‘psikolojik travma’, savaş, şiddet, yıkım ve ölümlerin önüne geçme eğilimindedir. Yugoslavya’ya yapılan müdehalenin, “humanist müdehale” olarak nitelendirilmesi, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik-politik durumu değil, bu koşullar nedeniyle oluşan halkın ruh halini yansıttığı için öne çıkarılmıştır. Afrika’daki açlık, dünyanın çeşitli noktalarında süren bölgesel savaşların, travma temelinde kavramsallaştırılması artık batıda sorgulanmadan kabul edilen bir yaklaşım haline gelmiştir.

İlk Körfez Savaşında, zavallı Küveyt halkı kurtarılmıştı. 2003 yılında, Irak’ın işgali öncesinde de, sürekli öne çıkarılan, baskı altındaki Irak halkının, zalim Saddam’ın elinden çektikleriydi. Geçtiğimiz hafta ABD’nin Mississippi bölgesini vuran kasırgadan sonra geride kalanların, neden  aç ve susuz orada bırakıldıkları, hükümetin neden hiç bir şey yapmadığı soruları, trajik bir pempe dizi haline getirilen kazazedelerin görüntüleri arasında kayboldu gitti.

***

Batı toplumlarında ortaya çıkan bu  etik anlayışı, ki gerçekte değişen siyasi yapının bir sonucudur, bireylere ‘kurban/mağdur’ statüsü verirken, otoriteye de (devlet ve kurumları) terapi görevi yüklemektedir. Toplumdaki kurbanları kurtaracak birileri olmalıdır elbette. Hatta bazen kurbanlar, kurban olduklarının bile farkında değillerdir. Bu nedenle onlara ilk önce içinde bulundukları bu durumu açıklayıp, sonrada onları kurtarmak gerekir. Örneğin, Irak halkı Saddam’ın kurbanı olduğunu anlamamıştır. Yine Bush yönetiminin, “şer ekseni”, “kifayetsiz devletler” diye adlandırdığı ülkelerdeki halklar da durumlarından habersizdir. Onlarda yavaş yavaş kurtarılmalıdır.

Görüldüğü gibi, dış politikada kullanılan terminolojide değişmiştir. Ülkeleri sadece ABD’nin politikalarını desteklemedikleri için düşman ilan etmenin yanısıra, onların “şer” ve “kifayetsiz” gibi muğlak,  psiko-sosyal terimlerle tanımlanması uluslararası ilişkileri de psikolojik tanımlamalarla belirlenme eğilimine işarettir.

Toplumun en alt katmanlarından, devlet yöneticilerine kadar her kademede görev yapan “travma uzmanları”, eğer gerekli ve yeterli psikolojik yardım alınırsa, aile sorunlarından, yoksulluğa, şiddetten, ırkçılığa, eşitsizlikten, işsizliğe kadar her türlü sorunun çözülebileceği düşüncesindedir. Demokrasinin işlemesi ya da işlememesi, neredeyse halkın/bireyin ruhsal sağlığıyla ölçülmeye başlanmıştır.

Kurban olma  statüsü, hem güçlü hem de çelişkili bir durumdur. Çünkü, bir defa elde edildiğinde, bunu farklı sunumlarda kullanmak üzere etiksel bir zemin yaratmak mümkündür. Kurban/mağdur insana karşı çıkmak zordur. Bir kere kurban olunması kişiye, ötekinin gözünde saldırı, intikam hakkını bile verir. Diğer taraftan, kurbanlığın açıklanması, zayıflığın da bir deklerasyonudur. Yani kurbanlığın gücüne erişmek için, zayıflığın itiraf edilmesi zorunluğu vardır. Bu açıdan bakıldığında, kurban olanın, baskı kurandan daha güçsüz ve pasif bir konumu vardır.

İsrail,  bu bağlamda tarihsel kurban statüsüne sahip bir devlettir. Filistin topraklarını işgal ederek, oradaki halkı kendi topraklarında mülteci yapmış, İsrail askerlerinin saldırıları sonucu ölen Filistinlilerin sayısı, ölen İsraillilerin sayısından 3 kat fazla olmasına ve Filistinlilerin tersine İsrailin, her türlü savaş araçlarına sahip olmasına  rağmen, intihar saldırılarından korunmak için duvar örmektedir. Kimin kimden korunması gerektiği bellidir. Ancak, bir kere kurban statüsü ilan edildikten sonra  bu sorgulanmaz bile.

Son ABD seçimlerinde bu kozun kullanımı sanatsal boyutlara ulaşmıştı. George Bush New York’a saldırıyı kullanarak yarattığı ‘kurban’ atmosferiyle seçimleri kazandı.

ABD, Afganistan’a ve Irak’a saldırılarını yine bu kurbanlık statüsüyle açıklamıştı. 11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi’ne saldırılardan sonra Fransız gazetesi, Le Monde, ‘artık hepimiz  Amerikalıyız’ başlığı atmıştı. New York’ta ölen 3000 kişiden sonra artık ABD’nin yapacaklarına karşı çıkmak olanaksız, ne yapsalar haklılar demek istiyordu. Öylede oldu. O zamandan beri, ABD iki ülkeyi işgal etti, yüzbinlerce insan üldürdü, topyekün yıkımlar gerçekleştirdi. Ne, bulunamayan kitle imha silahları, ne, BM’nin işgal için yetki vermemesi, ne de, El Kaide ile Saddam arasında  ilişki kurulamaması önem taşıdı. Kurban statüsü yaratılmıştı bir kere. Bundan sonra artık ABD’nin yanılması mümkün değildi. Yinede, Afganistan ve Irak’ta ölen yüzbinlerce insandan sonra kimsenin, artık hepimiz Iraklıyız, Afganistanlıyız ya da daha öncelerinde, hepimiz Filistinliyiz diye ilan ettiği görülmedi.

Batı toplumlarında yaygınlaşan bu kurban-insan etiğinde  böyle bir hiyerarşi de vardır. Yani her kurban belli bir kategoride sınıflandırılır. ABD’de,  her grup ya da kişi, bir diğer grup ya da kişinin baskısı altında olduğunu iddia ettiği bir  ilişkiler ağı içinde bir endüstri kurulmuştur. Bunun en üstünde ise, Amerika’nın tüm dünya tarafından tehdit edildiği yaklaşımı vardır.

***

Kurban-insan  statüsü varoluşçuluk anlamında öylesine batı kültürüne sızmıştır ki, bunun sanatta  yansımaları, 1990’lı yılların ortalarında popüler olan ’confessional art’ (İtiraf Sanatı)  olarak ortaya çıkmıştı. Bu sanat türünün şüphesiz en bilinen ismi Britanyalı Tracy Emin’dir. Politikada olduğu gibi sanatta da, bu bağlamda ‘sergilenen’ bir olguyu anlamanın  yolu, sözkonusu olayı ya da sanat eserini sergileyen kişiyle aynı görüşleri paylaşmak -aynı dar (kavramsal anlamda) toplumsal kesitten gelmek- zorunluluğu vardır. Örneğin Tracy Emin’in “Yatağını” (‘My Bed’ adını verdiği, üzerinde intihar etmeyi düşünerek günlerce yattığını ileri sürdüğü yatağını aynen müzede sergilemişti) bir sanat eseri olarak kavramakta zorlanıyorsanız ya da onu estetik temelde eleştirdiyseniz, bu yaklaşımınızın nedeni, Emin’in eserinin sanatsal zayıflığı olasılığından önce,  sizin, eserin içinde üretildiği toplumla olan çelişkilerinizde aranması gerektiği yanıtıyla karşılaşırsınız. ‘Ya bizden yanasınızdır ya da bize karşı’ yaklaşımı, politikadaki kadar net olmasada, kurban-insan etiğinin sanatsal boyutunda da vardır.

Dünya Ticaret Merkezi’ne saldırılardan sonra, daha enkaz bile tam olarak kaldırılmadan ‘İkiz Kuleler’in yerine ne dikileceği tartışmaları başlamıştı. Sunulan ilk tasarım önerileri reddedildikten sonra, 2002 Aralığında uluslararası üne sahip 9 mimar ve mimarlık şirketi arasında bir yarışma düzenlendi.  Yarışmanın 27 Şubat 2003’de açıklanmasından çok önce kazanan belliydi; Daniel Libeskind. Tasarımın estetik değerlerinden ve mimari üslubundan önce Libeskind’in yaşamı ve projeyi sunuş üslubu kararda belirleyici oldu. Polonya’da doğan Libeskind, çocukluğunu, Holokost’tan kurtulan anne ve babasıyla birlikte İsrail’de geçirmiş, daha sonra da ailece New York’a yerleşmişlerdi.
 
Tasarıma gelince, mimari planın her ayrıntısı özel bir “duygusallıkla” tasarlanmıştı. İlk olarak, çöken İkiz Kulelerin ve olayın anısına, beton bir duvarın yanında bir çukur bırakılacaktı. Bu kısım özellikle, 11 Eylülde ölenlerin aileleri tarafından çok iyi karşılandı. Bu çukurda “kutsal” bir alan yaratılacaktı. Binaların açısı öylesine ayarlanacaktı ki, binaları kesen iki caddeye, her yıl 11 Eylül’de saat 8.46’dan 10.28’e kadar (İlk kuleye uçağın çarpmasından, ikinci kulenin yıkıldığı ana kadar geçen zaman) güneş ışınları dolacaktı. Binaların yüksekliği de tesadüfi değildi; 1776 ayak (feet) Yani Amerika’nın bağımsızlığının ilan edildiği yıl.

Libeskind, seçici kurul ve halkın önünde de aynı üslupla projeyi sundu; “DTM’nin yeniden inşası, sadece mimari değil, tinsel bir  bir süreç olmalıdır. Sorun sadece, görünen açıları değil, ruhun açılarını da bulmaktır. Dış yüzeyi yaratmak değil, orada yaşananların içsel eşdeğerlerini bulmaktır.” Libeskind, 11 Eylül’le ilgili hislerini katarak gerçekleştirdiği, ancak Disneyland’a yakışacak , kiç  tasarımı, tinsel bir kılıfla satıyor ve  projesini   her türlü eleştirinin ötesine yerleştiriyordu.

Libeskind yanılmamıştı; ‘the New York Times’ gazetesinin mimar eleştirmeni,  tasarımı  eleştirmesini işiyle ödedi.

11 Eylül’ün yıldönümüne birkaç gün kaldı. Yıldönümleri de, olayların arkasındaki gerçekleri, ruhsal yaralanmaların ardına saklamak için iyi bir fırsattır. Irak işgalini ve yaratılan kaosu tekrar gerekçelendirmek, ABD’nin demokrasi ve özgürlükler ülkesi mitosunun, Mississippi ve Louisiana’daki  kasırgada sular altında kalması, Bush yönetiminin ırk ve sınıf temelinde insanlara nasıl ayrımcı davrandığının  canlı örneğiyle ortaya çıkmasını örtbas etmek için tekrar İkiz Kulelere saldırıyı kullanıp, kurban-insan/halk rolünü oynaması için ‘11 Eylül’ iyi bir fırsattır.

***

Eskiden bireyin yaşamında alması gereken büyük kararlar az ve seyrekti.  Bugünlerde ise, küçük kararları daha sık almak zorunda kalıyoruz. Belki de bu nedenle, büyük ‘resmin’ görülmesi zorlaşırken, kararların etkilenmesi kolaylaşıyor.

Mavi hapların üzeri tatlı şekerle kaplanıp sunulur, kırmızı haplar bazen tatsız bazen de acıdır. Hatta yan etkileri de olabilir. Ancak köklü tedavi için yaşamsaldır. Tercih yinede bireyindir.

1631320cookie-checkSANATTAN… Terapi toplumu

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.