SEN HALA ÖLMEDİN Mİ?

SEDAT YILDIRIM SARICI – ‘Sözün bittiği yer’ veya ‘kelimeler kifayetsiz kalır’ gibi ilk vurgun ifadelerinin ardından söylenecek çok şey olabiliyor. Bu yazı depremden sonra tutulan dilimin söyleyemeden edemediği birkaç tanıklıktan ibaret olacak.

Malatyalıyım. Viraneye dönen Malatya’ya gitmeliyim. Havaalanından otobüsle kent merkezine gelmeye çalışıyorum. Ulaşamadan bir benzinlikte “son durak” anonsuyla iniyoruz.

“Malatya, Bulunmaz Eşin

Tanıdıkları olanlar gelip yolcuları alıyorlar. Benim dışımda tek bir aile kalıyor. Taksi görüyorum ama o aile de talip. Önceliği aileye veriyorum. Şoför “siz nereye gidecektiniz”  diye soruyor. CityKent Hotel, diyorum. “Sahibi arkadaşım, CityKent Hotel yıkıldı” diyor.

İnanmıyorum. Londra’dan rezervasyon yaparken, fotoğrafını görmüştüm. Işıl ışıl ayaktaydı. Gavura güvenirim. Kelek atmaz. Taksi şoförü müşterileriyle bir şey konuştuktan sonra bana sesleniyor: “abi, yakın yere gidiyorlarmış, beş dakikaya dönerim” diyor.

Onbeş dakika geçiyor, dönmüyor. Sokakta taksi değil, başka araçlar da yok. Deprem kenti boşaltmış. Bir de iftar saati…

Uçakta telefonu kapatmıştım. İnince açtım, çalışmıyor. “Sim Code” (şifre) istiyor. İki gün önce yeni hat almıştım. Şifreyi yazmamışlar. Telefon da iptal. Koca kentte sokakta kalan tek adam olmak ürkütüyor.

Uzun süre sonra bir taksi görüyorum. El ediyorum ama sanki el etmiyorum da semaya doğru yağmur duası ediyorum. “Nereye abi” diye soruyor. “Kent merkezine, City Hotel’e” diyorum. “Abi, polis oralara girmemize izin vermiyor, ayrıca bütün oteller yıkık” diyor.

“Bir bakalım” diyorum. Gidiyoruz. Kent meydanına giremiyoruz. Polis ana caddeyi kesmiş. Atlıyorum arabadan, çantalarım sırtımda şoförün tarif ettiği istikamete yürüyorum. PTT’nin karşısında oteli buluyorum. Yıkılmamış ama kapalı. Harap ve karanlık. Su her zaman temizlik demek değildir. Pis bir yağmur etrafı daha da karartıyor.

Akrabalar, “gelip seni karşılayalım” demişlerdi. Ben de “işinizden gücünüzden olmayın, başımın çaresine bakarım” demiştim. Öyle değilmiş. Çaresizdim.

“Beş dakikaya dönerim” diyen şoför var ya, peygamber gibi karşıma çıktı. Benden önceki müşteri ekmek arayınca iş uzamış, bu sebeble durağa geç dönebilmiş. Şehirde açık olan tek dönerciye gelmiş, bir şeyler almış. “Abi, sana da alam” dedi. Allah razı olsun dedim. Aç değilim. Telefonum çalışmıyor. Türkcell şubesi var mı, diye sordum. Bu saatte hepsi kapalı cevabını aldım.

“Abi benim telefonla dilediğin yeri arayabilirsin” dedi. Aradım. Akrabalarımdan biri koştu beni aldı. Mesai sonrası arabada uyuyormuş. Hastanede nöbetçi doktorlar için küçük bir oda ayrılmış, orada seni misafir edelim, dedi. Olmaz dedim, ertesi günü çalışıp yüzlerce hastaya bakacak doktorun doğru dürüst dinlenmesi gerekir. Ne diye rahatsız edeyim, içime sinmez.

Aradık, sorduk. Koca Malatya’da yıkılmamış, hasar görmemiş iki otel kalmış. Birinde son odayı rica minnet verdiler. Sabah kalktım ki, UN, AFAD, gazeteciler, televizyon kanallarının arabaları otel önünde park etmişler. Depremden sonra iki ay geçmesine rağmen anladım ki durum vahim.

Yağmur, durmuyor, dinmiyor. Çatı altlarını kollayarak ilerlemeye çalışıyorum ama öğlen olmadan üstüme hortum tutulmuş gibi ıslandım.

Seni Hiç Unutmayacağız Malatyam

Ne şehrin merkezi ne de tarihi sembolleri kalmış. Her yer enkaz. İnönü Caddesi’nde yürüyorum. Bir dükkanın camına sprey boyayla “06,02,2023 Seni hiç unutmayacağız Malatyam” “Geri dönecek günler var” yazılmış.

Az yürüyorum. Cadde kenarında basit bir tentenin altında dört tarafı açık bir çaycı buluyorum. Islak bir masaya oturuyorum. Bir dakika geçmeden çaycı geliyor. “Hoş geldin abi, ne içersin?”

Gözlerim dolmuş. “Bi çay” diyemiyorum. Hıçkırık boğazımı titretiyor. Çaycı bir daha soruyor. “Abi, ne içersin?”  Konuşamıyorum. Elimle çaydanlığı işaret ediyorum. “Tamam” der gibi kafa sallıyor.

“Erkek adam ağlamaz” derler ya, ağlamamaya çabalıyorum. Sıcak bir çay geliyor. Çaktırmadan diğer müşterilere bakıyorum. Alışmışlar. Tentenin üstünü havuza çeviren yağmur sularını ara sıra boşaltıyorlar. Tanıdık ya da akraba varsa etrafta boşalan suyu o masaya doğru yönlendiriyorlar ki hafiften tebessüm yaratacak bir mevzu doğsun.

Alışveriş merkezinin yanındaki taksi durağında tek bir taksi bekliyor. Ustam, diyorum, beni şehrin en tepesine, gecekondu mahallelerine çıkarır mısın?

Yolda başlıyoruz sohbete. Damara basıyor. “Geçen de arabayla eve giderken bir arkadaşı gördüm. Şaka yapam dedim, sordum; ulan Rıza, sen hala ölmedin mi? Demez olaydım. Başladı hüngür hüngür ağlamaya. Dedi, çocuklarım, karım, akrabalarım depremde hep öldiler. Ben niye yaşiyem. Gece gündüz ağliyem”.

Malatya küçük bir yer. Bir uçtan bir uca ucuza yolculukla aşılabilir. Tepedeki gecekonduların arasına tek tük çadırlar kurulmuş. Hal hatır soruyorum. Utangaç, çekinikler. İşsiz, güçsüzler. Bazıları Türkçe bilmiyor. Suriyeli göçmenler.

Kernek

Malatyamın bir başka sembolü Kernek basamaklarından aşağı iniyorum. Sağda fırın var. Gurbette en çok simit özlenir. Bir simit alayım, şekerim var ya, azarlanmadan tadayım istiyorum.

6-7 yaşlarında bir çocuk içeri giriyor. Bir eliyle baklavaları işaret ediyor. Suriyeli çocuk Türkçe bilmiyor, sadece “bu” diyor. Diğer elinde 5 lira var. Tezgahta başını sıkıca örtmüş 18 yaşlarında bir kızcağız dolduruyor şeffaf kutuyu baklavayla. Her şeyi bilen adamım ya, soruyorum, “çocuğun parası yetecek mi?” Başörtülü kız cevap veriyor: “Olsun, ödeyemesin, onun da bir gururu var.”

Utanıyorum, alma, diyorum parayı. Bu defa ben ödeyeyim. Bir de simit ekle. Paranın üstünü verecek kadar miktar yok kasada. Yan dükkanlar kapalı, kızcağız fırından ayrılamıyor. Başka bir dükkanda bozdurmamı rica ediyor. Geziniyorum, bozduruyorum. Fırına dönerken sokağın karşısında bir çocuk “abey” diye bağırıyor. Deminki çocukla arkadaşı bir çöp konteynırının arkasına pısmış baklavalarını yiyorlar, bir taraftan da bana eyvallah mahiyetinde el sallıyorlar.

Göçmenlerin durumunu en iyi Türkler anlar. Orta Asya’dan Anadolu’ya derken Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, Danimarka, İngiltere, Amerika, Kanada hatta Avustralya’ya kadar göçmüşüz. Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı resmi sitesine göre “yurt dışı seçmen kütüğüne kayıtlı vatandaşlar 5 kıtada 60 ülkede 123 temsilcilikte oy kullanabilecek.”

Kent merkezine iniyorum. Anam vay, Teze Cami (Yeni Camii) minarelerinin şerefeden yukarısı yok olmuş. Aynen 2 Mart 1893 tarihindeki “Büyük Zelzele”de yıkılıp sadece şerefesine kadar sağlam kalan minarenin kaldığı gibi şimdi de geriye kullanılabilecek bir yer kalmamış. Camisiz minare dünyada bir tek Malatya’daydı. Şimdi üç camisiz minaremiz oldu.

Teze Cami – Yeni Camii maketi
Teze Cami – Yeni Camii bugünkü durumu
Teze Cami yan cephe

Malatyalıyız ama asıl Sarıcıyız. Sarıcı Mahallesi yeni nesille Sarıcıoğlu Mahallesi oldu. Bizim mahallede bir Ermeni kilisesi vardı. Adı “Üç Horan Ermeni Kilisesi”ydi. Restore etmişler. İyi etmişler, iyileştirmişler. Yalnız adını değiştirmişler. “Taşhoran Kültür ve Sanat Merkezi” olarak anılmaya başlamış.

Rahmetli annem derdi ki, “en eyi komşularımız Ermenilerdi.”

Horan horondur. Horon yan yana dizilerek oynanan (halay) oyundur. Horonda hiyerarşi yoktur. Yan yana eşitiz, kardeşiz, beraberiz.

Üç Horan Ermeni Kilisesi

Kardeşiz diyoruz ama kimisi ciğerimiz, kimisi diğerimiz. Kaldırımda oturmuş 4-5 yaşlarında Suriyeli bir başka çocuk görüyorum. Elinde çekiç bir türkü mırıldanıyor. Babası hemen yandaki enkazdan hurda demir topluyor. Kilosu 4 liradan satmaya çalışacak. Enkazdan “rızkını” çıkaracak.

Fotoğrafın arkasında “İstikbal”. İstikbalimizin arkası çökmüş, sağı enkaz. Önde levha kalmış. Parıldayan beyanat!

Bilmem bu dilsiz fotoğraflar durumu anlatabiliyor mu? Yoksa suskun mu kalıyor?

Suriyeli Mithat ve babası
“İstikbalimiz”

Suskun dedim ya aklıma vekiller geldi. Malatya’nın 6 milletvekili var. Dört AKP’li, bir MHP’li suskun. Öyle ya Malatya’nın dutu meşhur. “Malatya sahipsiz kaldı” diye her fırsatta yakınan hemşerilerinin vekili olamıyorlar. Sadece CHP’li vekil Veli Ağababa çabalıyor.

Gündem “seçim” değil orada. Geçim, soğukta donmama, çadırda ve hayatta kalma mücadelesi içindeler. Türkiye başka bir yer, orası başka bir yer.

Ana caddelerde bile kaldırımlara dökülen enkaz kaldırılmıyor. Tekerlekli sandalyeli bir engelli yurttaş, bebek arabalı bir ana baba neyleyecek düşünemiyor AKP’li belediye başkanı.

Kaldırıma taşmış enkazın içinde bir kitap buluyorum. Ortaokul müzik kitabı ortada kalmış. Vallahi de, billahi de tam orta sayfalardan bir yerde Gesi Bağları bana bakıyor.

Malatya’da kapısını çalacağım 40 kapımız vardı. Hepsinin evi ya yıkık ya yüksek hasarlı. İki akrabam kalmış, 38’i başka kentlere gitmiş. 38, Kayseri’nin plaka kodu, Gesi Bağları Kayseri türküsüdür.

1973 yılında Selda bir 45’lik plak kaydeder. Bir yüzünde Gesi Bağları vardır. Diğer yüzünde Karacaoğlan’dan Altın Kafes. Gesi Bağları’nı toplumsal çalışmaları ve fikirleri sebebiyle hapis cezalarına da çarptırılan Şanar Yurdatapan düzenlemişti. Altın Kafesi ise Attila Özdemiroğlu. Her iki düzenleme de müzik tarihimizin yüz akları arasındadır.

https://www.youtube.com/watch?v=JW8hhoaV2qc

Gesi Bağları bizi anlatır, hepimizi.

“Gesi bağlarında dolanıyorum / Yitirdim yarimi amman aranıyorum,

Bir çift selamına güveniyorum / Gel otur yanıma hallarımı söyleyim,

Halımdan bilmiyor ben o yari neyleyim.

Gesi bağlarında üç top gülüm var / Hey Allah’tan korkmaz sana da bana ölüm var,

Ölüm varsa bu dünyada zulüm var / Atma garip anam beni dağlar ardına,

Kimseler yanmasın anam yansın derdime.”

(Fotoğraflar: Sedat SARICI)

 

2681790cookie-checkSEN HALA ÖLMEDİN Mİ?

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.