Askerlerin, her dönem “solcuların başına balyoz gibi inen, sağcıları, dincileri ise semirtip geliştiren demir yumruğu vardi.
Türkiye’yi çağdışı bir karanlığa mahkum etmek isteyenlerin ise şimdilik topları, tüfekleri yok ama, “kışla” olarak değerlendirdikleri camileri, “füze” olarak gördükleri minareleri var…
28 Şubat’ta “höt!” desen kaçarlardı, şimdi herkese kafa tutuyorlar; çünkü, arkalarında “ağa babaları” var…
”İşler biraz daha kızışsa, Boris Yeltsin gibi tankların üzerine çıksak” diye can atarlar..
Çünkü, bilirler ki, Türkiye’de artık darbe koşulları yoktur. ABD, 12 Eylül’deki gibi yeşil ışık yakmadan, “bizim oğlanlar” harekete geçemezler.
Askerlerin son çıkışlarının asıl nedeni AKP’ye karşı güçlü bir kamuoyu yaratmak, sivilleri bu yönde harekete geçirmek, askeri deyişle bir “psikolojik savaş”ı başlatmaktır…
Bugünkü koşullarda, Türkiye’de bir askeri darbe, ABD’nin bölgesel çıkarlarıyla örtüşmez. Türkiye’ye biçilen “Ilımlı İslam” rolüne uygun düşmez. Neresinden bakarsanız bakın, bir NATO ordususunuz ve postalınızın bağından, palaskanıza dek dışa bağımlısınız…
Öyleyse, bütün bu gürültülerin nedeni ne?
AKP, takkiye ile elde ettiği arkasındaki ABD ve Batı desteğine güvenerek ülkede din kurallarını dayatmaya çalışıyor.
Kemalist / laik geleneğin savunucusu ve koruyucusu asker ise bu çabaya karşı çıkıyor.
AKP, destekçilerine güvenerek askerlere kafa tutuyor.
Bütün mesele bu…
ABD ve Batı ile birlikte ortak hedefleri Türkiye’deki asker refleksini daha da etkisiz hale getirmek.
Bugün Kemalizmi ayakta tutan en dinamik güç askerdir.
Bu gücün etkisini kırmadan İslami düzeni getirmek kolay değildir.
28 Şubat’ta, tanklar irticaya karşı yürüdü.
Ancak, sonuçta kârlı çıkan asker değil, yine irtica oldu…
AKP, iktidar olduktan sonra AB’ye uyum ve sivilleşme görüntüsü altında çıkardığı yasalarla askeri etkisini kırma çabalarını sürdürdü.
Bugünkü konuşlanmada, irtica ve askerler arasında bir tercih yapmak yanlışların en büyüğüdür…
İrtica ve askeri müdahaleler, birbirlerine karşıt görünmelerine karşın aynı kaynaktan su içiyorlar. Aynı memeden süt emen iki ikiz kardeş gibidirler. Bazen biri, bazen diğeri ön plana çıkıyor, birbirlerini etkileyip besliyorlar.
Askerlerin irticaya karşı her kalkışması, irticayı bir adım daha güçlü hale getiriyor..
İrtica, her defasında “mağdur” rolüne sığınarak, askerle girdiği mücadelede güç toplayarak çıkıyor.
Şimdi artık, askerin irticaya karşı kullandığı barutunun bittiği günlere tanık oluyoruz.
Türkiye’de bir daha kolay kolay askeri darbe olmaz.
İrticaya karşı çıkmanın en etkili yolu artık sivil insiyatifi harekete geçirmektir.
Doğru ve akıllı hareket edilirse, artık irtica meydanı boş bulmuş, önüne geçilemez bir güç değildir.
Aksine, artık meydanlar ülkeyi dini referanslara göre yönetmek isteyenlerin korkulu düşü haline gelmiştir.
Başbakanın, “bindirilmiş kıtalar” diyerek öfkelenmesi boşuna değildir.
Meydanlara toplanan yüz binler, askerlerden daha fazla korku yaymaktadır.
Önüne geçilemeyecek olan bu güçtür…
Çağ dışı bir düzen özlemi içinde olanların heveslerini kursaklarında bırakmanın yolu Tandoğan’dan, Çağlayan’dan geçmektedir.
Askerin, her defasında milletin başına balyoz gibi inmesini önlemenin yolu da halkın bu öz gücünü harekete geçirmektir.
Bugüne dek yenilgiden yenilgiye koşan halkın, yenile yenile artık yenmesini öğrenmesinin zamanı gelmiştir.
***
Askerlerin hiç de etik olmayan 27 Nisan çıkışı kadar AKP’nin “düellocu” mantığı da sorgulanmalıdır..
Demokrasi isteyen bir iktidarın, oyunu kurallarına göre oynayarak Cumhurbaşkanı adayının saptanmasında muhalefet partileriyle işbirliği yapması ve bir uzlaşma zemini araması gerekmez miydi?
Bu uzlaşma ortamı sağlanabilse, bütün partilerin üzerinden anlaşabilecekleri bir aday çıkarılabilse, adayın ille de “dindar” ve “milli görüş”ten gelmesinde israrcı olunmasa bu noktaya gelinmeyebilir, askerin bu çıkışına uygun zemin hazırlanmayabilirdi..
Çünkü, siz onlara İç Hizmet Yasasıyla, “Ülkeyi “koruma ve kollama görevini” yasal bir hak olarak tanımışsınız.
Onlar da şimdi bunun gereğini yapıyor…
Evet doğrudur, hiç bir Batı ülkesinde askerler siyasete bu ölçüde müdahale edemez.
Ancak, o Batı ülkelerinde bir Meclis Başkanı da çıkıp “dindar bir Cumhurbaşkanı seçeceğiz” demez.
Hiçbir Batı ülkesinde bir parti lideri, krallıkla veya dinle yönetilen ülkelerdeki gibi kendisini tek seçici olarak görmez; “herkesi şaşırtan bir aday açıklayacağım” dedikten sonra şapkadan tavşan çıkarmaz…
Hiçbir Batı ülkesinde, memleketin dört bir yanı din okullarıyla donatılmaz, din işleriyle ilgili kuruluşun bütçesi birçok önemli bakanlığın bütçesini katlayarak geride bırakmaz.
Hele de, hiçbir Batı ülkesinin Cumhurbaşkanı adayı, başörtülü, rahibe kılıklı eşininin Cumhurbaşkanlığı Sarayına girmesinin mücadelesini vermez.
Hiç bir Batı ülkesinde, devletin her kademesi din okulu mezunlarıyla doldurulmaz.Ülkeyi din kurallarına göre yönetmek isteyen kişiler Başbakanlık Müsteşarlığına kadar getirilmez.
Hiçbir Batı ülkesinde, “demokrasi bizim için bir amaç değil, araçtır. Hedefe ulaşıncaya kadar demokrasi vagonuna binecek, zamanı geldiğinde ineceğiz” diyen bir kişi kafasındaki bu gizli hesapları iktidara taşımaya çalışmaz..
Batı ülkelerinin başbakanları, sayıları yüzbinleri bulan demokratik göstericileri
“bindirilmiş kıtalar” şeklinde değerlendirerek hoşgörüsüzlük örneği sergilemez..
O yüzden de, o ülkelerde askerlerin demokrasiye karışmalarına gerek kalmaz…
Şimdi gelinen nokta çok hazindir.
Ömrü asker potinlerinin altında ezilmekle geçmiş nice eski yol arakadşlarımızın bir kısmı askerlerin, bir kısmı da AKP’nin saflarında yer almaya başladı.
Katır mı, kırk satır mı ikileminde kimisi kırk katırı, kimisi kırk satırı seçti.
Bazıları “Türk – İslam sentezcisi”,
Bazıları ödenekli “Soros aydını” oldu.
İşin içinden çıkamayanlar ise kâh Recep Tayyip Erdoğan’ın,
Kâh askerlerin önlerine attığı
Çelik çomakla oyalanıp durdular.
Oysa, izlenmesi gereken en doğru yol;
Ne darbe, ne irtica,
Ne postal, ne takunya,
Gerçekten tam bağımsız ve demokratik Türkiye
Diyerek haykırabilmekti…