Bu yazıyı, “28 Eylül Bireysel Silahsızlanma Günü” nedeniyle UMUT VAKFI’na adıyorum
***
Bilmem siz de izleyebildiniz mi, bundan birkaç ay önce bazı televizyon kanallarında yayımlanan, Gaziantep Emniyet Müdürlüğü ile ilgili bir haber vardı.Yaklaşan tehlikeyi en erken sezinleyen Emniyet Müdürü Fevzullah Aslan, düğünlerde deste deste gül dağıtıyor, halka, ” Düğünlerde silah atma, gül at!” çağrısında bulunuyordu.
Aradan birkaç gün geçti, geçmedi, -adeta bu güzel çabayı baltalarcasına- düğünlerde art arda milletvekili silahları patladı.İki sayın milletvekilimiz, yakıtı da devletten makam araçlarıyla gittikleri Karadeniz’de, sıktıkları mermilerle akraba düğünlerini şenlendirdiler. Bu tavrı kınayanların eleştirilerini ise, “Bizim örfümüzde ve adetlerimizde düğünlerde silah sıkmak gayet doğaldır” diyerek ağızlarına tıkadılar.Olay, Türkiye için sanki bir milat, bir başlangıç oldu. Nasıl olsa “örfümüzde varmış” diyen düğünde silahına sarıldı, patlayan mermiler can yaktı, ölümlere yol açtı….
Şimdilerde ise,şaşkın şaşkın etrafımıza bakınarak,“Nereden çıktı bu düğün magandaları?” diye yakınıyoruz…
***
İşin doğrusunu sorarsanız biz, şehirlisi, köylüsü, dincisi, sağcısı, solcusuyla silahlara sevdalı bir milletiz…
Halk kahramanımız Köroğlu, kavgada kılıcının artık bir işe yaramadığını gördüğünde, “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” demiş…
Nazım Hikmet gibi Türkiye’yi terk etmek isterken, 2 Nisan 1948’de, Bulgaristan sınırında, kendisine kılavuzluk eden köylü tarafından balta ile, başı taşla ezilerek öldürülen yazar, şair Sabahattin Ali’ye göre ise, “Kurşun ata ata, mapus yata yata biter”
Bir halk türkümüz de,“Kirpiklerini ok eyle/Vur sineme öldür beni” diye başlar.Kirpikler önce ok eylenir, sonra da onunla sevgilinin sinesine vurularak öldürülür…
Ağabeylerimiz, 68 kuşağına göre, “iktidar namlunun ucunda” idi;
“Silah ve şarkı/ Ben bütün karanlıkları onlarla yendim” sloganı onların gençlik şarkısıydı. “At, avrat, silah”, Anadolu halkının vazgeçilmez değerleridir.
Yıllardır sakladığınız silahınız için “Ata yadigârıdır”dediğiniz zaman akan sular durur, yasalar susar.
Potin, şapka, palaska neyse ne de, asker ocağında silahını kaybedenin askerliği bitmez…
Köy düğünlerinde, gelin uğurlanırken küçük kardeşe “kardeş yolu” olarak silah armağan edilir.Daha abc’nin a’sını bile öğrenememiş beş- altı yaşındaki çocuk, silahla yüzleşir.Küçücük elleriyle, belindeki silahı okşar;öldürücü demirin soğukluğunu ilk kez o zaman kavrar.
Boşuna kendimizi kandırmaya çalışmayalım; şehirlisi, köylüsü, dincisi, sağcısı, solcusuyla biz silahları hep sevdik. 12 Eylül’den önce 5 bin, 12 Eylülden sonra 50 bine yaklaşan insanımızı teröre ve silahlara kurban verdik.Evlerin kömürlüklerini, bodrum katlarını mezar yerlerine çeviren teröristlerimiz,Takarov marka silahlarla arkadan enseye sıkılan tek kurşunlarla övündüler…
Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün verilerine göre, Türkiye’de,her yüz kişiden 1,6’sı(yaklaşık yüzde ikisi) silah taşıyor.Geçen yılın ilk altı ayında ateşli silahlarla işlenen suçlardan bin 393’ü ruhsatlı,5 bin 352’si de ruhsatsız silahlarla işlendi.2005 yılının ilk altı ayında ise, ateşli silahlarla işlenen suçlardan bin 320’si ruhsatlı , 6 bin 105’i de ruhsatsız silahlarla gerçekleştirildi.
***
Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, ben de, çocukluğumun geçtiği,Torosların kolu olan Binboğaların bir dağ köyünde,silahların gölgesinde büyüdüm.Çocukluğumda, babama ait boyumdan uzun av tüfeğini omzuma asar, dağları, taşları dolaşarak eşkıyalığa özenirdim.Ancak, daha o yaşlarda silah taşımanın “raconu”nu iyi bilirdim.Şimdiki “Düğün magandaları” gibi, sağa- sola rast gele ateş etmez; kurda, kuşa silah doğrultmazdım.
Evimizde boş gaz şişesi bırakmadığım için sık sık annemin küfürlerine, hakaretlerine uğrardım.Boş bulduğum şişeyi kaptığım gibi götürür kayaların üzerine diker. Gez, göz, arpacığı iyice nışanladıktan sonra, nefesimi tutarak tetiği çekerdim.
Babam, silahlara sevdalı bir adamdı. Çeyizine tutkun bir köylü kızı gibi,açar açar silahlarına bakardı.Onları yağlayıp sileceği zamanlar beni de çağırırdı.Hangi parçanın nereye konacağını iyi bilirdim, silahları söküp takmada üzerime yoktu.
Onca silah taşımasına karşın, babam,bir kez bile olsun bir canlının canını yakmadı.Silahını mazluma, güçsüze doğrultmadı.
Köydeki Acarlar ailesiyle aramızda elli yıldır süren kan davası vardı.Amcamı öldürmüşlerdi.Elli yılda araya çok Dedeler, aşiretler girmiş fakat barış sağlanamamıştı.Babam, “Düşmanı olan,silah taşımak zorundadır.Ama,zorda kalmadıkça silah kullanmayacaksın!” derdi.Bazen, derelerde , tepelerde omuzumda av tüfeğiyle aylak aylak dolaşmamdan endişelenir, her zamanki öğüdünü yinelerdi:
“Baktın ki, düşman silahıyla üzerine doğru geliyor, seni öldürmeye kararlı, kendini hemen bir taşın arkasına atacaksın.Gelme üstüme, bende de silah var! diyerek uyaracaksın!Baktın ki, dinlemiyor, halâ üzerine geliyor,o zaman sen daha atik davranacaksın, ölmeyeceksin, öldüreceksin!”
Çocukluğumuzdan itibaren hep “bizi tehdit eden düşmanlarımız” psikolojisi ile yetiştirildik.Büyüdüğümüzde, “aile düşmanlarımız”ın yerini “devlet düşmanlarımız” aldı.”Düşman” bildiğimiz birileri hep oldu…
***
Bir gün, kan davasında öldürülen amcamın oğlu,“Böyle, boş şişelere kuru sıkı ateş etmek olmaz, canlıya sıkacaksın! Gözü pek olacaksın, elini korkak alıştırmayacaksın!” dedi. Bizim tavuklardan birinin yakaladı, ayaklarını bağlayarak bir taşın üstüne koydu,
” Haydi, buna ateş et !”dedi.
Bu, “tıss!” diye seslendiğimde kaçmayan,kanatlarını büzerek yere kapanan, kucağıma alarak sevdiğim anaç tavuklarımızdan biriydi.
Ateş etmedim! Ne çocukluğumda, ne sonraki öğrencilik yıllarımda canlılara silah doğrultanları hiç sevmedim…
Tavuğu,taşın üzerinden alarak ayaklarını çözdüm.”Korkma anaç tavuğum,korkma canım, geçti!”dedim, küçük, kırmızı ibiğini öptüm.Tavuk, olan bitenden habersiz kuşkulu gözlerle beni süzüyordu.Kalbi küt küt atıyordu.Tüylerini okşadığımda,canı yanmışçasına korkudan bağırdı!Bıraktığımda,çığlık çığlığa kanat çırparak uzaklaştı.Daha sonraları, “Tıss! Tıss!” diyerek yine yakalayıp sevmeye çalıştığımda bana hiç yaklaşmadı, kaçtı,teslim olmadı…
Akşam eve geldiğimizde, amcamın oğlu, babama “Bir tavuğa bile kurşun sıkamayacak kadar yüreksiz olduğumu” anlattı.Babam, önce ona kızdı:
-Ne istiyorsun suçsuz, günahsız tavuktan!
Sonra, anneme döndü. Benim ne ödlek biri olduğumu zaten önceden bildiğini ima ederek:
-Karı, senin paçandan düşmüş bu oğlandan bize hayır yok.Aklım iyice kesti artık, benim yerimi alamayacak.En en iyisi bunu okullara gönderelim,gitsin,okusun. Bir maaş sahibi olsun.Hiç olmazsa, hapislere düştüğümde maaşıyla beni besler.Onu da aklım pek kesmiyor ya! Gider, bir şehir yosması bulur,oturur keyfine bakar, bizi unutur.Şehir kasabından kemik yalayan it, bir daha köye dönmez…
***
Evet!…Bir de bizim unutmamamız gereken silahşor geçmişimiz vardı.At üstünde doğmuş, kılıcın, kalkanın en iyisini biz kullanırdık.Biz, Orta Asya’dan gelmiş,“Bin atlı akınlarla bir orduyu yenmiş” bir ırkın afatıyız.Atalarımızın eski mezarları kazıldığında, onlarla birlikte toprağa gömülmüş eşyalar arasında en çok silaha rastlanır…
Düğünlerde neden bu kadar silah kullanmaya meraklı olduğumuz anlaşılmıyor mu ?