Tarih yalan söylemez

Ferİdun Fazıl Tülbentçi’nin Kahramanlar geçiyor adlı radyo programı çocukluğumda beni hem heyecanlandırır hem de tedirgin ederdi. Feridun Fazıl Tülbentçi o tok sesiyle bize on dakikanın içinde geçmişteki bir olayı aktarır çıkardı. Mehter marşıyla başlayan program mehter marşıyla son bulurdu. “Kahramanlar geçiyor saatinde Feridun Fazıl Tülbentçi’yi dinlediniz.” Bu değerli kişi daha çok deniz savaşlarını anlatmayı severdi. Anlattıkları tarihe olan ilgimi artırırken tarih karşısındaki kuşkularımı da derinleştirmiştir. Zamanla şunu anladım: biz tarihin ağzından yalnızca işimize gelenleri duymak istiyoruz. Hep böyle yapmaz mıyız, kulağımızı acı sözlere değil de tatlı sözlere vermez miyiz? Pekiyi, sözünü ettiğim programda beni tedirgin eden neydi? İkide bir küffar donanması demeyi zevk edinmiş görünen Feridun Fazıl Tülbentçi’nin bir takım başarısızlıkları başarı gibi göstermekteki ustalığıydı.

Öğrenimimiz boyunca belleğimize doldurulmak istenen tarih bilgileri de Feridun Fazıl Tülbentçi’nin tarih kavrayışından uzak değildi. Tarihin anlamını doğru dürüst kavrayamamış kuşaklar dünyada iğreti dururlar. Tarih dendiği zaman insanların yüzünden alaycı bir rüzgarın geçer gibi olması bundandır. Kör bir ulusçuluk adına belleği yalan yanlış bilgilerle doldurmanın getirdiği kafa karışıklığı bireylerin yaşamında çok büyük sorunlar yaratır ama bunu bir bakışta sezmek zordur. Kötü tarih bilgisi insanın gerçeklikle bağlarını zayıflatır. Tarihçilerimiz bugün de Feridun Fazıl beyin düzeyini aşmış görünmüyorlar. Olaylarda oyalanarak heyecan üretmek gibi bir işin peşine düşen tarihçilerimiz ortaya koydukları dağınık bilgileri sağlam bir temele oturtmayı düşünmezler. Onların tarih felsefesi diye bir şeyden haberli olduklarını sanmıyorum. Tarihçimize örneğin Vico’dan sözettiğinizde alacağınız tepki işin içyüzünü size pek güzel gösterecektir. Bütün bu gözlemlerden ben kendi payıma şu doğruyu elde ettim: tarih yalan söylemez, tarih adına yalan söyleyen biziz.

Her şey bir yana, yakın tarihin gazete sayfaları arasında binlerce ve binlerce bilgi tozlanmaya ve küflenmeye bırakılmışken tarihçilerimiz bu tür kaynaklara yönelmeyi düşünmezler de veri olmayan verilere dayanarak tarih bilimi açısından hiçbir değer taşımayan sözde görüşler üretirler. Vahdettin hain miydi? Enver Paşa ajan mıydı? Abdülhamit korkak mıydı? Bu tür sorunların tarih bilimi açısından ancak ikincil hatta sekizincil bir değeri olabilir. Bu gibi sorunlarla tarihi aydınlatamazsınız. Tarihçi her şeyden önce bir toplumun ve giderek tüm insanlığın geçmişteki yaşam koşullarını bir takım ölçütlere göre açıklayarak bilinçlere aydınlıklar getirmekle yükümlüdür. Bunun için tarihçilerimizin hiç değilse eski yazı öğrenip eski gazete sayfalarındaki bilgileri değerlendirmeye çalışmaları gerekir. Bunun güzel bir örneğini yıllar önce rahmetli arkadaşım Çetin Börekçi, Ahmet Şerif’in Tanin gazetesinde yayımladığı makaleleri bir kitapta toplayarak vermişti. Bu çok önemli kitapla bugün başta tarihçilerimiz olmak üzere kimselerin ilgilendiğini sanmıyorum.

Tarih derken tarihten daha başka bir şeyle ilgiliyiz biz. Oysa tarihin eleştirici gücünden alabildiğine yararlanmak zorundayız. Tarih karşısındaki duygusallıklarımızı bir yana bırakırsak tarihi gerçekten severiz. Aşıkpaşazade tarihi’nden aldığım şu satırlar sizi tedirgin eder mi? “Sultan Murad ki Macar ülkesini gezdi, ondan sonra bildi ki bu Belgrad, Macar ülkesinin kapısıdır, bu sefer istedi ki o kapıyı aça. İslam askerlerini toplayıp geldi. Belgrad’ın üzerine düştü. Hisara cenk eder gibi oldular. Sava suyunu geçtiler. Biline’ye akın saldılar. Gaziler şöyle doyum geldiler ki bir çizmeye bir nefis cariye verirlerdi ki kucaklamaya yarar. Ben dahi orada idim. Yüz akçeye altı yedi yaşında bir iyi oğlan aldım. Ama ata hizmet eder esiri yüz elli akçaya verirlerdi. O seferde akıncılardan bana dahi yedi kul ve cariye düştü. Öyle olmuştu ki asker yürüse esir kalabalığı askerden ziyade idi. Elhasıl şöyle anlatıldı ki İslamlık zuhur edeliden beri gaziler gaza ederlerdi, bunun gibi gaza vaki olmadı dediler. Hatta dediklerinden de daha ziyadedir. Fakir dahi bir gün hünkara gittim. Ben fakire esir verilmesini buyurdu. Buyurduktan sonra ben dedim ki: ‘Devletli sultanım! Bu esiri götürmeye at gerektir ve bu yolda harçlık dahi gerektir.’ Beş bin akça ve iki at verdi. O sefer dokuz baş esir ile Edirne’ye geldim. Dört atım dahi vardı. Edirne’de bu esirleri üçer yüz akçaya verdim. Bazısını ikişer yüz akçaya satıp harçlık edindim ve devletli hünkara dualar ve senalar ettim. Bu gazanın tarihi hicretin 842’sinde Sultan Murad Han Gazi elinden vaki oldu.”

643680cookie-checkTarih yalan söylemez

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.