TÜNELDEN ÖNCE SON ÇIKIŞ DEĞİLDİ!

Başlarken, izninizle, bize ışık tutacak özdeyiş niteliğinde iki hatırlatmayı almayı uygun gördüm. 

“…şeylerin görünüş biçimleri ile özleri dolaysız olarak çakışsaydı bilim tümüyle gereksizleşirdi.” (Karl Marx, Kapital, III. Cilt, Yordam Kitap 2015, s. 804)

Ortaçağ Avrupa’sında Katolik kilise dogmaları bilimsel düşünce önünde tehditkâr bir engel oluşturmuşlardı. Neoklasik iktisadın habis etkisi bundan da beterdir. Düşünsel sürece bir kere girdi mi, sistematik olarak rasyonel düşüncey[i]e yönelir [tahrip eder]. Neoklasik iktisadın zihinsel metodu olayların altındaki ilişkileri ve gerçekleri göstermez.” (John Weeks, The Irreconcilable Inconsistencies of Neoclassical Macroeconomics, Routledge, 2012, s. 2)

Son genel seçime gidilirken topluma hâkim düşünce tünelden önceki son çıkış olduğu idi. Yirmi yıllık iktidarın el değiştirmesiyle ülkeye parlamenter sistemin geleceği, burjuva hukukunun başat kılınacağı, yaşanan tüm yanlış ve haksız uygulamaların düzeltileceği gibi bir düşünce toplumun bir kesiminin hayalini süslüyordu. Ayarlanmış sonuç söz konusu kesimin beklentilerine aykırı çıkınca hayal kırıklığı yaşandı. Ne var ki, her iktidarın baş düşmanı olan enflasyonun olağanüstü yüksek seviyelerde seyretmesine rağmen, fütursuz bir tavırla seçim tarihinin ilan edilmesi, hatta bu tarihin anlamlı şekilde yorumlanmasının kimi iyimser düşünenlere bazı ipuçları vermesi gerekirdi. İlk turda cumhurbaşkanlığı puanının denetimli düzeyini İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminden intikam alma fırsatı yaratılması olarak yorumlamak da pek inandırıcı değildi, zira ilk turda seçimi kazanmanın ikinci turda % 52 oyla kazanmaktan daha gurur okşayıcı olduğu açıktır. Olmuş bir olgu üzerinde yorum yapmak abesle iştigal olduğundan bu konuyu geçelim, fakat geçmeden önce şu noktayı belirtmekte yarar görüyorum: Yarışı inanılmaz haksız ve adaletsiz koşullarda götürüp, sonuç almayı ikinci tura bıraktırma manevraları AKP ve cumhurbaşkanlığı sisteminin köhneleşmiş zihniyetinin çok net kanıtıdır. Böylesi pul pul dökülen bir sistemde kazanıldığı zannedilen Pirus Zaferi hazmedenlere uğurlu olsun! 

Meseleye böylesi dar bakış açısı bizi anlamlı bir yere taşımaz. Weeks’in dediği gibi, klasik yürüyüşün içine hapseder, hatta seçim propagandalarındaki koşullandırmalarla bağlandığımız limandan uzaklaşmamızı dahi engeller. Oysa neoklasik iktisadın beynimizi dondurucu etkisinden bir an olsun kurtulup, oluşagelmiş sistemin görüşümüzü daraltıcı etkisinden sıyrılıp, farklı yaklaşımla kendi düşünce patikamızı kurup gerçeği araştırırsak, oluşumun iç bağlantılarına ancak bu yöntemle olabildiğince ulaşabiliriz. 

Birincisi, Türkiye tümüyle kapitalistleşmiş ve yaşanan derin kriz nedeniyle birbiri ile boğaz boğaza gelmiş bir dünyada kalkınmasını henüz tamamlayamamış çevresel konumlu bir ekonomidir. Bu demektir ki, kalkınmış merkez ekonomilerin sömürücü gözü, tüm diğer kalkınmakta olan çevresel ekonomilerde olduğu kadar, Türkiye’nin de üzerindedir. Batı’nın Türkiye’yi çevreleme harekâtı ekonomi alanında 2000 IMF-Derviş programından, siyaset alanında ise Cumhurbaşkanına uygum görülen(?) Ortadoğu eş-başkanlığı vazifesinden anlaşılmaktadır. Bu kuşatma ne “one minute” sözde çıkışıyla, ne de İsrail ve bazı komşularla girişilen sözde didişmelerle bertaraf edilebilir. Hepsi büyük oyunun birer parçalarıdır. Uzun vadeli emperyalist politikalar, özü perdeleyen ilk sahne tuluatlarıyla, siyasilerin gururunu okşarcasına yedirilmektedir. Ortadoğu batağına sürüklenen ülkemize, kimine göre 5 milyon, kimine göre çok daha fazla göçmen ve/veya sığınmacı ile ülkenin nüfus profili bozulmaya çalışılmıştır. IMF-Derviş programı ise, artık yükselen piyasa (emerging market) konumuna gelmiş olan Türkiye’nin korumasız ve hesapsız şekilde dünya piyasasına açılarak, taşların bağlandığı köpeklerin salındığı uluslararası kapitalist piyasalarda hızla sömürülmesi gerçekleştirilmiştir. IMF’nin dayattığı “Yapısal Uyum Programı” çerçevesinde uygulanan yönetişim politikalarıyla da, yaratılan toplumsal değerlerin devlet üzerinden merkez kapitalistlere aktarımı sağlanmıştır/sağlanmaktadır. 

Günümüz emperyalizminin aracı küreselleşmenin asıl amacı merkeze kaynak sağlamak olduğundan, sürecin kaynak hareketleri üzerinden gerçekçi tanımı merkezileşmedir. Eşit ekonomiler arasında yaşanan sermaye hareketleri Ricardo ticaret kuralına uygundur, fakat farklı ekonomiler arasında yaşanan sermaye hareketleri tasarruf yetersizliğini tamamlayıcılık kuralını yansıtır. Birinci durumda taraflar arasında ticarî kazanç gerçekleşir, ikinci durumda ise çevresel ekonomiler aleyhine sömürü ilişkisi gerçekleşir. Türkiye, AKP’nin sadakatle uyguladığı IMF programı ile üçüncü paylaşım savaşı olarak görülebilen küresellşeme/merkezileşme sürecinde muharebeyi kaybetmiş olarak ağır dış borçlu konumdadır. 450 milyar dolar dolayındaki dış borcun tümü kamu kesimine ait olmamakla beraber, borçların devlet garantisine bağlanmış olması yanında, Varlık Fonu hesabının büyük açığı da Fona bağlanmış ulusal varlıkları tehlike altına sokmuş bulunmaktadır. 

Ekonomik göstergelerinin verdiği kırmızı sinyal radikal politika değişikliğini zorlarken, siyasi aktörlerin değil, salt sahnenin değiştirilmesini zaruri kıldı. Zira anlamsız ve yandaş politikalarla oluşturulan ağır dış borçların, kısacası devlet eliyle vatandaş soygununun perdelenmesi yanında, borç reddinin gündem dışı kalması da ancak var olan siyasi yapı ile olası olabilirdi. Bu ahvalde, seçimin yapılması, fakat var olan siyasi yapının iktidarının korunması olmazsa olmaz koşuldu. Bu durum ülke içindeki AKP kan emiciler yanında, uluslararası muharebeyi kazanmış ekonomik müstevlilerin de vazgeçemedikleri hedef idi. Muhalefetin ve altılı masanın yarım ağız da olsa borç reddi söylemi ise bu projeye ters idi. 

2000 IMF programının hedefi sonucunda oluşan ürkütücü ekonomik göstergeler hükümet kademesinde değişikliği, böylece dil ucuyla da olsa, topluma biraz hak-hukuk rayihalı söylemlerle kemer sıkma politikalarına başlamak gerekiyordu. Siyasilerin ve komutanların söylediklerini tersiyle, yani söyleyemedikleriyle anlamak koşuluyla, bu durumun Cumhuriyet hainlerinin ünlü parantezinin kapanma aşamasında olduğunu işaret ettiği düşünülebilir. Manzara, parantezin kapatılıp, derin özlemi çekilen Osmanlı’nın son döneminden yola çıkış ise, kapitalist-komünist çatışmasının olmadığı günümüz koşullarında önümüzde iki yol var demektir. Var olan siyasi erkin yirmi yıllık icraatı, John Weeks’in söylemini haklı çıkardığı kadar, Marx’ı dışlamanın da ne denli vahim bir hata olduğunun kanıtıdır.

Son seçim tünelden önce son çıkış değil, sürecin sürüklediği tünel yolu idi. Ne var ki, tiyatro oynanıp sonuçlar sahnede gözler önüne serildikten sonra anlamsız laf söyleyen çok bulunur. Bugün John Weeks’i rahmetle anarken, ana-akım müridleri kadar, Osmanlı âşıklarını ve “yetmez, ama evet” aymazlarını da bir kez daha düşüncelerini samimi bir muhakemeye çekmeye davet etmek gerekir. 

2694750cookie-checkTÜNELDEN ÖNCE SON ÇIKIŞ DEĞİLDİ!

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.