Türkiye’nin savunma gereksinimi

Türkiye dünyanın merkezinde, jeopolitik ve coğrafî olarak fevkalade önemli ve stratejik konumlu bir ülkedir. O nedenledir ki, Türkiye’nin savunma gereksinimi önemlidir. Türkiye’nin NATO üyesi olması yanında, Sovyetler’in çözülmesi ülkenin savunma gereksiniminifarklı boyutlara taşımış olmakla beraber, güvenlik Türkiye için önemli bir konudur. İnsansız savaş araçları ve sair savaş donanımlarının ne kadarının gerçek ihtiyaca, ne kadarının parti prestijine yönelik olduğu ne bilgim ne de ilgim alanındadır. Kaldı ki, bu gibi ülkesel yaşamsal konular bir seçim döneminde gündeme dahi gelmemelidir, çünkü dış güvenlikle ilgili politika günlük ve partiler arası siyasetten bağımsızdır.

Bugün buradaki konum Türkiye’nin dış savunması değil, iç savunma meselesidir. Bugün Türkiye tek-adam yönetimi altında, hukuktan ve özgürlükten uzak yönetiliyorsa, bu durum bir iç siyaset konusu olmanın çok ötesinde bir iç savunma meselesidir. Zira halkımıza dayatılan bu zilletisiyasi parti görünümündeki bir örgüte ihale edilmiş dış saldırı olarak görürsek, iç savunma sisteminin çökmüş/çökertilmiş olduğunu anlamamız gerekir. Bir ülke halkları tarafından seçilmiş olup, adeta tapılırcasına sevilen(!) bir siyasi örgüt nasıl olur da ülkenin hukuk sistemini, eğitim sistemini, medya-iletişim sistemini, hatta kutsal inanç alanını hallaç pamuğu gibi atar; bir siyasi örgüt nasıl olur da ülke halkını iflah edilemez şekilde ikiye böler, aralarına kin ve nefret nifakı sokar, silahlı kuvvetleri üzerinde belli belirsiz operasyonlar yapar, silahlı kuvvetlerin en mahrem odasını kamuya faş eder; bir siyasi örgüt nasıl olur da ekonomiyi sanayisizleştirme projesi üzerine kurulu programı sadakatle uygular ve modelin amacı olan yap-işlet-devret ve kamu-özel ortaklığı modeli ile ülke halkını nesiller boyu sürecek ödeme taahhüdü görüntüsünde sömürü altına sokar? Böylesi kütlevi habaseti nasıl olur da ülkeyi yönetmeye aday bir siyasi örgüt binbir gerçek dışı ve birbirini tutmaz ifadelerle halkına yutturur ve bütün bunlara rağmen adeta verilmiş görevlerde eksik kalanların tamamlanabilmesi için hâlâ seçimlere abanır? Bu abanış ne siyasete yakın çevrede oluşturulmuş menfaattar siyasi yandaşların ricasıyla, ne de bölünmüş halkların binbir numara ile ekranlara yansıtılan sahte seçim sonuçlarıyla açıklanabilir. Sürecin arkasındaki manevrayı göremesek de, son seçim sonucu ilginç ipuçları sunar. Son seçim sonucu olarak ekranlara yansıyan % 49,5 harikası(!) ileride derin devlet denetimli seçim ve sonuç bildirme sanatı olarak siyaset bilimi kitaplarında yerini alacaktır. Denetimli oran, acaba seçimi kazanması muhtemel, fakat denetlenemez adaya “görevlerini bundan böyle daha iyi yap” ikazına mı, yoksa topluma temiz siyaset/temiz görevli(!) imajı vermeye mi yöneliktir? Ne de olsa burjuva demokrasisinde her yol mubahtır!

Şimdi biraz geriye gidelim. Yıl 2000, ekonomi derin krizde, imdadımıza IMF geldi. IMF yanlış itfaiye idi. Bizim gibi ekonomilerin temel sorunlarıylaIMF değil, DB ilgilidir. Zaten mesele Türkiye değil,krizdeki küresel kapitalizme yeni piyasalar yaratmak idi. Cebine bir miktar para koyularak, Türkiye’nin bu işe soyundurulması uygun bir proje idi. IMF’nin projesi tam da bu idi; ekonomiyi açmak, ülke varlıklarını sattırmak, uluslararası sermaye ile ülkede devlet garantili alt-yapı yatırımları yaptırarak, nesilleri borçlandırıp, ülke halkının çalışıp-çabalayarak, hatta yoksullaşma pahasına kazandıklarını merkeze çekmek projenin örtülü amaçları idi.

Bu projeye bir de çavuş gerekiyordu. Şimdi de 73 yıl geriye, 1950’lere gidelim. 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanmış olan Demokrat Parti elemanları da, aynen bugün AKP’nin yaratılması gibi, ülkenin kurucu partisi CHP’den adeta cenin ameliyatı gibi ana dokudan çıkarılıp, yapay doku olarak oluşturulup ülkenin başına getirilmiştir. Bu kadronun yönettiği ekonomi öylesine sömürüldü ki, sekiz yıl sonra ülke iflasa sürüklendi, moratoryum ilan edildi. Kurtuluş savaşından yeni çıkmış, savaş dönemimi kıtlıkla atlatmış bir ekonomi sömürüye ancak 8 yıl dayanabildi. Aradan seksen yıl geçmiş, az-çok bir yerlere gelmiş olan ekonomi de yeni cenin çavuşluğu altında dış sömürüye ancak yirmi yıl dayanabildi. İşte, 73 yıl ara ile 14 Mayıslar arasındaki yakın benzerlik budur.

Küresel sömürüde mesele, salt ülkeyi görevli bir siyasi örgüte teslim etmekle bitmezdi. Böyle bir proje iki yan desteğe daha ihtiyaç duydu. Bunlardan biri halk ile siyasi örgüt arasında güçlü bir bağ oluşturmak, ikincisi ise oluşumun genel halk katmanlarında anlaşılmaması için sosyal narkoz uygulamasıdır. Birincinin ilacı Türk-İslâm sentezi olarak bilinen milliyetçilik ve dincilik, ikincinin ilacı ise tek-adam rejimi, hukukun araçsallaştırılarak işlevsizleştirilmesi, medyanın mutlak denetim altına alınması ve eğitimin çökertilmesidir. Böylece, narkoz altında denetimli olarak bir ulus çalıştırılıp, soyulacaktı. Ancak, her iki alanda da sorunlar vardı. Gerçek İslâm kapitalizmle bağdaşmadığından, içi boşaltılıp, ılımlaştırılması gerekiyordu. Yapıldı da: “ılımlı İslâm” budur. Emir şudur: dinin pratiğini göstermelik olarak yapın, fakat felsefesini unutun! Aynı durum milliyetçilik konusunda da söz konusu idi. Milliyetçiliğin de içi boşaltılıp, “tabela milliyetçiliği” yapılmalıydı. Ülke varlıkları satılırken, ülkenin askeri tesisleri işgal edilirken, fabrikaları satılırken milliyetçi olunacaktı. O da başarıldı. Böylece, ılımlı İslam ve tabela milliyetçiliği ile siyasi partinin görev yapması kolaylaştı.

Parlamenter sistemin neredeyse lağvı, ülke yönetimini tek-adam sistemine bırakılması, adalet mekanizmasının araçsallaştırılarak sorumsuzca siyasetçinin emrine alınması, eğitimin imam hatipleştirilerek beyinleri dumura uğratılan gençleri üniversitede felsefeden yoksun teknik eleman düzeyinde topluma salınması, koca bir ülkenin düşünce-felsefe dünyasının karartılarak, “kurşun asker” misali emekçi olarak oluşturulması demektir.

Görüşümüzü biraz genişletirsek görürüz ki, kapitalizmin üçüncü krizi ertesinde, geçmişte olduğu gibi, ne büyük savaşlar oldu ne de ekonomileri ayağa kaldıracak teoriler geliştirildi. Fakat işler bir şekilde yürü(tülü)yor. Şöyle ki, artık savaşlar toprak ya da insan için değil, zenginlik için yapılmaktadır. Savaşın ekonomik süreç görüntüsündeki aracı olan küreselleşme sözcüğü sermayenin hareketi üzerinden kurulmuştur. Oysa küreselleşmeden amaç,üretimin çevrenin ucuz maliyet koşullarında üretim yaparak, yaratılan yüksek değerleri merkeze aktarmaktır.Küreselleşme görüntü ve söylemi altında yürütülen küresel mücadele, özü itibariyle merkez ekonomilerin çevre ekonomilere karşı giriştiği üçüncü paylaşım savaşıdır. Çevresel ekonomilerin kahramanlık ya da kalkınma söylemini dillerinden düşürmeyen siyasi ajanları marifetiyle bu savaşa girmelerinin kaçınılmaz sonucu olarak ödedikleri borcun gerçek tanımı savaş tazminatıdır.

Ülkelerin dış güvenliği sorunun görünen yanıdır. Ülkelerin asıl beka sorunu iç güvenlik meselesi ile yakından ilintilidir. Bu bağlamda, gerçek özgürlük, ekonomik demokrasi, ülke kaynaklarının istihracı ve kullanımında gerçek halk iradesinin tecellisi iç güvenlik meselesidir. Bu sorunu ne insansız savaş araçları ya da somut harp teçhizatı çözer, bu sorunun çözüm alanı, şu anda maalesef çok uzağında olduğumuz ekonomik sistem ve ekonomik demokrasidir.

 

2690040cookie-checkTürkiye’nin savunma gereksinimi

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.