Ucu açık ya da kapalı

AB yolculuğu 1957 yılında Belçika, Fransa, Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda’nın aralarında “Roma Anlaşmasını” imzalamasıyla başladı. Böylece Avrupa Ekonomik Topluluğu doğdu. Aslında AET’den önce 1950 yılında Schuman Bildirisinin ardından 1951 yılında Paris’te imzalanan Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg’la Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu anlaşması imzalanmış ve 1952 yılında da bu anlaşma yürürlüğe girmişti. AB’nin köklerini bu anlaşmada aramak daha doğru olacaktır.


Avrupa’nın tek bir güç olma isteği yirminci yüzyılın ilk yarısında Avrupa kıtasını derinden sarsan, bir anlamda darmadağın eden İkinci Dünya Savaşı’nın etkilerinde aramak gerekiyor. Bölünen Avrupa bütünleşmek ve güçlenmek adına bir girişim başlatınca işe Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu kurmakla başladı. Ardından Avrupa Ekonomik Topluluğu, Avrupa Topluluğu derken Avrupa Birliği geldi.


İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında savaşın mağlup ve galiplerini eşitlenmek, birbirine düşman ülkelerden oluşan kıtayı barıştırmak adına altı ülke (Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg) kurumsal bir yapı ve çatı altında toplanıp hem barışı güvence altına almayı hem de ekonomik kalkınmayı hedeflediler.


Zamanla bu oluşum yapı ve anlam bakımından değişiklikler gösterdi. Örneğin Sovyetler Birliğinin dağılması ve Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte yeni bir siyasi yapılanmaya gerek duyuldu. Bir yandan yeni ortak politikalar geliştirilirken, bir yandan da parasal birlik, Avrupa yurttaşlığı, ortak savunma, iç güvenlik önlemleri ve diplomatik işbirlikleri konusunda adımlar atıldı. Tüm bu adımlar atılırken üye devletler bir yandan kimliklerini korumaya özen gösterip, bir yandan ortak karar alma ve uygulama konusunda demokratik ve etkili bir örgüt olma çaba ve zorunluluğunu birbirlerine hissettirdiler. Gerçi ulusal ve ortak çıkarların dengelenmesi için zaman zaman zorluklar yaşandı ama, Avrupa Birliğinin söyleminden ulusal geleneklerin farklılığına saygılı olunacağı, farklı kimliklerin güçlendirileceği gibi vurgular hiç eksik olmadı.


Gelelim Türkiye’nin Avrupa’nın “Büyük Avrupa” hayaliyle bir çatı altında birleşme çabası sırasında attığı adımlara. Şöyle bir tarih bilginizi ve hafızalarınızı yoklarsanız ne kadar çok şey hatırlayacağınıza sizde şaşarsınız. Türkiye AET’ye 14 Nisan 1987’de üyelik başvurusunda bulundu. Bu tarih Türkiye’nin tam üyelik müracaatının tarihidir. Yoksa Türkiye’nin Avrupa Birliği’yle ilişkilerinin başlangıcı çok daha öncelere, ta 1959’a denk geliyor. Türkiye o yılın 31 temmuzunda topluluğa ortaklık başvurusu yapmıştır.


Türkiye ve Avrupa Birliği arasındaki önemli tarihlerden biri de 1 Ocak 1996’dır. Bu tarihte Türkiye AB ile ilişkilerinde 22 yıl süren geçiş dönemini tamamladı ve Gümrük Birliğine girdi. Bu da, dönemin iktidarı tarafından büyük bir başarı olarak algılanmış ve Türk halkına böyle aktarılmıştır.


Türkiye’nin AB’ye aday ülke ilan edilmesi 11-12 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nde gerçekleşti. O gün bugündür Türkiye Avrupa ile her masaya oturuşunda biraz daha beli bükülmüş ve zorlanarak kalkıyor.


Türkiye’nin üyelik başvurusundan sonra birliğe başvuran birçok ülke üye oldu. AB son olarak geçen yıl Kıbrıs, Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Malta, Polonya, Slovakya, Çek Cumhuriyeti ve Slovenya’yı bünyesine kattı üye sayısını 25’e yükseltti. Bu AB tarihinde en büyük genişleme hamlesi olarak kabul ediliyor. Daha önceleri 1973’de Danimarka, İrlanda, İngiltere, 1981’de Yunanistan, 1986’da Portekiz, İspanya, 1995’de Avusturya, Finlandiya ve İsveç AB’ne üye olmuştu.


Eğri oturup doğru konuşmamız gerekirse Türkiye’de sütten çıkmış ak kaşık değil. 1993 yılında Kopenhag Zirvesi’nde kabul edilen “tam demokrasi”, “Avrupa rekabetine dayanıklılık” ve “AB mevzuatına uyum” gibi kriterler konusunda pek de sağlam bir alt yapısı ve geçmişi olduğunu kimse söyleyemez.


1980 yılında yaşanan askeri darbe sırasında Avrupa Birliği’yle ilişkilerimiz askıya alınırken 1981 yılında Yunanistan birliğe üye oldu. Türkiye’nin 1987 yılındaki üyelik başvurusu da insan hakları sicilinin kötü olması nedeniyle reddedilmişti. 1999 yılında adaylığı kabul edilen Türkiye, Kopenhag Kriterleri’ni yerine getiremediği için bir türlü müzakerelere başlayamamıştı. Şimdi gün sayıyor. 3 Ekim’de müzakereler başlayacak ama, Türkiye’nin kötü sicili yüzünden müzakerelerin ucu açık bırakıldı. Yani insan hakları ve demokrasi alanında atılacak en ufak bir geri adım müzakerelerin askıya alınmasına neden olabilir.


Belki de bu yüzden AB dayattıkça dayatmaya devam ediyor. İfade özgürlüğü verin dediler, verdik… İdam cezasını kaldırın dediler, hemen anayasal değişikliğe gittik. Orduyu siyasetin dışında tutun, Kürtlere daha fazla haklar verin, Yunanistan’la sorununuzu çözün, Kıbrıs sorununu halledin vs. vs.


Türkiye’nin taşımacılık sektöründen tarıma, balıkçılığından, AB standartlarının oldukça gerisindeki hayvancılığına, sağlıktan vergi sistemine kadar o kadar çok eksiği var ki… Müzakereler başlasa bile bu sorunları gidermek öyle birkaç yılda olacak şey değil. Zaten müzakerelerin 2014 yılına kadar süreceği söyleniyor. Hani bazılarının “müzakereler 5 yılda biter” sözleri palavra.


Ama bunun yanında bir başka gerçek var ki, o hep göz ardı ediliyor. Avrupa ülkelerinin hiç birinde kırıksız karne yok. Yani biri hayvancılık kanunları ve uygulamaları hakkında 10 alırken diğerinin notu 6 olabiliyor.  Piyasa rekabeti kuralları her anlayışa göre değişiyor. İnsan hakları vs. gibi hassas konularda da duruma göre değişen notlar var. Aslında orada kullanılan sistem not ortalaması. Zaten amaçlanan da bu. Entegrasyonun gerçekleşmesiyle daha iyi olan sistemin AB’nin diğer yerlerine de yayılması. Ama iş Türkiye’ye geldiğinde karnedeki bütün notların yıldızlı pekiyi olması isteniyor.


Haber ajansı Reuters’in 17-19 Mayıs 2005 tarihleri arasında 38 Avrupalı iktisatçı arasında yaptığı ankette, Türkiye’nin müzakerelerinin başlayacağı ama asıl üyeliğinin 2015’ten önce olamayacağı sonucu çıkmıştı. Yani sadece Avrupalı politikacılara değil, iktisatçılara göre de Ankara’nın ekonomik kriterleri yerine getirmesi yıllar sürecek zorlu bir çalışma.


Zaten getirilse de “gözünün üzerinde kaşın var” gibi hiç de uluslararası hukuka ya da saygın devlet anlayışına uymayan bir davranışı kabul etmek zorunda bırakılıyoruz. Verilen yazılı ve sözlü teminatların yok görüldüğü, Avrupalı olmaya yakışmayacak ve ahlak kriterlerini zorlayacak bir zihniyetle karşı karşıyız.


Bunu ister Türkiye daha çok taviz verecek diye yorumlayın, ister bu işin sonunun gelmeyeceğine inanın, değişmeyen bir gerçek var ki, o da dünyanın hızla değişiyor olması. Bugünden 10 yıl sonrasını görmek oldukça zor. Gelecek için tek bir strateji belirlemek yetmez. Alternatifli düşünmek zorundayız. Hele de Avrupa topluluğunun yapısının eskisi kadar sağlam olmadığını gördüğümüz şu günlerde.


 


* Yazarın diğer çalışmaları için www.birsenaltiner.com

668110cookie-checkUcu açık ya da kapalı

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.