Yedi mum


“nereye gitsem yanımda götürüyorum çilelerimi
valizimde taşıyorum keşkelerimi bilelerimi
havalanmıyor,oyalanmıyor ruhum ne çare
üstüne hasretle dolduruyorum filelerimi


neresinden başlasam eskisi gibi kolay olmuyor
kelimelere itimadım kalmadı işim çok zor
iri yarı,kötü kalpli,boyalı geçkin kadınlar gibi
dil,çöplerini naylon torbalarında saklıyor


tebdil-i mekanda ferahlık yokmuş aslında
acının yüzölçümü yeryüzünden çokmuş aslında”


Tebdili mekanda ferahlık vardır mantığından hareketle, ne zaman kaçmak istesem yolara düştüm. Beni memleketimden millerce öteye, bambaşka bir coğrafyaya, bambaşka bir iklime gönderen nedenler ne olursa olsun, insanın kendinden kaçamayacağını bilerek. Ama molalar her zaman iyi gelir. Uzaklaşmak, manzarayı daha iyi görmene yarar. Bütünü görebilmenin yolu temaşa etmektir.


Beni beş yıl önce bağrına basan ülkeye, uzun süre yaşadığım topraklara dönme isteği ile havaalanına geldiğimde içim bomboş gibiydi. Yine güneşli bir Londra günüydü beni Notting Hill’e, Portobello markete sürükleyen. Şirin Portekiz evleri olan sokaklarda, ikinci el eşyaların satıldığı bit pazarında saatlerce dolaştım. Arap tavukçu yerindeydi, eskici dükkanları, turistler, sokak göstericileri, nihayet dünyanın tüm kahvelerini yapan mis kokulu kahvecim…Hiçbir şeyi değiştirmeyip, modernize etmemiş olduklarına sevinerek aldım kahvemi. Oturacak yer bulamadığım için yolda içe içe yürürken yeni açılmış bir Starbucks’a çalım atarak geçtim önünden. Daha önce hiç geçmediğim sokaklara saptım, yolumu kaybedip metro istasyonunu birine sormam gerekecek kadar yürüdüm. Bacaklarım zihnimi boşaltmama yardım etmek istercesine güç verdi adımlarıma. Tüm geçmişim, anılarım rahatsız etmeden, neredeyse hiçbir duygu uyandırmadan canlandı bir bir. Her yer bıraktığım gibiydi. Ben nasıldım peki? Ne değişmişti bende, hayatım ve alışkanlıklarım dışındaki değişimler dışında?…


Londra’daki ilk günümde eskiden yaşadığım sokak olan Upper Street’e Angel istasyonuna gitmeyi erteledim.herkesin kahvaltıyı dışarıda ettiği bir Pazar sabahı, eskiden benim olan evimin yolunu tuttum. Telefonda “beklerim mutlaka” diyen ses, on yaşındayken dadılığını yaptığım çocuğun sesi değildi artık. Ona sarılmak için eğilmem gerekmediğini, boyumu geçmiş boyunu görünce anladım. O artık bir delikanlıydı. Kibar ve utangaç bir delikanlı. “Buralardayken beni mutlaka bir daha ara, bir şeyler içeriz” demesi fazlaca olgun geldi, tuhaf hissettim. Çalıştığım cafe tamamen değiştirilmişti. Çalışanlar da farklı kişilerdi. İçeri adım atamadım. Gözlerim savaş gazisi İrlandalı “Moruk”u aradı. (herkes ona öyle seslenirdi ve o da kabullenmişti bunu) Sokakta görünmüyorsa ölmüş olabileceğine kanaat getirip ruhuna selam gönderdim. Bana olur olmaz zamanlarda kehanetlerde bulunan sesi kulaklarımda çınladı. “Ülkene dönme vakti geldi, iyi kız” demişti dönme kararımı hiç bilmeden. Onun hiç okumadığına emin olduğum  halde Einstain’i , Jung’u ve Kuantum teorisini bildiğini biliyordum. Hiç öğretilmediği halde tüm doğu dinlerine aşina olduğunu da…


Birkaç arkadaşla randevulaştım. Onlarla yemek yedim. South Bank’ta performans izlemeyi kabul ettim. Felsefe sohbetlerini dinlemedim. Türkiye’den ve politikadan konu açıldıkça, soru sorduklarında, bu konuları başka bir dilden konuşmayı hiç istemediğimi söyleyip aslında kabalık olduğunu bile bile kibarca(!)  konudan uzaklaştırdım. İngiliz bir arkadaşım yeni tanıştırdığı bir arkadaşına beni tanıtırken, bunun  benim normal halim olmadığını, yorgun ya da şokta olabileceğimi söyledi gülerek. “Bu kız sana bahsettiğimden daha çılgın ve hareketlidir, delinin tekidir, çok eğlenceli ve komiktir” dediğinde yüzüne öyle bir bakmışım ki, kendi bile beni tanımamış olabileceğine inandı sanırım.  Değişim mi, farklı yüzlerimiz olduğunu bilmemek mi? Kimseyi tanımlamamam gerektiğine bir defa daha inandım. Tüm sıfatlar kısıtlar…


Takip eden zamanlarda, günlerce eşofmanlarımı üzerimden çıkarmadan uzanıp kitap okudum. Sabahları erken uyanıp kahvaltımı ederken kafamın içindeki ses ve görüntüleri beynimi yormadan yorumladım. İnsanlar etrafınızda sırf sizi memnun etmek için çabalarken teşekkür etmenin ne kadar zor olduğunu anladım. Bir barda sıcak çikolata içmeyi, en sevdiğim Portekiz restoranına götürülmeyi ve sonra da bir romantik komedi izleme teklifini kabul edip, saçlarımı özenle toplamaya, giyinip süslenerek sokağa adım atmaya karar verdim. “ps: i love you”  filminde döktüğüm iki damladan sonra, chill out ortamına uyum sağlayarak müziklerin ruhumda kıpırdanışını izlemeye başladığımda, bir el tam karşımda yedi adet mum yaktı ve ben alevleri seyrederken şimdi yazacaklarımı hissettim…Ne kadarı anlaşılacak bilemiyorum ama deneyeceğim…


Benim için çok özel olduğunu düşündüğüm biri, uzun zaman önce, “madalyonun öbür yüzünü hiç göremiyorsun” demişti. İşte o yedi mum karşımda yanarken birden aklıma bu cümle geldi ve bende olduğuna hiç inanmadığım bir özelliğimi gördüğüne kanaat getirdim. Her şeyi tüm yönleri ile düşünebilme özelliğim olduğuna inanırdım. Ama bu yaşıma kadar nasıl yaşadığımı ancak şöyle tarif edebilirim sanırım. Düşünün ki avuçlarımda bir madalyon var. Ve ben onu her çevirişimde gözlerimi bir yumuyorum bir açıyorum. Tik…tak..tik..tak..her tik’te gözlerimi açıp madalyonun bir yüzüne bakıyorum, her tak’ta gözlerimi yummuş oluyorum. Bunu öyle güzel ve özenle yapıyorum ki, madalyonun sadece bir yüzünü görebiliyorum. İçimdeki bir ses ya da dışardan biri bana öbür yüzü hatırlatsa, gözlerimle göremediğim için bir şey değişmiyor hayatımda. Tıpkı ancak gözlemci olduğunuzda her şeyi konumlandırmamız gibi, verili bilginin yaşam düzeyinde bir değişiklik yaratmaması gibi. Biri kuvvetli bir aracı olup gözlerini artık yumamayacağın bir ortam yaratırsa, yüzleşiyorsun. Buna hazır değilsen de o ana kadar kurduğun tüm sistem, tüm düzenler allak bullak oluyor…


Şimdi avuçlarımda bir madalyon sakin ve umarsızca bakıyorum…


….


Birbirimizi anlamamızı sağlayan şey, sesler ve sözcükler değil biliyorum. O yüzden bu yazıyı yazarken çoğula aktarım olabilecek bir köşe yazısı olarak yazamıyorum.
Okuyucu kendi tik taklarının arasında zaman ve hareketinin yönünün değiştiğine tanık olduğunda beni hatırlasın diye yazıyorum…


Mum belki dibini aydınlatmıyor ama görmeye ihtiyacımız olan ışığı sağlıyor.


 

706220cookie-checkYedi mum

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.