İyi bir hikâye eğer abur cuburla dolarsa…

¨Ermeni patırtısı¨ denilen şeylerin vakanüvisliğine kalkışıp roman yazmak üzerine bir eleştiri

Serdar Müteferrika Serhatlı
Şubat 2012

Bir hikâye basit ve yalın olduğu ölçüde, yazarı tarafından işlenmesi de zorlaşır. Tersine bir etkidir bu, yazı sanatıyla uğraşanların gayet iyi bildiği bir gerçekliktir… Süratli araba kullanan şoförün hataları, elbette ölümcül bir kazayla sonlanmazsa, sürüş sırasında araçta bulunan tarafından nasıl algılanamaz ise, zira her şey çok hızlı akıp gitmekte olur, işte tam tersine acemi şoförün yavaş sürdüğü araçta bütün direksiyon ustalığı veya yoksunluğu ortaya çıkar. Roman ve hikâye sanatında da böyle olduğunu düşünüyorum. Abur cubur her şeyi birbiri ardına sıralamakla anlatımı sadeleştirmekten uzaklaşmak yazara eksikleri ardına saklanma payı verir. Oysa basit anlatımlar kendi yalınlıkları içinde zordur, onu başarabilen gerçek hikâye anlatıcısıdır.
Sait Faik‘in, alın mesela, Haritada Bir Nokta adlı hikâyesini, alın Dülger Balığı’nın Ölümü adlı anlatısını; o kadar basittir ki, ¨E, ne olacak, ben de yazarım aynısını¨ dedirtir okuyana, ama gelgelelim en ustasına taş döktürür böylesi. Denemesi kolay, yazınız yalın bir hikâye!
İyi bir hikâyenin bir roman anlatısı içinde berbat edilmesine de dayanamıyorum. Kitaba el attığım ve daha birkaç satır, hatta ilk sayfasının ardından hikâyenin çarpıcı oluşuna seviniyor, ancak yazarın oradan buradan taşıdığı uzantılı anlatılar yüzünden asıl hikâye berbat olunca, içim eziliyor. Bu eleştiriyi sıkça yapanların başındayım sanırım ve yine, bu kez, Tufan Gündüz‘ün ¨Nisan’ın 2 Günü¨ adlı orta hacimli ve desen taramalı resim canlandırmalarıyla bezenmiş (!) kitabı için tekrarlıyorum.
Daha ziyade tarihî yapıtlara ve çalışmalara yer veren Yeditepe Yayınları’nın görebildiğimiz kadarıyla edebiyat-roman alanında ilk yayımı sayılacak bu romanın yazarı için kitapta tanıtım yazısına rast gelememek, günümüz koşullarında ¨googling¨ araması yapmaya meraklısını iteliyor.
Aynı yayınevinin tarihî yapıtlar bölümünde dört ayrı çalışması daha kitaplaşmış olarak görünen Bay Tufan Gündüz’ün, Gazi Üniversitesi’nde tarih profesörü olduğu bilgisine erişiyoruz; eğer, aynı Tufan Gündüz’den söz ediyorsak.
Böyle düşünmemizi kuvvetlendiren şey, Nisan’ın 2 Günü adlı kitabın tarihî roman çatısına benzer yapı içermesidir.
Çanakkale Harbi’nin hemen öncesinde İstanbul sokaklarında karanlık bir cinayete tanık olarak romana başlarız; romanın bu cinayete dair gelişeceğini beklerken, yazarın kalemi başka bir yere kayar ve bu cinayet birden önemsizleşir.
İstanbul’daki bir Fransız okulunda okuyan Ermeni kızı Hasmik ile Mektebî Sultanî-Galatasaray Lisesi’nden okulu kırıp kaçan liseli Levent’in aşkına geliriz; tamam, şimdi bir aşk hikâyesi yaşanacaktır…
Sonra yazar birden bire âni tornistan yapıp, okurunu İttihat ve Terakki’nin ünlü üç paşasından biri olan Dâhiliye Nâzırı Talat Paşa’nın makamına götürür; orada, Osmanlı İmparatorluğu’nda alev almış Ermeni olaylarıyla ilgili sıkıntılı sahneye tanık oluruz, demek ki siyaseten bir roman izleyeceğiz diye seviniriz.
Yazar kalemini hızla bir başka sahneye, Hasmik’in babası olan Kevork Demirciyan’ın konuşmalarına çevirir; şimdi Ermeni çeteleriyle bağlantılı bir yasadışılığı izleriz, ancak bunlarda bir kurgusal heyecan ve entrika da bulunmamaktadır. Zira hep bildiğimiz Ermeni kalkışmasının varlığına işaret eden kısa tanımlamalar, satırlarda dolaşır.
Yazarımız, sonra okuruyla hemen Çanakkale Harbi’nin başlangıç günlerine gider. 1915 yılının Şubat ayında İngiliz donanması tarafından hedeflenmiş çıkartma öncesi hatt-ı bâla (sırtlar hattı) doğrultusunda gelişi güzel bombalanan Osmanlı tabyalarından birindeyiz, şimdi… Levent burada yedek subaydır, ihtiyat zabiti… Karabet adlı bir sağlık eri vardır, yanında; Hasmik’in erkek kardeşidir, ama okura hissettirilmesi dışında, Levent ayrı kaldığı sevgilisinin kardeşiyle aynı kaderi paylaştığını da bilmez…
Bu arada, Kevork, kızıyla annesi Gayane Hanımı Sofya’ya kaçırtır, olası tutuklamalar karşısında ortalıkta bulunmasınlar diye ve kendisi iki Ermeni militanı olan öteki oğluyla İstanbul’da olacaktır…
Anlaşılan şudur ki Karabet, bir Osmanlı askeridir ve vatanına hizmet için cephededir. Bu yüzden babası onu evlatlıktan dahi red etmiştir.
Bu fantazyanın yalınlıktan uzaklaşması anlatımı çıkmaza sokmaktadır, açıkçası… Mektupsuz roman olmayacağından Tufan Gündüz bazı bazı mektuplara da yer verir, ancak gereksiz yere uzayan mektuplar romandaki kurguya bir şey katmaz.
Bu gergefe geçmiş olayların birbirine bağlanacağını da tahmin ederiz, ancak bu işleme tarzı romanın okura bırakacağı okuma hazzını ortadan kaldırmakta gecikmez. Aslında basit ve yalın bir aşk hikâyesi olarak kalsaydı, her şey Hasmik ile Levent arasında ulaşılamaz bir eleme dönüşseydi romanın düzeyi yükselecekti; ama bu hâliyle ne aşk, aşk olarak bize satır aralarında seslenecektir, ne de yazarın siyaseten anlatmaya çalıştığı dönem yeterince anlaşılacaktır.
Kaldı ki baştaki cinayeti ciddiyetle önemseyip işleyen yazarın buna gösterdiği özen de arada hebâ olur.
Bu saptamayı yaparken, gözden kaçmayacak bir ustalığa da hakkını vermek gerekir: Yazar, bölümler arasında söz birliğini kurmak için lafı bağlamasını gayet ustaca gerçekleştirmekte, böylece okuru, farklı mekân ve zaman diliminde dolaştırırken, daha ilk cümlesinde yabancılık duymayacağı bir yere taşıyarak bu işini yapmaktadır.
Yeditepe Yayınevi’nin özenli baskısı yayıncının titizliğini gösterdiği kadar, yazarın dil ve anlatımda dikkat kesilmesi ve sözcükleri yerli yerinde, cümleleri gerektiğince ve kısa olarak kullanması, Tufan Gündüz’ün aslında bir yazı ustası olduğunun da kanıtı sayılmalıdır.
Ne ki kitapta yer alan illüstrasyon-resimleme sahneleri, bu özenleri birden sıfıra indirmektedir. Sanatçı Sayın İlhamî Atmaca tarafından yapılmış canlandırmalar, resimlemeler Nisan’ın 2 Günü adlı dramatik çalışmayı hafifletmekten, yer yer gülünç duruma sokmaktan başka bir şeye yaramamış görünüyor.
Ya sayın ressam, romanı okumadan bütün bunları çizmiştir, yahut elinden gelen zaten epi topu bu kadardır. Kaldırım üstünde karakalem portre çizen ressamlardan derlenmiş gibi bir izlenim bırakan bu canlandırmaların kitabın değerini azalttığını düşünüyorum.
Temiz ve akıcı bir anlatımla, fakat bu karmaşa içinde okunan romanda en güzel ¨replikler¨, Ege ağzıyla konuşan Yürüklerden asker Bahri’nin Karabet’le yaptığı hicivli konuşmalardır. Değerli yazarımız Tufan Gündüz, belli ki bu şiveye ve ağza kendi günlük yaşamında bir hakimiyet kurmuştur, zira kolayca taklit edilemeyecek konuşmaları Bahri’nin ağzından duyarız.
Bu aktarımlarında gayet ustaca davrandığını da görüyoruz Tufan Gündüz’ün; ne aşırıya kaçıyor ne de sululaştırıyor metnin bu kısmını…
¨-Avşar Emmi kaç savaşa girigodun?
-Ne bileyim, bir sürü.
-Vuruldun mu hiç?
-Postuma mı göz diktin ülen!
-Ya senin postundan ne olcek, parı etmez. Kaç yeri deldirdin onu de bakem? ¨
tarzı karşılıklı konuşmalarda, Hacivat-Karagöz repliklerine göz kırpılmakta, hatta birçok yerde Orta Oyunumuz geleneği romana taşınmaktadır.
Hasılı, hiç gündemden düşmeyen ve bugün olduğu gibi öyle görünüyor ki gelecekte de çokça konuşulacak olan Osmanlı- Ermeni sorunu üzerine merak kesilmiş, ¨orta seviyede okura¨ yönelik bir vakanüvis – olayları sıralayan tarihçi- hevesiyle bir Ermeni Patırtısı romanı nakledilmektedir…

Nisanın 2 Günü, Tarihî Roman,
Tufan GÜNDÜZ,
Yeditepe Yayınları, İstanbul, 2011,
1.Baskı, 208 sayfa
www.yeditepeyayinevi.com

_____________________

* [email protected]

717890cookie-checkİyi bir hikâye eğer abur cuburla dolarsa…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.