İyileşme(nin) Felsefesi…

açgözlülüğümüzün rotasında doğayı, nesli, ekini helak etmek ve sömürmek için gelmişiz sanki. İçimizdeki yaratıcılık ve sevgiyi hissedemez hale gelip, başkalarının hazzını ve yaratıcılığını çalmaya çalışıyoruz. Huzursuzluğumuzun çapı ne olursa olsun bir türlü doyum bulamıyoruz. Kendi ellerimizle inşa ettiğimiz, rekabetçi , mutsuz dünya içimizin tatminine engel olmakta.


İnsana ve insanlığa, iyiliğe, ihsana dayanışmaya, sevmeye, dudak bükerek vericiliği ‘enayilik’ idealizm ve ilkeliliği ‘hayalcilik’, karamsarlık ve kötümserliği ‘gerçekçilik’, girişimcilik ve yaratıcılığı ‘çılgınlık’ büyük düşleri ‘delilik’, cesareti ‘aptallık’, çalışma ve hizmeti ‘boş işler’ haksızlığa baş kaldırmayı ‘asilik’ adaleti savunanları ise ‘hain’ olarak adlandırdık. Çıkar düzenine taş koyanı ‘tehlikeli ve ayırımcı’ ilan ettik. İnsanca davrandığımızda, küçük değerleri tehdit eder olduk. Mutsuz çoğunluğun ihtiyaçlarına değil, mutlu azınlığın çıkarlarına duyarlı olduk. Derinliklerimizdeki mutluluk düğmesine basarak, milyonlara insanlığını hatırlatamaz olduk.


İnsanlara değerli ve yeterli olduklarını hatırlatıp, özgüvenlerini kazanmalarına yardımcı olamadık. Onlara kendi rüyalarının peşinden koşma tutkusu ve azmini algılayamadık. ‘Para, makam, hırs ve güç tanrıları’ nın hakim olduğu günümüz toplumunda sıkıntı, yalnızlık, depresyon ve korku kaçınılmaz oldu. Güç kazandıkça, paramız arttıkça, makamlarımız yükseldikçe bedelini değerlerimize karşı körelmekte, etrafımızdaki tüm kalabalıklığa rağmen yalnızlık ve değersizlik duygusunu yaşamakla ve türlü korkular içerisinde kıvranmakla ödedik. Bunun anlamı da ‘sağlıksızlık’ demekti.


Sağlığımız, yalnızlık ve sevgisizlikten çok zarar gördü. Fiziksel olarak sağlığı yerinde olanlar nice mutsuz yaşamlar sürüyor. Sağlığımıza zarar veren nedenleri düzeltmek için yeterince özgüvene, öz değere ve geniş bakış açısına sahip değiliz, sağlığımız için umutsuzca çareler arıyoruz. Kaybettiğimizi yeniden kazanmak için emek harcamazsak, bu tembellik bilgi ve bilinç eksikliğinden birileri kazançlı çıkmaya devam edecek ve para tanrılarına teslim olacağız. İyileşmek için bizi tüketen işlerde emek ve bağımlı yaşam biçimimizle zaman tüketeceğiz ve daha çok hasta olacağız. Oysa mutluluk ve sağlık çok kolay elde edilebilir olgulardır. Yaşamı iyileştirenler yerine, insanların zaaflarını, cehaletini, tembelliğini büyük kar elde etmek için bir fırsat olarak görmezsek tabi. Mutlu olmak problemsiz bir hayat demek değildir.


Örnek olarak “artık tıbbın yapabileceği hiçbir şey kalmadığı” söylenerek ölmesi için evine gönderilen hastanın birkaç ay sonra tümöründen eser kalmadığı şeklindeki en az onlarca öyküyü dinlemişsinizdir. Buna spontane (kendiliğinden) iyileşme adını vermekteyiz. Spontane iyileşme oranı hastalığa ve vücudun bağışıklık sisteminin güçlüğüne bağlı olarak değişebilirken, sanıldığından daha fazla oranda gerçekleşmektedir.


Modern tıp, bunu (kendiliğinden iyileşmeyi) sadece ‘masal’ olarak telaki ettiği için pek üzerine gitmez. Bu nedenle ciddiye alınmaz ve araştırılmaz. Modern tıp, bir çok gelişmiş ülkenin bile ekonomisini zorlayacak tarzda dünya nüfusunu büyük bir kısmı için erişilmeyecek maliyete sahiptir. Modern tıbbi uygulamaların maliyetinin yüksek oluşu, sağlık hizmetinin sunumunun tabiatıyla yakından ilişkilidir. Temeli tarihin derinliklerine kadar uzanan bu sağlık hizmetinin tabi seyrine müdahale edilmeksizin, iyileşme olamayacağını savunmaktadır, günümüz modern tıp.


Oysa doğal tıp savunucuları, sağlığın tabiat yasalarıyla uyum içinde yaşamanın bir sonucu olarak bozulabileceğini ya da düzelebileceğini savunmaktadırlar.Tıp filozofu Rene Dubos sunları söylemektedir;


‘Eski Yunanda tıp tanrısı Asklepios’un kazı, sağlık tanrıçası Hygeia’ya tapınanlar için sağlık, olayların doğal düzeniydi, hayatını akıllıca yönetebilen insanlara bahşedilen olumlu bir nitelikti. Bu kişilere göre tıbbın en önemli işlevi, bir insanın sağlıklı bir bedene ve sağlıklı bir zihne sahip olmasını sağlayacak doğal kuralları keşfetmek ve öğretmekti. Daha şüpheci ve müdahaleci yaklaşımı savunan Asklepios yanlılarına göre ise bir doktorun en önemli rolü, hastalıkları tedavi etmek, doğumun ya da yaşamın getirdiği kazalar sonucunda ortaya çıkabilecek bozuklukları düzelterek sağlığı yeniden inşa etmekti’


Genelde tartışma konusu, tıbbın tabiatı ya da iyileşme modeli üzerine değil, tıbbi bakım giderlerinin nasıl karşılanacağı üzerinedir. Zira söz konusu, farklı felsefi yaklaşımlar son derece farklı eylem biçimleri ve yol açar ve sonuçlar doğunun batı dünyasında bilimsel tıbbı odaklandığı önemli konulardan biri, hastalığa yol açan dış etkenlerin tanımlanması ve bunlara karşı silahlar geliştirilmesi olmuştur.


Bu yüzyılımızın ortalarındaki en önemli tıbbi başarılardan birisi, antibiyotiklerin bulunması ve böylelikle mikropların yol açtığı enfeksiyon hastalıklarına karşı büyük zaferlerin kazanıldığının iddia edilmesidir. Bu başarı teknolojik tıbbi müdahalelerin bedeli ne olursa olsun işe yaradığına birçok insanı inandırmıştır. Öte yandan doğu tıbbının odak noktası tamamen farklıdır. Doğu tıbbı, hastalıklara karşı içsel direnci artırarak, zararlı etkilere karşı sağlığı korumasının yollarını araştırmaktadır. Bu stratejiyi benimseyenler, vücut üzerinde birçok rahatsızlıklarda etkili, çok sayıda doğal maddeyi keşfetmişlerdir. Silahlar tehlikelidir, geri tepebilir ve kullanana zarar verebilirler, ya da düşmanın saldırganlığının artmasına neden olabilirler. İşte antibiyotiklerde böyledirler. Nitekim tüm dünyadaki enfeksiyon hastalıkları uzmanları artık ‘dirençli’ mikroorganizma felaketiyle karşı karşıyadırlar. Antimikrobiyal (Antibiyotik – Kemoterapötik) her ne kadar penisilin sonrasında antibiyotikler 20. yüzyıl tıbbının ‘mucize ilaçları’ olarak tanımlandıysa da, bilim adamları mikro organizmalara karşı gelişen direncin önemli bir sorun olduğunun farkındadırlar.
Bu konuda daha ziyade ‘endüstriyel’ çözümler önerilmektedir. İlaç endüstrisi, mevcut direnç sistemlerine daha az duyarlı yeni maddeler geliştirmeye çalışmaktadırlar. Ancak öyle görünüyor ki, organizmalar daha hızlı bir biçimde yeni direnç mekanizmaları geliştirmektedirler. Bu antimikrobiyal direnç sadece hastalar için değil, sağlık sektöründe çalışanlar içinde başlı başına ve ciddi bir problem olarak giderek büyümektedir. Bunun anlamı şudur; daha önce rahatlıkla tedavi edilebilecek enfeksiyonların artık hastaları öldürebileceğidir. Gerçekten antibiyotikler hızla güçlerini kaybediyorlar. Kimisi bunu kıyametin bir habercisi olarak bile görmektedir. Şimdi ne olacak? diye kara kara düşünmeliyiz. Belki de, 1920 ve 30’lardaki gibi (Antibiyotikler bulunmadan önce) hastanelerde kullanılan yöntemlere yeniden geri dönmemiz gerekecek. Bunun teknolojik tıpta ne büyük bir gerileme olacağını (siz) düşünün…


Öte yandan doğal doğu tıbbının uygulanan maddelerine karşı hiçbir ‘direnç’ oluşmaz. Çünkü bunlar ‘karşıt, öldürücü, yok edici’ etki göstermek yerine, vücudun bağışıklık sistemiyle birlikte çalışırlar, kendi kendini tedavi etmesine destek olurlar. Söz konusu maddeler, savunma sistemi hücre ve mekanizmaların (maddelerinin) etkinliklerini artırarak, hastaların sadece bakteri, enfeksiyonuna değil (Özgün) tüm genel enfeksiyonlarla mücadele etme yeteneklerini artırırlar. Oysa modern tıbbın kullandığı maddeler (antibiyotikler) sadece özgün organizmalara, (bakteri, mantar, parazit vb.) ve virüslerin yol açtığı hastalıklarda etkilidir, diğerlerinde işe yaramazlar. Batı tıbbının özellikle viral enfeksiyonlardaki yetersizliği, Hepatit, AIDS ve son dönem viral hastalıkları (Kuş gribi gibi) tedavi edememesinden bellidir. HIV virüsü ile enfekte olmuş (AIDS’li) hastalarda, doğu tıbbının tedavileri (Ozon terapi gibi) çok daha etkilidir ve umut vericidir. Üstelik batı tıbbının kullandığı güncel antiviral ilaçların aksine bu tedavi biçimleri zehirleyici değildir.


Vücudun içsel savunma mekanizmalarını kuvvetlendirme veya desteklemeye yönelik doğunun tıp felsefesi vücudun hastalık etkenlerine karşı direnmek ve onları yok etmek için doğal bir yeteneğin varlığını kabul eder. Bu felsefe, batı tıbbının aşağılayıcı, kısıtlayıcı ve hor görücü hegemonyasından kurtulup desteklenebilseydi, bugün sağlığımız için bu yüksek maliyetlere katlanmazdık. Çünkü vücudun doğal iyileşme sürecini izleyen – destekleyen yöntemler, batının tıbbi yöntemlerine göre hem alabildiğine daha ucuz, güvenli hem de uzun vadede daha etkilidir.


Batı tıbbının savunucuları, daha çok ‘tedavi’ üzerine yoğunlaşırlarken, doğu tıbbının taraftarları daha ziyade ‘iyileşme ve koruyuculuk’ üzerine odaklanırlar. Tedavi ‘dışarıdan bir müdahale’yi gerektirir, dışarıdan gelir. İyileşmenin kaynağı ise içerisidir ve koruyucu-önleyici yöntemlerle bütünlük ve dengenin kurulmasını sağlar. Bu kitabı yazmaya başlamadan önce, uzun zamandır farklı ve ilginç iyileşme öyküleri duymaktayım. Zamanı geldiğinde bu öykülerden bazılarını anlatsam da, tümü ileride ‘iyileşme öyküleri’ adıyla yayınlayacağım kitabımda sunacağım. Bu kitabımda anlatmak istediğim, tedavinin batının gösterdiklerinin dışında başka yollarla da gerçekleşebileceği, iyileşme felsefesinin her toplum ve hasta bireylerce yeniden oluşturulması ve gözden geçirilmesi gerektiğine, iyileşme olgusunun doğuştan ve içten gelen tabiatına dış uyaranların sadece iç iyileşme süreçlerini aktifleştirmekten başka bir işe yaramadıklarına dikkat çekmektir.
Kısacası, vücut sanıldığından güçlüdür, muhteşem bir iyileşme yeteneği mevcuttur, kendini iyileştirebilir. Herkesin kendi iyileşme sistemini tanıması gereklidir, bunun için de iyileşmenin felsefesini bilmelidir. Bunun içinde nasıl bir iyileşme mekanizmasına sahip olduğumuzu, iyileşme sistemlerimizin beyin (zihin) ve yaşam biçimimizde (dünya görüşümüzle) ne kadar yakından ilgili olduğunu, vücudumuzu baskılanmış iyileşme sistemlerini nasıl doğru bir uyaranla aktifleştirebileceğimizi, vücudu kendi kendini tamir ve yenileme mekanizmalarını, hastalıklara nasıl tanı konulduğunu, şifa, tedavi, iyileşme, sağlık, hekim, hasta, hastalık gibi kavramları ise doğru tanımlamamız gerekmektedir. Kendiliğinden iyileşme, sanıldığından daha sık görülen bir olaydır, hiç de ender değildir. Oysa iyileşme, vücudun sıradan işlevlerinden birisidir ve her an tekrarlanmaktadır. Hastalıklardan korunmak için bu iyileşme sisteminin potansiyelini maksimuma çıkartmamız gerekir. Bunun içinde yaşam biçiminizi değiştirmeli, yani doğal yaşama dönmeliyiz.


Gıdalar, çevresel faktörler, toksinler, hormonlar, egzersiz, stres faktörleri, mineral ve vitaminler, cinsel yaşam, hedefler gibi sağlığımızı etkileyen unsurlar hakkında detaylı bilgi edinmeliyiz.


Beden bize ait olduğuna göre, doğu ve batı tıbbının güçlü ve zayıf yönlerini irdelemeliyiz ve hangi hastalıkta, hangisini kullanacağımıza ilişkin stratejimizi çizmeliyiz.


Hekimlerin büyük çoğunluğu vücudun iyileşme potansiyeli ile ilgilenirken, ‘kendiliğinden iyileşme’ konusu ile neredeyse hiç ilgilenmezler.    Para iyileşme felsefesini kuşatarak ‘Tıp Endüstrisi’ oluşturdu. Parası olanlar sağlık hizmetlerinden daha eşit faydalanıyorlar. Tıp sektörüde mutlu azınlığa hizmet etmeye devam ediyor. Herkes kendinde olanı değiş-tokuş ediyor.Biri bilgisini diğeri ise parasını.İdealin peşinden koşmaktan korkuyoruz. Sağlığın ve iyileşmenin felsefesini değiştirmeyi dahi akıl edemiyoruz. Oysa çok ihtiyacımız var.
Başka çaremizde yok.
_____________


* [email protected]

722430cookie-checkİyileşme(nin) Felsefesi…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.